Yağmur ormanlarının ötesinde, ıssızlığın ortasında kalmış bir yanardağ, içini çeke çeke ağlıyor, yürek burkan hıçkırıkları ta en uzak karanlık köşelerden hissediliyor, her bir hıçkırık civar yerlerde, oynak yer sarsıntılarına sebep oluyordu. Etraf yoğun bir toz bulutuyla kaplıydı.
Milyon yıl görmüş en eski dağlardan biriydi ve geçen zaman içerisinde bu yaşadıkları onda korkunç bir ağırlığa sebep olmaktaydı. Yorgundu, bıkkındı, kırgındı. Yaşlıydı evet ama birçok canlıdan daha çok şey biliyordu. Etrafında doğmuş, büyümüş, yaşamış, ölmüş her bir orman yaratığı, üzerini örttüğü her bir köy, her bir kasaba onda tarifi imkânsız bir yaşanmışlık duygusu bırakmıştı. Ne de olsa yeryüzünde önemli bir görevi vardı; toprağın fazla gazını alıyordu!
Ne var ki üzerine çöken bu kasvet; ne kocamış yaşının verdiği rehavet, ne gittikçe çatlayıp, derin yarıklar açılan kabuksu teni, ne de artık akıtamadığı kızgın lavlarını özlemesiydi.
Onu, insanlar yormuştu. Doğru ya! Onu yaşlandıran şey “zaman” değildi!
Onu insanoğlunun başlangıçtan beri içine düştüğü bu tatminsiz tüketim duyguları telef etmişti. Kibir, ego ve maddiyat endişesiyle bir girdabın içinde dönüp dururken, bıraktıkları ayak izlerinin hoyrat pislikleri yaşlandırmıştı.
Arkadaşı olan tüm hayvan türlerinin, bu ayak izlerinden aldığı geri dönüşülemez zararlar incitmişti. Elinden gelse zamanı başa saracak ve ölümünü gördüğü tüm yavru ceylanları, tüm jaguarları, tüm antilopları, tüm filleri, tüm balık türlerini, tüm papağanları ve hatta daha da başa dönüp tüm dinazorları geri getirmek istiyordu. Issız ve çorak topraklar görmekten ve yağmur ormanlarının uzaktan yok olmaya başlamasını izlemekten içinde yaşama ve coşku ile patlama duygusu kalmamıştı.
Bir zamanlar eteklerinde yuva yapan dört ayaklılar, üzerinden göç ederken selam veren tüm kanatlılar artık yok denecek kadar azdı. Yalnızdı ve yalnız bir şekilde kuruyarak ölmeye, tek başına son nefesini vermeye yaklaştığını hissediyordu. Ansızın bir bunaltı geldi içine ve kusmaya başladı. Öğüre öğüre, böğüre böğüre kusuyor, kraterinden içinde kalmış ne varsa püskürtüyordu. Bu kustuğu şey de neydi? İçinden çıkan bu gri ve topaklı şeylerin lav olmadığını anlayacak kadar biyoloji bilgisine sahipti. Ne de olsa yılların aktif yanardağıydı. Bir kusma ile köyleri, kasabaları tahliye ettiren kudreti artık böyle iltihaplı bir moruğa mı dönmüştü?
Kusuyor, kusuyor ve hiç durmaksızın öğürüyordu. Gözlerinden yaşlar geliyor, ağlıyor, hıçkırıyor, boğazı yana yana pis, gri topakları eteklerine düşmeye devam ediyordu. Kıyıda köşede kalmış hayvancıklar, eski dostları; bu kocamış dağın halini gördükçe onun son zamanlarının geldiğini düşünüyorlar ve ona belli etmeseler bile sonunun yaklaştığını hissedebiliyorlardı.
“Galiba ölüyor!” dedi ırmak kenarında su içerken, sarsıntılardan ürkerek başını yanardağa çeviren sürmeli gözlü bir ceylan. Narin ayaklarına suyun kenarındaki bakteri dolu tortu ve yosunlar bulaşmıştı.
