Öykü

Anlaşma

Yazmak şehvani bir iştir. Ancak yazdıklarının beğenilmesi, takdir görmesi… Bu şehvetten çok daha fazla bir şeydir. Bazı yazar ve şairler beğenilmeyi, yayımlanmayı umursamadıklarını, yazmayı sevdiği için yazdığını ya da yazmanın kendisi için bir yaşam tarzı veya amacı olduğunu söylerler. Bu, büyük bir ikiyüzlülüktür.

Yazılarının beğenilmemesi, okuttuğunuz birkaç kişi -eleştirmenler demiyorum bile- tarafından sert eleştirilere maruz bırakılması bazı kişiler üzerinde daha tahrik edici olabilirken bazılarında da tam tersi bir etki gösterebilir. Bazı yazar ve şairler vardır ki beğenilmemek onlar için bir intihar sebebidir. Okunmaya değer şeyler yazamamaktansa ölmeyi daha yeğ tutar onlar. Yazmayı bırakmasını, pes etmesini isteyebilirsiniz; ancak ikisi arasında bir fark vardır ki o, yazmayı bıraktığı zaman yaşamaya devam edecektir. Yazısız bir hayat ölümden daha acıdır onun için.

Öte yandan, şimdiki zaman içinde büyük hayran kitleleri olan, en çok okunan, en başarılı yazarların birçoğu kendi zamanlarında o intihar etmeye meyilli kişilerdendi. Dergiler şiirlerini yayımlamaz, yayımcılar öykülerine; küçümseyici, alaycı ve hatta hakaretamiz eleştiriler getirir, edebiyat ortamlarında yaptıkları okumalar bile dinleyici bulamazdı.

Belki de bütün bunlar rabbani bir plandır, kim bilir! Edebiyat tanrısı, kusursuz bir hayata sahip, zengin, popüler bir yazarın yaratıcılığının zengin olamayacağını düşünüyordur belki de. O yüzdendir yazarların bunca sefalete maruz kalması… Ve bu, Edebiyat tanrısının; yazarları ne kadar önemsediğinin bir göstergesidir belki de. Yazarın salt kendi döneminde değil, asıl olarak kendinden sonraki birçok çağda adının kalmasını sağlamak için hazırladığı kusursuz; ama bedeli olan bir plan.

Bazı zamanlar, hiçbir zaman o plana dâhil yazarlardan biri olamayacağımı düşünürdüm. Dürüst olmak gerekirse çoğu zaman! Tanrımızın beni unuttuğunu ya da binlerce şair ve yazar arasında beni fark edemediğini… Ama hayır, öyle olmadı. Zira ben, edebiyat konusunda çok dindar biriydim ve tanrım beni nasıl zorlu bir sınava tabii tutarsa tutsun kabulümdü, kaderimdi. Zira yazmak olmazsa ben de o hiçler arasında kaybolup gidecektim. Ve tanrıya, Edebiyat Tanrısı’na teslimiyetle inanıyordum. Şimdilerde beğenilmesem bile bir zaman gelecek benim de ismim edebiyat kitaplarında yer alacaktı. Böyle düşünüyordum; çünkü sonunda O’ndan bir işaret almıştım.

* * *

Henüz çok genç ve hayalleri olan amatör bir yazardım. Yirmi üç yaşıma girmeme üç ay kalmıştı ve yaşım hızla ilerlediği halde elle tutulur bir eser yazamamış, okulumun da sürüncemede olmasından dolayı gelecek kaygısı bütün benliğimi sarmıştı. Hiçbir işe yaramaz zavallının teki olduğumu düşünmekteydim. Öyle ya, ne okulumu bitirebiliyordum ne yayımlanabilecek kalitede bir roman yazıp para kazanabiliyordum. İntihar etmek için de yeterli cesarete sahip olamadığım için elimden gelen tek şey sürekli ölmeyi düşünmek ve gece yatağa girerken sabah uyanamamak isteğiyle yatmaktı.

