Öykü

İnci Dalgıcı

Takiyüddin, ismini meşhur gökbilimciden almasına rağmen 18-25 yaş arası, çalışmayan ve eğitim almayan kayıp nesildendi. Meslek lisesi olmayan bir liseyi bitirdikten sonra üniversiteyi kazanamamıştı, daha doğrusu, puanına dek gelen bölümleri gitmeye değer bulmamıştı. İşsiz ve parasız bir üniversite mezunu olmaktansa, asgari ücretle çalışan bir lise mezunu olmayı daha mantıklı bulmuştu. Birkaç birbiriyle alakasız iş değiştirdikten sonra çalışmaktan zevk alamadığına karar verdi ve bunun yerine evde oturup kendini, saatlerini sosyal medyada kısa video kaydırarak geçirmenin hazzına bıraktı.

Bin bir zorlukla avlanıp avını ele geçirdiğinde verilmek üzere tasarlanmış bir ödül olan beynindeki dopamin, boş yere ve fazlasıyla salgılanıp duruyor, bir konuya birkaç dakikadan fazla dikkatini vermesini önlüyordu.

Lise yıllarında son kitabını okuyup bitirmişti. Şimdi evdeki az sayıda kitabı eline alsa bile birkaç sayfa çevirdikten sonra bırakıyor; aklı, açık yüzeye sürülmüş kolonya gibi uçup gidiyordu. Bir zamana kadar en azından belgesel seyredebildiğini hatırlıyordu, şu an ise otuz saniyelik hap bilgi ya da dans videolarının bile sonunu getirmekten acizdi.

Düşünceleri yağmurdan sonra yol kenarlarında oluşan su birikintileri kadar derindi.

Haberleri her gün okurdu fakat gündem hakkında bir fikri yoktu. Seyrettiği bir dizi ya da hayranlık beslediği ünlü de yoktu ama güncel dizilerin yorumlarını, “o dizinin çok tepki çeken o sahnesi”ni, o ünlünün bu ünlüyle aşk yaşadığını, şu ünlünün şuraya tatile gittiğini okurdu. Popüler sözlükleri ya da logosu önceden kuş olup sonra bir harfe dönüşen mikroblog sitesini okurdu. Kanepesinde uzanıp boş bir ifadeyle elindeki telefona bakarak yarım gün boyunca bu tür içerikleri okuyabilirdi. Okuduktan sonra hiçbirini hatırlamaya değer bulmazdı.

Telefonunun şarjının bitmesini istemezdi. Çünkü bu içeriklere maruz kalmazsa kalbini sıkıştıran bir endişeye kapılıyor, geleceğini ve geçimini düşünüyordu. Eski bir tabirle “adam olacağına” dair vaatlerle oyaladığı babasının bir gün para yollamaktan vazgeçmesinden korkuyordu. Kendisini uyuşturmak için ekran ışıklarına ihtiyacı vardı.

Bir sabah, güneş doğarken kapısı çalındığında yarım yamalak uykusundan hayret ve merakla uyandı. Beklediği kimse -hem de bu saatte- yoktu. Evden, markete gitmek gibi zorunlu ihtiyaçlar dışında çıkmıyor ve komşularla da muhatap olmuyordu. Ebeveynleri pek ziyarete gelmez, gelecek olurlarsa da bir gün önceden haber verirlerdi. Yüzünü yıkayıp yıkamamak arasında kısa bir tereddütten sonra kapıyı açtı. Kat koridoru boştu. Paspasın üzerinde ise baloncuklu naylona birkaç kez sarılıp iple bağlanmış bir tablo vardı.

Merakın uykusunu dağıttığı adam tabloyu girişteki yolluğa yatırdıktan sonra içeriden koşarak makas getirdi ve naylonu yırtarcasına açtı. Tabloyla göz göze geldiği zaman birkaç saniye boş boş baktı. Sonra gülmeye başladı. Kahkahası komşuları rahatsız etmesin diye ağzını kapatsa da pek başarılı olduğu söylenemezdi.