“Bence son nefesini vermek üzere!” diye karşılık verdi şempanzelerden biri kafasını kaşıyarak. Diğer elindeki yarım kalmış muzun belli ki tadı eskisi gibi değildi ama yemek zorundaydı.
“O suyu nasıl içiyorsun anlamıyorum?” diye sordu karşıdaki ağaca tünemiş bir saka kuşu. Parlaklığını yitiren tüyleri cılızdı ve yakınlardaki nezle olmuş bir solucanı gözetliyordu. Sırtındaki şey de neydi? Bir kulak mı? -Bunu sadece farelerde uyguluyorlardı- diye düşündü.
“Annem öldürüldükten sonra bize temiz suyolu gösteren kimse kalmadı.” Diye cevap verdi sürmeli gözlü ceylan. “Gerçi insanlar da haklı. Onlar da doymak zorundalar… Yine de annemi yemek zorunda değillerdi.” Sürmeli gözleri ıslandı ama kendi saflığında yansıyan mutlu ışıltısı devam ediyordu.
O sırada daha büyük bir sarsıntı meydana geldi. Kocamış dağın hıçkırıkları dinmek bilmediği gibi gri topakları son hızla yağmur ormanının üzerine yapışkan balçık gibi sıçramaya başlamıştı.
Yanlarına yaklaşan tek gözü kör bir tilki bu durumdan memnun olmamış gibiydi. “Onun adına üzülüyorum, ama bu şekilde kusmaya devam ederse ondan önce biz boylayacağız.”
Muzu bitirip geğiren şempanze merakla sordu. “Nereyi boylayacağız?”
Saka kuşunun yanındaki ağaca sımsıkı sarılmış bir piton yılanı tıslayarak cevap verdi. “Hani şu inssssanların gitmekten çok korktuğu yeri. Cehennemi. Tısss.”
“Dediklerine göre koca dağın kustuğu lavlardan bile sıcakmış. Öyle diyollar!” Albino papağanlardan biri pitonun sarıldığı dala türedi. Kocası da hemen yanına kondu. “Evet” dedi, “Öyle diyollar!” O, albino değildi.
Sakat bir panter de ortada dönen muhabbete ortak olmak için yaklaştı. Ayağından biri avcıların kurduğu bir kapana yakalandıktan sonra kopmuştu ancak o, tüm asaletiyle hayatta kalmayı başarmıştı. Eksikliğini hissetmemeye çalışsa da gözlerinden yaralı olduğu belliydi. “İyi de artık bu koca dağ bile lav akıtmıyor. O içinden çıkan şeylerin ne olduğunu bilmek bile istemiyorum… Tıpkı sümüğe benziyor.”
Tüm bu sohbet muhabbet, acıma ve endişe duygularıyla dolu konuşma trafiği bitmemecesine sürerken, yanlarına doğru hızlıca koşan flamingo sürüsü, heyecan içinde haberler getiriyorlardı. Kalabalığın dikkatini üzerlerine çekmeyi başardılar da. Eskiden somon pembesi renkleriyle kendilerini herkese hayran bıraktıran bu zarif yaratıklar şimdilerde tıpkı yanardağın kusmukları gibi gri, yeşil arası bir renge bürünmüşler, yoluk tüyleri arasından zar zor seçilen pembe tüyleri kalanlar da eski güzelliklerini kaybetmelerine rağmen, o bir iki parçayla gurur duyuyorlardı.
“Duydunuz mu? Duydunuz mu?” En önden koşan flamingo çığlık atarak sohbet eden kalabalığa yaklaştı.
“Geliyorlar, geliyorlar.” diye hemen arkasından bir soluk tüylü flamingo daha yaklaştı.
Kalabalık, yanlarına ulaşan flamingo grubunun panik olmuş halde soluk soluğa kalmalarına anlam vermeye çalışıyordu.
Herkes pür dikkat birbirinin yüzüne bakmaya devam ederken, gri kusmuklarına bakarak kendinden utanç duyan kocamış dağ, içinden yükselen sesiyle onlara cevap verdi.