Elime geçen 250-300 liralık paranın büyük bölümünü içkiye harcıyor, ondan ilham umuyordum; daha da gerçeği, amacım ilham bulmak değil, sadece kafayı bulmaktı. İçine sürüklenmekte olduğum bunalımdan birkaç saatliğine de olsa böylece kurtulabiliyordum. Dergilere gönderdiğim şiirlere olumsuz yanıt gelmesinden bıkmıştım. Roman taslaklarımı binlerce defa okumama rağmen geliştiremiyor, yazmaya oturduğumda saatler boyunca ancak birkaç sayfa yazabiliyor, onu da tekrar okuyuşumda silip atıyordum. Tutunabildiğim tek dal haiku kalmıştı. Onları da sırf şiir yazmış olmak için yazıyordum. Dergilere göndersem kabul edilmeyeceğini biliyordum, yayınevlerine yollasam para kazandırmayacak bir türde kitap basmayacaklarından emindim.

Kış girmek üzereydi. Havalar hafiften hafife soğumaya başlamış, tişörtün yerini gömlek ve hırka giymeye bırakmıştım. Öyle bir gecede yine kendi başıma içiyor ve cevabını veremeyeceğim sorular sorup duruyordum kendime. Yaşama amacımı bulmuştum; yazmaktı. Ancak daha fazlası neydi? Ünlü olmasam da kitapları okunan bir yazar olmak? Evet, bunu istiyordum. Ve para kazanmak! Aç bir karınla yazdıklarınızın kalitesi ne kadar olabilir ki? Ancak bunu nasıl başarabilirdim? Sürekli yazıyor olmama rağmen dergi ve yayınevleri yazdıklarımı kabul etmiyorlardı. Kendimi geliştiremediğimi düşünüyordum çoğu zaman ve öyleydim de. Ancak yine de okunabilecek düzeyde yazdığımı düşünüyordum. Çevremdeki birkaç okuyucum ve edebiyat ortamındaki arkadaşlarım da öyle düşünüyordu. Yine de vermeye çalıştığım cevaplardan tatmin olamıyor. Yeterli bir cevap bulamıyordum.

Cevap aradığım şeyler öyle saçmaydı ve diğer insanlara göre o kadar basit cevapları vardı ki… Ben de bunun bilincindeydim ancak insanlar kişilikleriyle var olur derler. Mesela daha çok yazmam ve okumam gerekiyordu. Bunu yapıyordum. Mesela daha girişken olmam gerekiyordu ki hiçbir zaman ‘popüler çocuk’ olamamış o içine kapanık tiplerdendim. Aslına bakılırsa hala öyleyim. Ancak bir gecede bütün bu sorunları dert etmem gereksiz hale geldi.

İçiyordum. Her zamanki gibi. Daha önce hiç uğramadığım bir pabdaydım. İstiklalin ara sokaklarından birinde yeni açılmış bir mekândı. O gece hem sarhoş olmayı umuyor hem de ilham bulmak istiyordum. O sıralarda yazmakta olduğum bir romanın ilerleyişini bir türlü çözemiyor, yazamadıkça daha da fazla bunalıyordum. Yazmakla en ufak ilişkisi bile olanlar anlardı neler hissedebildiğimi. Romanım korku türündeydi. Edgar Allan Poe’nun hayatından etkilenerek kurguladığım bir şeydi ve adı da Kuzgun olacaktı. Poe’nun hayatının bire bir alıp kopyalamak istemediğim için oldukça zorlanıyordum. Her neyse. Sonunda en çok okunan ve yirmi üç dile çevrilen romanlarımdan biri oldu. O adamın sayesinde. ‘Ne yazık ki’ de diyebilirim bu duruma ‘iyi ki’ de.

***

O adam geldi, yanımdaki sandalyeye oturdu. Önce sesini duydum. Duble JD istemişti. Viskisinden bir yudum alıp ağzında gezdirirken bakışları bana yöneldi. Bunu görmedim; ama hissettim. Hem de en derinden. Sonra sesini duydum.

