Öykü

Hayal Gezgini

Kaçıncı duraktaydı? Ruhu kaçıncı düşsel bedendeydi? Hatırlamıyordu. Hayal seferlerinde hafızası sıfırlanırdı.

Zifiri karanlıkta göremediği sağ elini yüzüne götürüp pürüzlü cildini yokladı. Uzamış ve terden yapışmış sakallarına, sivilce ve irinli yaralarla dolu derisine dokundu. Elini aşağı, âdemelmasına indirip susuz boğazıyla acı içinde yutkunuşunu hissetti. Biraz daha indirip köprücük kemiklerinde gezdirdi parmaklarını ve ardından zayıf vücudundan fırlayan kaburgalarını tek tek saydı.

Kollarını savurdu. Tek ayağından zincirlendiği rutubet kokulu bu hücrenin büyüklüğünü anlamaya çalıştı. Duvara yaklaşıp tuğlaların arasındaki parmak kadar boşluğa kulağını dayadı. Yan komşusunun haykırışlarını ve intikam yeminlerini dinledi.

Komşusunun durumunu bilmiyordu ama kendisi susuzluktan ölmek üzereydi. Kim olduğunu bilmiyordu, biraz evvel kendisini yoklayana kadar nasıl bir vücudun içinde olduğunu da… Yalnız, zamanı, nereye kapatıldığını ve delikten baktığı adamın kim olduğunu biliyordu. Edmond Dantes’ti o, yüzyıllardan on dokuzuncusunda İf Şatosu’na kapatılmıştı ve iftiraya uğrayarak özgürlüğünü kaybetmişti.

“Nerede olduğumu buldum,” diye düşündü kendi ismini bilmeyen mahkûm. Artık bu evrenden gidebilirdi. Gözlerini kapattı ve Monte Kristo Kontu’nun evreninden ayrıldı.

Gözlerini açtığında ilk yaptığı derin derin nefes almak oldu. Masmavi göğün altında, güllerle dolu bahçenin kokusunu içine çekti. Ilık bir bahar havasında, gülistanda, nefesi açılana dek yavaş yavaş yürüdü. Artık dili damağına yapışmıyordu. Bacaklarında gençliğin gücünü hissediyordu.

Hızını artırdı. Bir süre sonra koşmaya başlamıştı. Yeryüzü, ayaklarının altından kayıyor gibiydi. Gül bahçesi çoktan geride kalmış, ayakları onu Osmanlı’nın son dönemlerinin İstanbul’una götürmüştü. Gökdelenlerin henüz siluetini bozmadığı, ormanlarının tahrip edilmediği İstanbul’a… Kayıkçıların gezindiği denize; peçeli ve şemsiyeli kadınlarla fesli, setre ve pantolonlu erkeklerin dolaştığı sahile…

Hafızası yine bomboştu. Ne adını biliyordu ne de burada ne aradığını. Kafasına vurup “Bu hangi kitap, bu hangi kitap?” diye haykırdı.

Ağacın altında tezgahını açmış, siftah yapmayı bekleyen bir sokak satıcısı yanına gelip “Kardeş, hangi kitaptan bahsediyorsun?” dedi. “Yardımcı olalım.”

“Ah, bir bilsem!” dedi okur. Satıcının omuzlarından tuttu. “Söyle, kimsin sen? İsmin ne?”

“Mahmut,” dedi diğer adam şaşkınlıkla.

“Söyle! Hayatını anlat bana. Şöyle acayip, ‘Yazsam roman olur’ dediğin bir olay yaşadın mı?”

“Yok…” dedi Mahmut. “Babam da benim gibi simit satardı. Ne zaman yürümeyi öğrendim, o zaman ben de babamın yanında simide çıkmaya başladım. Babam öldüğünde ise onun tezgahını devraldım.”

“Osmanlı’da bir simitçi…” diye sesli düşündü okur. “Hangi kitaptı acaba?”