“Bu ne oğlum?” diye söylenip telefonunu getirirken hâlâ gülüyordu.

1800’lü yıllarda Japonya’da çizilmiş meşhur “Ahtapot ve İnci Dalgıcı” tablosunun replikasıydı gelen. Resimde çıplak bir kadın, iki ahtapotla sarmaş dolaş zevk ediyordu. Bu tabloyu arkadaşlarından birinin yolladığından emin olan genç, resmi fotoğrafladı ve şaka yapma potansiyeli olan bütün arkadaşlarına gönderdi. Yaklaşık bir metre genişliğindeki tabloyla bütün evi dolaştıktan sonra yatak odasında boş bir çivi buldu ve astı. Öğleye yakın bir saatte uyanmak üzere tekrar uzandı.

Uyandığında, sessiz moddaki telefonunda bolca kahkaha emojili mesaj buldu. Arkadaşları da tıpkı onun gibi çok gülmüş fakat hiçbiri bu erotik tabloyu gönderdiğini kabul etmemişti. Takiyüddin, arkadaşları kısaca Tako diyordu ona, içlerinden birkaçını sıkıştırsa da itiraf alamadı. Sanat tarihi konusunda bilgili olan bir arkadaşı tablonun orijinal isminin “Tako to Ama” olduğunu, Japonca “tako”nun “ahtapot”, “ama”nın da “deniz kadını” anlamına geldiğini söyledi.

Amalar, inci toplayan Japon dalgıçlardı. Tüpsüz, maskesiz; sadece peştamal, bandana ve bıçakla otuz metre derine kadar dalar, tekrar yüzeye çıkana dek denizle bir bütün olurlardı. İki bin yıldır süren bu geleneği genç kızlar büyükannelerinden öğrenirlerdi.

“Her kimse, adın ve Japonca ‘ahtapot’ benzerliği üzerinden sana bir şaka yapmış.”

Tako’nun o günü tablo muhabbeti sayesinde önceki günden daha renkli geçti. Akşam olduğunda ise her şey eskisi gibiydi ta ki güneş doğarken kapı çalınana dek.

Bu kez paspasın üzerinde Uzak Doğu restoranlarının birinden gelen bir yiyecek paketi buldu. İçinde pişmiş ahtapot vardı. Bir an için irkilse de fotoğrafını çektikten sonra bir çatalla ahtapota daldı çünkü evde yiyecek bitmişti ve bedava gelen bir gıdayı geri çevirmeyi doğru bulmuyordu. Öğürerek yemişti ama tadını hiç fena bulmadı. “Çiğ balıktan, istiridye ya da karidesten, ahtapottan iğrenmek kültürel önyargıların sonucudur,” diye düşündü. Daha sonra ahtapotun Türkiye’de yenmediği düştü aklına. Bu, egzotik bir menüydü ve nadirliğine oranla pahalı olmalıydı. Kim şaka için böyle bir şey alırdı?

Tako ilk defa işin garipliğini fark etti ve korktu. Yatağına geçip sağdan sola dönse de düşünmekten uyuyamadı. Huzursuzluk içinde kalkıp telefonuna sarıldı ve yemeğin sipariş edildiği restoranı aradı.

Henüz erken olduğu için telefonu açan olmadı. Mesai saatleri başladığında ise restoranın görevlisi “Dün akşam internet sitemiz üzerinden ahtapotu siz sipariş etmişsiniz,” dedi.

“Bu mümkün değil,” dedi Takiyüddin.

“Beyefendi,” dedi görevli kadın. “Saat tam 21.09’da sistemde siparişiniz görünüyor. Kredi kartıyla ödeme yapmışsınız.”

“Bir saniye,” diyen adam internet bankacılığına girdi ve kredi kartından o restorana ödeme çekildiğini gördü. “Kartım çalınmış. Sitenizde 3D doğrulama yok mu? Nasıl bildirim gelmez bana?”

Görevli kadın ödeme sistemlerinin oldukça güvenli olduğunu anlatırken Tako da mesajları kontrol ediyordu. Saat 21.08’de bir doğrulama kodu gelmişti.

“Teşekkür ederim, ben…” dedi. “Bankamla görüşeceğim. İyi günler.”

Kod mesajına bakıp uzun uzun düşündü. Varsaydı ki kredi kartı bilgileri çalınmış olsun, telefonundaki kodu da okuyabilirler miydi? Yahut madem asgari ücret limitli kartı çalınmıştı, neden bu limiti kendilerine bir şey almak yerine, ona tuhaf hediyeler göndermek için harcıyorlardı?

Kredi kartı harcamalarını bir kez daha kontrol ettiğinde tablonun da karttan ödendiğini fark etti. Tablonun satıldığı dükkânı aradı. Dükkân sahibi de bir önceki gün 21.29’da bir çevrimiçi siparişin göründüğünü söyledi. Her ne oluyorsa akşam 9’un ilk yarısında oluyordu.

Evde geçen günlerin ardından ilk kez dışarı çıktı. Markete gitmeden önce parkta elleri cebinde dolaştı. Aklına bir şüphe düştü. Ya o yapıyorsa? Ya belli saatler arasında neler yaptığını hatırlamıyorsa? Bankaya ulaşmadan önce mobil tarayıcıdaki internet geçmişine baktı. Dün 21.09’da, ondan önceki gün de 21.29’da ilgili sitelere giriş yapıldığını görünce sarsılarak cihazı çimlere düşürdü.

Akşam vakti onun için yeni bir sınav vardı. Saat 9 ile 9 buçuk arasında teyakkuzda olacak, ne yaptığını not edecekti. Hasta olduğundan; filmlerdeki gibi, hafızasını kaybedip hatırlamadığı şeyler işlediğinden şüpheleniyordu. Sitelere onun telefonundan girilmesi, kod gelmesi, bu kodun da girilmesi bilişim korsanlığıyla dahi zordu. Takiyüddin gözlerini kırpmadan o saatleri bekledi. Telefonu hiç eline almadı.

Karanlıkta gözlerini açtığında saat 10’a yirmi vardı. Oturma odasında değil, yatağındaydı. Yastığının yanında telefon ışığı yanıp sönüyordu. Kafası karman çorman kalkıp su içti. Ardından telefonun geçmişini kontrol etti. Çeyrek saat önce bir kuyumcu sitesinden inci kolye sipariş etmişti. Siparişi iptal ettikten sonra yüzüne vuran ekran ışığı eşliğinde kara kara düşünmeye koyuldu.

Tako… Japonca “ahtapot” demekti. Doğa boşluk kabul etmezdi, o da anlamdan mahrum hayatına bir anlam inşa etmek istiyordu. Hayatı tıpkı tablodaki ahtapotun yaptığı gibi sarıp sarmalamak ve öz suyunu emmek istiyordu. Denize dalan ve karanlıklar içinden inciler getiren Japon inci dalgıçları da sanki yaşamanın antropomorfik bir tasviriydi.

Dante’nin onu cennette ve cehennemde gezdiren aşkı Beatrice’i var ettiği gibi Takiyüddin de inci dalgıçlarını idealleştirmişti. Oysa ne yaparsa yapsın inci ve mercanlar diyarından gelen bu kadınlar dört duvarlı, üç boyutlu somut dünyasında var olmayacaktı, öyle değil mi? Bütün bu hafızasını kaybedişleri, tuhaf siparişler bu yüzden miydi? Bilinçaltı onunla bir bağ mı kurmaya çalışıyordu? Yoksa düpedüz delirmiş miydi?

Kafasında çok soru vardı. Gece boyunca düşündü. Camdan görebildiği az sayıda yıldızın usul usul batışını izledi. Sabaha karşı banyoya gitti. Aynadaki aksine bakıp sırıtarak “Gerçeklikle bağını koparamadın Tako! Delirmeyi bile başaramadın,” dedi. Bir türlü kullanmadığı potansiyeli oradaydı işte, sanal çöpleri karıştırmak dışında bir amaç için çalıştıramadığı aklı yerindeydi. Bambaşka bir hayatı olabilirdi ama olamıyordu, konfor hapishanesinin parmaklıklarını parçalayamıyordu.

Bileklerini parçalayacaktı o halde. Açlık, savaş ya da hastalıktan değil anlamsızlık yüzünden ölecekti.

Aynaya bir yumruk attı, saçılan parçalardan birinin köşesini sol bileğinin içinde gezdirdi. Dayanılmaz bir acıyla çığlık attı. Ölüme direnen doğal güdüyü kırmak ve bedenine zarar vermek filmlerdeki kadar kolay değildi. Can havliyle banyo dolabını açtı ve gazlı bezle bileğini sıkıca sardı. Kesiğe bastırsa da kanamayı durduramadı. Yaşama arzusuyla rüzgârdaki yaprak gibi titrerken kısacık anlara kuyu kadar derin düşünceler sığdırıyordu. Eğer şu acıdan kurtulursa bugünü kendisi için bir milat yapacaktı.

Apartman yöneticisini arayıp bileğini kestiğini söyledi. Acildeki doktorlara nasıl bir yalan uyduracağını düşündü. İntihara teşebbüs ettiğini söylemekten utanıyor, ayrıca polisle uğraşmak da anne ve babasını telaşlandırmak da istemiyordu. Alelacele bir pantolon geçirdi üstüne. Bütün bunlar olurken hızla kan kaybetmeye devam ediyordu. Bilinci bulanıklaşıyordu. Geçtiği yerler ip gibi kıpkırmızıydı.

Gün doğuyordu. Hafif, duyulması zor, tek bir tıklama… Tako, dizleri üstünde, son mecaliyle kapıyı açtı. Bir inci dalgıcı vardı kapıda, başında bandanası ve belinde beyaz peştamalıyla; bir elinde maviye bulanmış bıçak, diğerindeyse henüz avlanmış bir ahtapotla.

Gizem Çetin

Adım Gizem Çetin. 1997 yılında Uşak’ta doğdum. 2008 yılında memleketimiz olan Konya’ya taşındık ailecek. 2013 yılında Meram Anadolu Lisesi’nden mezun oldum. Aynı yıl İsyancı adında bir bilim kurgu romanı yazıyordum, bu tamamlanmış ilk çalışmam olacaktı: daha sonra Üç Kentin İsyancısı adıyla internette yayınladım. 2014 yılında Wattpad’de hesap açıp yazdıklarımı okurlara ulaştırmaya başladım. 2015 yılında Papatya Tarlasında Rönesans‘ı yazmaya başladım. Üç yılın ardından Başlangıç Yayınları’ndan çıktı. 2017 yılında yedi kitaplık bir bilim kurgu roman serisi olan Yedi Mum serisini yazmaya başladım. Üç yıl içerisinde, yani 2020 yılında tamamlandı. Aynı yıl TOBB ETÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun oldum. Şu an özel bir firmada çalışıyorum. 2021 yılında Yedi Mum Serisi'nin ilk ve ikinci kitapları olan Yedinci Mum ve Altıncı Mum, Nar Ağacı Yayınları'ndan çıktı. 2023 yılında ise Beşinci Mum çıktı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Aslında tuhaf kurgu/gizem türüne yakışacak konular buluyorsun ama öyküyü işleme tarzına o “tuhaflığı/gizemi” yediremiyorsun. Bu öyküde bunları hissettiğim tek yer öykünün sonu oldu. Bunu öykünün tamamına yayabilirsen Poevari bir öykücü kazanabiliriz.

  2. Poe öykülerini çok severim, bu yüzden motivasyonumu arttıran bir eleştiri oldu. Gizemi öykü geneline yaymak konusunda yazımımı geliştirmeye çalışacağım.

  3. Öykümün sesli hâlini artık dinleyebilirsiniz. :slight_smile:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for hayalperest44 Avatar for acimatriyarka