“Öykülerini okuyorum.”

Şaşırmıştım. Ona doğru döndüm. Yüzünü daha önce hiç görmediğime emindim. Tanınırlığım sadece kendi çevremde ve forumdaki birkaç kişiden ibaretti. İlk kez bir yabancıdan övgü alıyordum.

“Teşekkürler. Eğer bana dediyseniz,” diye girdim lafa. Ne diyeceğimi bilemiyordum çünkü.

“Sana söylüyorum, evet. Sen geleceğin en tanınır yazarlarındansın,” diye devam etti. “Ancak biraz desteğe ihtiyacın olduğu aşikâr… Sana başarılı olma fırsatı sağlayabilirim,” deyince onun bir yayımcı olabileceği geldi aklıma ilk önce; ancak öyle değildi.

“Övgünüz için teşekkürler, kimle konuşuyorum acaba?

“İsmim Zaim. Teklifimi kabul edersen senin ismin de en az benimki kadar tanınır olacak,” dedi. Tam olarak neyi kastettiğini hala anlayamamıştım. Birkaç içkiden sonra konuyu derinlemesine açtığında onun bir deli olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Barda bizden başkası kalmadığında anlatmaya başladı nasıl bir yayımcı olduğunu. Bir anlaşma yapacaktık. O benim sağlam kitaplar yazmamı sağlayacak bense ona ruhumu verecektim. İşte bu yüzden herifin deli olduğunu ya da benimle kafa bulduğunu düşünmüştüm. Ancak adamın konuşması, içinde bulunduğum karanlık ruh halini deliyor, beni eğlendiriyordu. Ne ki bunda içkinin de etkisi olabilirdi, bilmiyordum. Sonuçta alayla sırıtarak teklifini kabul ettim. Ne yapmamız gerektiğini sorduğumda anlatmaya başladı:

“Fazla bir şey yapmamız gerekmiyor. Öncelikle bir Dörtyol ağzı bulmamız gerek. Dört yolun tam kesiştiği noktada ben gerekli sembolleri çizeceğim, sunak hazırlayacağım, büyülü sözleri söyleyeceğim. Senden istediğimse sadece bir imza!”

Herifçioğlu bunları öyle normal bir şeymiş gibi anlatıyordu ki şu okuduğunuz öyküdeki konuşmanın pek edebi bir yanının olmadığını düşünmeniz çok doğal. Ne var ki bu sözleri edebi sanatla yoğurmadan, olduğu gibi aktarıyorum.

Saat sabahın kaçını gösteriyordu bilmiyorum. Zaim’le anlaştıktan sonra dışarı çıktık. Beni arabasıyla bir yere götürdü. Daha önce hiç gitmediğim bir yerdi. Etrafta ne yerleşim yeri görülüyordu ne medeniyete dair bir iz. Sadece toprak yollar ve kenarlarındaki kuru ağaçlar… Arabasını durdurdu, ‘işte burada yapacağız anlaşmayı’ dedi ve dört yolun birleştiği noktaya yürüdük. Olacaklar hakkında hiçbir fikrim yoktu. O gece her zamankinden daha çok içmiştim; çünkü bütün içkileri o ısmarlamıştı. Ancak o geceye dair her kareyi en ince ayrıntısına kadar hatırlıyorum.

Zaim, yolun tam ortasına elindeki bastonla bir yıldız çizdi. Onun ne anlama geldiğini biliyordum, bir pentagramdı çizdiği. Aslında hala ya organize bir şaka ya da piçin tekinin benimle dalga geçmesi olabileceği fikri hakimdi; ancak neden o anda Zaim’in bir şeytan olduğunu düşündüm. Daha doğrusu pentagramın satanik bir simge olduğunu hatırladım desem daha doğru olur; zira ne şeytana inanıyordum ne de başka ruhani yaratıklara. Onlar sadece yazarların ve sahtekârların kalemlerinden çıkmış hayal ürünleriydi benim için. Teslim olduğum edebiyat tanrısı ise kendimdim. Her neyse!