“Kitaplardan pek anlamam ama elimden geleni yaparım,” dedi Mahmut.

“Çok saçma olacak ama sen bir kitap karakterisin. Hangi kitaptansın sence? Seni hangi yazar yazmış olabilir?”

Simitçi kaşlarını çattı ve gözlerini birkaç kez kırptı. Ardından dudakları yayvanlaştı ve ciğerinden bir kahkaha koptu. “İlahi beyim… Nasıl bir latife bu? Okumuş adamsın, belli. Ben okumadım amma boş adam da sayılmam. Kaderimin kitabını yaşıyorum ben de. Bu arada adın ne?”

Okur cevabını bilmediği bu soruya karşı bir şeyler uydurabilmek için ağzını tam açmıştı ki bir at arabası simitçinin önüne yaklaştı. Doru atların yeleleri güneşin gözleri kamaştıran ışığı altında daha kırmızı görünüyor, arabadan adeta “zenginlik kokusu” yayılıyordu.

İhtiyarca bir bey aşağı indi. “Mahmut Efendi,” dedi selam verdikten sonra. “Simitlerini özledim. Güzelinden bir tane ver bakalım.”

Okur ayağa kalktı ve oldukça tanıdık gelen bu yüze uzun uzun baktı.

“Siz her şeyin iyisine layıksınız Adnan Bey,” dedi simitçi, ağzı kulaklarında.

“İşte bu be!” dedi sevinçle dizine vuran isimsiz misafir. Ona soru soran bakışlarla yönelen yaşlı adama “Adnan Bey! Sizin oldukça körpe, Bihter diye bir eşiniz var, değil mi?”

Adnan’ın yüzü düşmüştü. “Evet,” dedi. “Ne olmuş ona?”

Okur yüzünü sıvazladı, “Oh,” dedi ve mırıldandı. Kitapta gül bahçesi, at arabası ya da Mahmut diye bir simitçi olmadığına emindi. “Acaba sisteme kendi yazdığım öyküyü de mi ekledim? Hayal ederken epeyce kitabın dışına çıkmışım.”

“Anlayamadım,” dedi yaşlı adam. Simitçi ise tablasını kavramış, her an okurun kafasına vuracakmış gibi tetikte bekliyordu.

“Hiç,” dedi okur. “Karınız sizi aldatıyor. Bir dost.”

Delirmiş kahkahalar atarak sahile koşarken ardında hayretler içinde kalmış iki hayali kahraman bıraktı. Kollarını yukarı kaldırdı, yerinden sıçradı ve Boğaz’ın sularına balıklama atladı.

Öksürükler içinde başını kaldırdı ve biraz önce yattığı demir banktan doğruldu. Bulutlar güneşi yutmuştu, hava da tenine görünmez iğneler batıracak kadar soğuktu. Neyse ki üzerinde onu soğuktan bir nebze koruyan koyu gri bir redingot vardı. Titreyen ellerini kafasına götürdü ve tüylü Rus kalpağını hissetti.

“Kolay,” dedi Neva Nehri’nin rüzgârda dalgalanan yüzeyi gibi titreyen sesiyle. “Bu kadar yalnızsam, yoksulsam ve mutsuzsam… Bir Dostoyevski romanındayım.”

Redingotunun koltuk altları ve pantolonunun dizleri yırtıktı. Kanındaki sıcaklığı dahi emen demir banktan kalkıp yürümeye çalıştı fakat mecali yoktu. Yol kenarına çöküverdi. Kalpağını ters çevirdi ve gelip geçenlerin umursamaz merhametine sığındı. Birkaç kopek toplayabilirse karnını doyurur, bu romandan da kendisini kurtaracak kadar hayatta kalabilirdi.

Dış dünyada aslen kim olduğunu bilmiyordu ama romanların içindeyken ölen okurlar olduğunu hayal meyal, uzaktan biri seslenircesine hatırlıyordu.