“Görmüyorsunuz değil mi? İnsanlar bıkmadan usanmadan kendi geleceklerini yok etmeye devam ediyorlar. Avlayarak, keserek, yıkarak, pisleterek, görmezden gelerek, bilerek, bilmeyerek bizlerin sonunu getirirken kendi hayatlarından çalıyorlar. Şu içtiğiniz su, yediğiniz muz, içinde yüzüp, balık avladığınız göller, patikalardan, çalılıklardan, kumlardan geçerken ayağınıza takılan her işkence aleti sizi ölüme sürüklerken onlar da yarın kendilerine ne olacağını düşünmüyorlar. Lav bile kusamıyorum artık! Plastik akıtıyorum. Kimyasal sızdırıyorum. Radyasyon soluyup, zehir püskürtüyorum. Hem kendim ölüyorum hem de sizi öldürüyorum. Çok üzgünüm. Çok üzgünüm.” Kocamış dağ içine attığı her şeyi kusmaya devam ederken, onu dinleyen canlılar korku içinde flamingolara bakıp aynı soruyu tekrarladılar.
“Kim geliyor?”
“Gıcırtılı yuvalar!” Koşmaktan yorgun düşmüş belli ki eskiden çok güzel ve alımlı bir yaratık olan flamingo yılgın bir şekilde kanatlarını düşürdü.
Çok geçmeden gelişmiş iş makinelerinin kulak tırmalayan metalik sesleri sık ağaçların berisinden duyulmaya başlandı. Ne yapacaklarını bilmeyen orman türleri bir o yana bir bu yana koşuşturmaya başladılar. Uzaktan ağaçların zirvelerini sarsarak yaklaşan makinelerin gurul gurul motorları ve fıslayan pompaları hızla çalışmaya devam ederken, kim bilir kaç tür daha yıkılan ağaç gövdeleri altında kalmaya mahkûm olmuştu!
Koca yanardağın tüm bu karmaşayı izlemeye daha fazla kalbi dayanmayacaktı. Ayakları olsa kökünden sökülecek, arkadaş bildiği tüm bu yaratıkları gölgesi altında koruyacaktı. Bir anda ne ceylan kaldı, ne papağan, ne maymun ne de yılan! Yapayalnız bir şekilde “gıcırtılı yuvalar” denilen iş makinelerinin yağmur ormanlarına dalışını izledi.
Şahit olduğu bu korkunç görüntüyle birlikte içi öyle bir yandı, öyle bir yandı, öyle bir yandı ki; hapsolmuş kızgınlığını kelimenin tam anlamıyla kusup püskürtmeye başladı. Harlanmış kalbi tüm damarlarına kan pompalıyor, her bir hücresi patlamaya hazır bir bomba gibi atıyor, gözlerinden yaşlar boşanarak binlerce yıldır akıtamadığı o ateşi bir anda ormanı gamsızca talan etmekte olan makinelerin üzerine boşaltıyordu. Sarsıntılar eşliğinde lavların akışkan sıcaklığı, işgalcilerin demir gövdelerini, kızgın bir ocağa düşmüş sakız gibi eritirken, şiddetli bir yağmur da bu manzaraya eşlik etmeye başlamıştı.
İyice ıslanan kocamış dağ, etrafında serin bir ürperti hissedince sordu. “Sen misin gökyüzü? Sen de mi ağlıyorsun tozlu tozlu? Kirlendiğin, kirletildiğin için sen de mi üzgünsün?”
“Evet!” dedi gökyüzü. “, Ozon deliklerinden her yeri yamalanmıştı. “Ağlıyorum ama bunlar sevinç gözyaşları.”
“Sevinecek ne var?” diye şaşkınlıkla sordu kocamış dağ. İçini boşalttığı için az da olsa rahatlamıştı ama şimdi tüm arkadaşları gitmişti. Kim bilir nereye?
“Bak!”, dedi gökyüzü “Arkana bak! Kirletilmemiş bölgede güzel şeyler de yapan insanlar var. Onlarla birlikte yaşayan birçok tür ve onların gelecekte yeni bir dünya kuracak olan çocukları var. O çocuklar da kendi çocuklarına bu yenidünyayı öğretecekler ve sonra o çocukların torunları da kendi çocuklarına temiz bir dünya hatta başka temiz dünyalar bırakacaklar.”