Pentagramın kolları arasındaki boşluklara da bilmediğim bir alfabeyle bir şeyler yazdıktan sonra uzun paltosunun iç cebinden bir kâğıt rulosu çıkardı ve yanıma geldi:

“Taahhütname,” diye açıkladı. “Bu tip anlaşmaların her zaman bağlayıcı bir metni olması gerekir değil mi? İş güvencesi her şeyden önce gelir.” Tomarı bana uzattı, okumam için zaman vereceğini söyledi. Anlaşma metni dediği parşömen rulosunun mührünü açtığımda tomar, ayaklarımın altına serildi. Kâğıda şöyle bir göz attıktan sonra okumaya çalışmamın bir faydası olmayacağını anladım, kağıttaki yazılar da pentagramdaki harflerle aynıydı.

“Bu dili bilmiyorum,” dedim ciddi bir ses tonu, alaycı bir edayla. Olanlara hala bir akıl sır erdiremiyordum, o kafayla getirebildiğim tek mantıklı açıklama Zaim’in kamera şakası kurgucusu olabileceğiydi; yine de anı yaşamaya ve bunun tadını çıkarmaya karar verdim. Adamla konuşmaya başladığım andan beri karamsarlığım erimeye başlamıştı zira.

“Her neyse, her neyse,” diyerek kâğıdı elimden aldı Zaim, “Yine de eğer söylediklerimi kabul ediyorsan imzalaman gerekecek. Anlaşma anlaşmadır,” dedi. Kafamı sallayarak onayladım.

“Peki, söylediklerinin gerçekleşeceğinin güvencesini nasıl veriyorsun?” diye sordum.

“Göreceksin,” dedi sadece ve beni kolumdan tutup yıldızın ortasına çekiştirdi. Kendi dilinde bir şeyler söyledi. Bir an sonra yıldızın konturları pembe-siyah karışımı bir ışıkla aydınlanmaya başladı, bir an sonra ışık huzmeleri yukarıya doğru havayı boyayarak etrafımızı sardı.

“Şimdi imza atma zamanı,” diye devam etti Zaim, ya da adı ve kendisi her ne ise. Ben ondan kalem istemeye hazırlanırken elini paltosunun iç cebine bir kez daha götürdü, bu sefer kalem niyetine çıkardığı şey bir bıçak ya da ondan daha havalı başka bir kesici aletti. Aynı simgelerle işlenmiş sapı olan bıçağı elime tutturdu, “Bizim işte imza mürekkeple atılmaz,” diye devam etti ve sol elimin avucunu kesmemi istedi. Ben ‘o kadar da değil” bakışı atarken ise sağ ve sol elimin kendimden bağımsız hareket edip birinin diğerini kesişini şaşkınlıkla izledim.

Birkaç dakika içinde, ciddiye bile almayıp sarhoşluğun, bunalımın ve en önemlisi carpe diem’in etkisiyle kabul ettiğim anlaşmayı imzalamış ve bedeli ölüm olan şanın kapılarını aralamıştım bile.

***

Benim dinimin tanrısı olan Zaim, bedelini birazdan alacağı ünü bana vereli on yıl oldu. Bu on yıl içinde daha önce hiç olmadığı kadar ilham ve yaratıcılık sahibi oldum; onlarca roman ve şiir kitabı yayımladım, dergiler yazılarımı alabilmek için kapımda sıra oldu, kitaplarım birçok dile çevrildi, iyi para kazandım, aileme yüklü bir miras bıraktım. Ve işte şimdi son öykümü yazıyorum. Bir zamanlar içine düştüğüm durum olmasaydı, belki yarın da yaşamaya devam edecektim; ama bilmiyorum ki şimdiki kadar zengin, şimdiki kadar mutlu, şimdiki kadar ünlü, şimdiki kadar huzurlu hisseder miydim? Evet, huzurluyum; çünkü yaşamak istediğim gibi yaşıyorum, mutluyum; adımın yaşayacak olması bedenim yaşayacak olmasından çok daha önemli benim için. Zenginlik ise inanın o kadar önemli değil, zenginliğimin sevdiğim tek yanı, bir zamanlar deli gibi aşık olduğum ve söylemeye bir türlü cesaret edemediğim; şana ve özgüvene kavuşunca ise itiraf ederek olumlu yanıt aldığım kadın ve çocuklarımın rahat bir hayat yaşamalarını sağlayacak olması…