Eğer birisi acıyıp da kalpağına para atacak olursa sorular soruyordu ona.

“Burası hangi şehir? Moskova mı, yoksa St. Petersburg mu?”

Cevap, ikincisiydi.

“Baltayla öldürülen tefeci kadını duydunuz mu?”

Cevap, olumsuzdu.

“Raskolnikov’u tanır mısınız? Üniversite öğrencisiydi fakat maddi durumundan dolayı okulu bıraktı. Hangi bölümde mi? Hiç hatırlamıyorum. Peki Razumihin’i ya da Avdotya Raskolnikova’yı?”

Kimse onları tanımıyordu.

Okur, her istemediği cevapta biraz daha telaşlanıyordu. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza hariç hiçbir kitabını okumamıştı. Yoksa çok önceleri okuyup unutmuş muydu? Unuttuğu bir romanda kaybolabilir miydi?

Gece, omuzlarına, mezarlıktan alınmış toprakla dolu bir çuval gibi çökerken okurun gözleri yorgunluktan kapanmaya başladı. “Kayboldum,” dedi, ölüme yatmamak için kendi kendine konuşarak uyanık kalmaya çabalıyordu. Kendi beyninin içinde, kimin kurduğunu bilmediği bir hayalde son nefesini vermek istemiyordu.

Kurumuş dudaklarından “En acı gerçeklik en tatlı hayalden daha iyidir,” sözleri dökülürken gözleri uykudan vazgeçip açıldı, hem de faltaşı gibi. Bu cümleyi tanıyordu. Cümle bir şeyler hatırlamaya başladığı gerçek benliğine aitti. Okur, aynı zamanda bir yazardı ve bu, klasik Rus romanlarına öykünerek yazdığı kendi romanıydı.

Okur, yazar ve mucit Mehmet, saydam ve yuvarlatılmış bir tabuta benzeyen hayal kapsülünde telaş içinde uyandı. Kapak otomatik bir şekilde açılırken, adam, çalışma odasının son derece gerçek havasını kalp atışları sakinleşene dek içine çekti. Kapsülün bağlı olduğu bilgisayardaki seyir günlüğüne titreyen sesiyle notlar düştü.

“25 Mart 2028, Cumartesi, saat 16.11. Ben Mehmet Zilli. Hayal kapsülü deneylerimin 1584. günündeyim.”

“Zilli”, asıl adına eklediği mahlastı. Hayal kapsülünü icat etmesi için ona ilham veren tarihi kişiliğin az bilinen adından geliyordu.

“Bugün kapsül ile ortaklaşa çalışan metin tabanlı yapay zekâya üç kitap dosyası ve bir öykü girdim. Monte Kristo Kontu, Aşk-ı Memnu ve henüz tamamlamadığım romanım, Neva Nehri Kıyısında Üç Hafta. Aşk-ı Memnu’nun orijinal metniyle beraber, kitabın evreninde geçen mizahi öyküm ‘Simitçi Mahmut’u da dahil ettim.”

Kapsülün temel çalışma prensibi basitti. 2020’lerin başından itibaren gelişen yapay zekâ yazılımlarıyla üç boyutlu benzetimler üretiyor ve sanal gerçeklik cihazıyla kullanıcıya beş duyu deneyimi yaşatıyordu. Mucit, zaman algısını genişletmek ya da gerçeklik algısını güçlendirmek için çeşitli ses frekansları, geçici etki gösteren ilaçlar, düşük gerilimli elektrik gibi ek özellikleri kendi üzerinde deniyor ve yaşadıklarını seyir defterine geçiriyordu.

Andy Warhol’un “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak,” demesi gibi Mehmet de “Bir gün herkes 15 dakikalığına gezgin olacak,” diyordu. Nasıl beyin sadece birkaç saniye rüya görmesine rağmen insan bunu dakikalar, saatler, hatta günler gibi algılıyorsa, Mehmet de hayal kapsülünün insanlara on beş dakikada tüm mümkün hakiki ve hayali dünyaları gezdirmesini istiyordu. Tıpkı örnek aldığı Derviş Mehmet Zilli ya da Evliya Çelebi gibi.

İcadını geliştirirken iliklerine dek haz duyuyordu. Hayal kapsülüyle çıktığı her yolculuk muhteşemdi. Dilediği her şeyi yapıyor, mesela bugün olduğu gibi yüzüne dokunuyor, vücudunu yokluyor; doyasıya koşuyor, denize atlıyor, yerde bağdaş kuruyordu.

“Yan etki olarak geçici hafıza kaybı yaşadım. Geçtiğim hayali evrenlerden bazılarını ve o evrenlerde kim olduğumu anımsayamadım.”

Günlük notlarını kaydetti. Yine sesli komutla Neva Nehri Kıyısında Üç Hafta dosyasını açtı. “En acı gerçeklik en tatlı hayalden daha iyidir,” şeklindeki son cümlesi sürdürülmeyi bekliyordu.

“En acı gerçeklik en tatlı hayalden daha iyidir; ama gerçekliğin acı şarabını yudumlamak için tatlı hayallere mecburuz. Üşüyen birisi nasıl enerjisini korumak için şekerli, yüksek kalorili yiyecekler yerse biz de hayal kurarız. Hayallerimizden, hayatımızın zorlu parkurlarını aşacak gücü alıp yola devam ederiz.”

Bir süre daha konuşarak romanını dikte ettikten sonra bilgisayarı kapattı ve annesine seslendi. Anne, çalışma odasının kapısını açtı, tekerlekli sandalyeyi yaklaştırdı ve oğlunu kapsülden kaldırıp sandalyeye oturttu. Boynundan aşağısı felçli olan mucit, yedi yıl önce bir trafik kazasında hareket yeteneğini kaybettiğinden beri ona bebek gibi bakan ve aklındaki fikirleri somut dünyaya geçirmesine yardım eden annesine gülümsedi ve heyecanla son seferini anlatmaya başladı.

Gizem Çetin

Adım Gizem Çetin. 1997 yılında Uşak’ta doğdum. 2008 yılında memleketimiz olan Konya’ya taşındık ailecek. 2013 yılında Meram Anadolu Lisesi’nden mezun oldum. Aynı yıl İsyancı adında bir bilim kurgu romanı yazıyordum, bu tamamlanmış ilk çalışmam olacaktı: daha sonra Üç Kentin İsyancısı adıyla internette yayınladım. 2014 yılında Wattpad’de hesap açıp yazdıklarımı okurlara ulaştırmaya başladım. 2015 yılında Papatya Tarlasında Rönesans‘ı yazmaya başladım. Üç yılın ardından Başlangıç Yayınları’ndan çıktı. 2017 yılında yedi kitaplık bir bilim kurgu roman serisi olan Yedi Mum serisini yazmaya başladım. Üç yıl içerisinde, yani 2020 yılında tamamlandı. Aynı yıl TOBB ETÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun oldum. Şu an özel bir firmada çalışıyorum. 2021 yılında Yedi Mum Serisi'nin ilk ve ikinci kitapları olan Yedinci Mum ve Altıncı Mum, Nar Ağacı Yayınları'ndan çıktı. 2023 yılında ise Beşinci Mum çıktı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Rus Edebiyatı’nı güzel yansıtmışsınız. O kısımları okurken yüzümde bir tebessüm belirmedi değil.
    Gayet akıcı ve sonunu merak ettiren bir öykü yazmışsınız. Tek eleştirim öykünün kısa olması. Bu güzel fikirle daha uzun ve daha detaylı bir öykü yazabilirdiniz.
    Kaleminize sağlık.

  2. Çok teşekkür ederim. :slight_smile:

  3. Hayal Gezgini’ni seslendirdim. :mega:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for hayalperest44 Avatar for acimatriyarka