Kocamış dağ, uzun zamandır duymadığı umut veren bu sözlerden sonra yeterince lav akıttığına emin oldu ve ortalığın sakinleşmesini izledi. Arkadaşlarının belki de bir kısmı hâlâ güvendeydi. Bir gün yine onlarla birlikte olma düşüncesi tüm ağırlığını hafifletti. Şimdi birbirlerine her zamankinden daha çok ihtiyaçları vardı.
Gökyüzüne gülümseyerek “ Yorgunum gökyüzü! Biraz uyumaya ihtiyacım var sanırım.” Dedi ve belirsiz bir yenidünyanın hayalini kurarak, yarı- tatlı bir tavşan uykusuna daldı -Tavşanın tüyleri parlak ve sağlıklıydı; ponpon kuyruğuyla güvenli vadide hoplarken, hormonsuz havuçlar yiyordu.
Merhaba
Çok değerli şeyleri savunan bir öykü olmuş. İnsan meselelerini bir kenara bırakıp daha ‘’dışarıdan’’ düşünmek ehemmiyet taşıyor çağımızda. Umarım gelecekte bu konuya değinen daha fazla öykü görürüz.
Öyküyle ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum. Bazı yerlerde zamirlerden, bazı yerlerde nesne-yüklem uyuşmazlığından ve başka bir takım sebeplerden anlatım bozuklukları vardı sanırım. Ama bunlar yazarak, dikkat ederek gelecek öykülerde silinecek meseleler. Bu mesajı tabletten yazdığım için doğrudan ‘’işte şuralar’’ diyemeyeceğim. Üzgünüm.
Flamingoların ve yılanın konuşması o hayvanların mizacına uygundu. Ama keşke diğer hayvanlarda da ve hatta cansızlarda da bunu görebilseydik. Kendisine ait bir konuşma tarzı, kendisine ait bir algı seviyesi ve ‘’mesele’’ edinilen şey, kendisine ait bir yaklaşım. Sanırım böyleli ayrıntılı kişilikleri ayrıntılı taslaklarda tasarlamak çok daha verimli olacaktır. Herkesin yazım şekli, her öykünün gereklilikleri çok değiştiği için bu konuda pek bir şey söyleyemeyeceğim.
Mevzusu ciddi olan bunun gibi öykülerde mesajı gizleyebilmek biraz da ustalığı gösteriyormuş gibi gelir bana. Ursula LeGuin’in yağtığı da budur mesela. Gerçi, onun ilk roman ve öyküleri de biraz ‘’açık açık ve göze sokarcasına’’ konuyu veriyor ama son dönemlerde yazdıkları muntazamdı.
Ancak bu gizleme durumu öykünü birazcık daha uzatacaktır diye düşünüyorum.
Gelecek seçkilerde görüşme dileğiyle!..
Çok teşekkür ediyorum uzun süredir seçkide bir hikaye paylaşmamıştım. Kitap işleriyle meşguldüm ve ikinci kitabım olan Distopyanın 60 Tonu adlı sadece 3 cümleden oluşan distopik öykü kitabımı çıkardım. Tam yeni bir roman için bambaşka bir temaya yönelirken seçkiye yine bir fantastik hikaye yazmanın ve sizlerle paylaşmanın mutluluğu içerisindeyim. Bu siteyi ve öykü seçkisini organik olduğu için çok seviyorum. Vakit ayırıp okuduğunuz ve yorum bıraktığınız için ayrıca teşekkürler. Mümkün olduğunca daha çok katılmaya ve kendimi elbette daha iyi yazılar yazmaya zorlayacağıma emin olabilirsiniz. Geleceğimizi ancak doğa sevgisi ve empati kurtaracak tahmin ediyorum. Bunu da yazılar yazıp paylaşmakla gerçekleştireceğiz. Bize bu inanılmaz fırsatı vererek platformda misafir eden Kayıp Rıhtım ve değerli takipçilere sonsuz teşekkürler.