***

“Ölümü kabullenen ilk müşterimsin,” ağır ritimli alkış sesleri eşliğinde duyduğum bu sesi en son on sene önce duymuştum, yine aynı ton, yine aynı derinden ve etkileyici ses. Nereden geldiğine bakmak için kafamı masadan kaldırıyorum, tam karşımda, pencerenin önünde öylece duruyor ayakta. Pencere kenarındaki komodinin üzerinde duran avizenin ışıkları yüzüne vuruyor, o yüzden tam olarak göremiyorum yüzünü. Birkaç adım daha yaklaştığında fark edebiliyorum ancak, değişmeyenin sadece sesi değil, yüzü de olduğunu.

“İnsanlar kaderlerine boyun eğmeli değil mi?” diyorum ama ciddi olmadığımı biliyor olmalı. Bunca sene beni uzaktan takip ettiğine eminim. “Benim için ölüm korkulması gereken bir şey değil, çoğu zaman umduğum bir şey,” diyerek gerçek fikrimi beyan ediyorum.

“Sanırım son eserin üzerinde çalışıyorsun,” diye devam ediyor sonra ağır adımlarla yanıma gelerek.

“Evet, en önemli eserim ve başkahramanı sensin.”

“Zamanın doldu, biliyorsun.”

“Senden sadece birkaç dakika daha istiyorum, bunu bitirmeme izin ver.”

“Pekâlâ, nasıl istersen öyle olsun,” diyerek masanın karşısındaki koltuklardan birine oturup başını merakla kâğıtlarıma eğiyor.

“Birazdan okuyacaksın nasılsa, bu acele neden?” diyerek kâğıtları ondan kaçırıyor ve yazmaya devam ediyorum.

“Biliyor musun? Beni açığa çıkarmana izin veremem aslında; ama bu öyküyü bitirmeni istiyorum,” diyor ben yazmaya çalışırken birden ve ayağa kalkıp tam karşımda dikiliyor “anlaşmamızın bedelini almalıyım artık.”

Kalemimi kâğıtların üzerine bırakıyorum, arkama yaslanıyorum ve derin bir nefes alıyorum, “Biliyorum, buna itirazım yok; sadece bunu bitirmeme izin ver. Ben öldüğümde istediğini yaparsın,” diyor ve devam ediyorum. “Jiseimi yazmama izin ver.”

Kafasını sallayarak beklemeye devam ediyor.

Geldiği andan itibaren yaşadıklarımı da ekleyip öyküye son noktayı koyuyorum. Emeklilik vakti geldi. Artık jisei vakti.

bir son yazdık

başka başlangıç var mı

önemli değil


dipnot:

Haiku: 5-7-5 hece ölçülü (tek nefes) uzunluğunda yazılan dünyanın en kısa şiir türü olarak bilinen Japon nazım birimi.

Jisei: Ölüm haikusu. Ölüm anı hissedildiğinde yazılan bir haiku formu.

Adil Öztürk

Yazmaya şiirle başlayıp kısa öyküyle devam ettim. Fantastik kurguyla tanıştıktan sonra öykülerim çeşitli edebiyat sitelerinde ve e-dergilerde yayınlandı. Epik fantezi şiiri denemelerim olsa da henüz paylaşmaya cesaretim yok. Her gün bir haiku yazarım. 2015 En İyi Canavar Hikayesi Yarışması ‘nda “Yaltar Han Efsanesi” adlı öyküm birinci seçildi.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *