Öykü

Her Şey Yazılmaz ‘A’ Çocuk

O gece bir rüya gördü Hüseyin. Karanlık bir mağara vardı ve gölgelerin içerisinde bir adam. Kendisine yardım edeceğini söylüyordu. “Sen üzülme babanın intikamını alacağız” diyordu. Ses tanıdıktı sanki. O sabah erken kalkıp ava çıkmıştı. Önce ovada bir tur attı. Gözüne bir av çarpmadı. Bir iki keklik gördü ama yayını germeğe değmezdi. Ardından atının dizginlerini güneydeki tepelere çevirdi. Uzun süre at sürdü bazen dinlenerek bazen de av peşinde yürüyerek yol aldı. Bir ara yamacın hafifçe düzeldiği bir yerde gözüne bir kulübe çarptı. Ulu iki meşe ağacının altında varlığı ilk anda göze çarpmayacak bir kulübeydi. Öyle ki taş duvarlarının üzerini yeşillenmeye başlamış sarmaşıklar kaplamıştı. Ne de olsa mayıs ayının başındaydılar.

Atından indi ve ağır adımlarla kulübeye doğru yürümeye başladı. Bu kadar zamandır bu yörede olmalarına karşılık burayı görmemesi ve bura hakkında konuşulmaması garipti doğrusu. Biraz daha yaklaştığında içeriden gelen çığlıkları duydu. Bir adam bağırıyordu ve bir çocuk ağlaması vardı. Adımlarını hızlandırdı. Dizginlerini bıraktığı atı geriden geliyordu. İçeri girdiğinde gördükleri karşısında dili tutulmuştu. Yaşlı bir adam kulübenin tam ortasında yerde yatan birinin üzerine bıçak doğrultmuştu. Birkaç adım ötesinde yaşlı bir kadın kanlar içerisinde zorlukla nefes alıyordu. İlk şaşkınlığı geçince boğazını patlatırcasına bağırdı. “Dur yapma” diye. O zaman yerde yatan çocuk bağırdı. “Kurtarın, babam beni öldürecek” Şaşkınlığı iyice arttı. Sese bakılırsa ya bir kızdı veya bir çocuk. “Elindeki hançeri at” dedi gür bir sesle Adam kendisine dönüp baktı ve “Karışma yabancı, O benim oğlum, istediğimi yaparım” dedi.

“Canı veren Allah’tır ve canı alacak olanda odur.” Adamın yanına varmıştı. Uzun kırçıl sakallı adam yanında duran gence baktı ve tekrardan “sen karışma yabancı” dedi. Az önce gevşeyen bilekleri bir kere daha sarıldı hançerin kabzasına. Kolları gerildi. Genç yabancı kılıcını çekti ve bir kere daha

“Bu yaştaki biri suçlu olamaz” dedi. Adamın altında duran çocuk gülümsemeye çalıştı.

“Yapma baba” dedi. O ara biraz ötede duran kanlar içerisindeki kadın “İşini tamamla bey öldür o şeytanı” dedi. Genç adamın kafası karışmıştı. Bunlar bir aile miydi? Eğer bir ailelerse nasıl bir aileydi böyle. Adamın dudakları kıpırdıyordu.

“Bırak çocuğu” dedi bir kere daha. Adam transa geçmiş gibiydi. Hemen yanındaki kadın da üzerindeki kanlara aldırmadan dizlerinin üzerine doğruldu. Ellerini birleştirdi ve o da dua etmeye başladı. Önce sessizce başlayan dualar sesli hale gelmişti. Engel olması gerektiğini düşünüyordu ama nasıl yapacaktı.

“Elindeki hançeri bırak dedim sana” dedi. Zaman kazanmaya çalışıyordu. Adam aldırmadan devam edince ellerine sarıldı, elindeki çeliği almak istedi. Adam yaşından beklenmeyecek kadar güçlüydü. Kadın diz çöktüğü yerden fırladı kocasına engel olmaya çalışan gencin üzerine atladı. O ara çocuk üzerindeki baskıdan kurtulmuştu ve kaçtı. Kulübenin duvarının dibine sığındı. Kadın tırnaklarıyla delikanlının boğazını sıkmaya başlayınca refleks olarak ittirdi. Yere yuvarlanan kadından kurtulunca karşısında adamı gördü.

“Ne yaptığını bilmiyorsun. Nasıl bir günah işlediğinin farkında değilsin” dedi. Tekrar hamle yaptı. Delikanlı bu defa korkmadan yumruğunu indirdi sakallardan görünmeyen suratına. Adam olduğu yere yığıldı kaldı. Beri yanda duran kadın bir yandan uzaklaşmıştı genç adamdan diğer yandan söylenmeye ve delikanlıya lanetler etmeye devam ediyordu. Yapması gerekeni yaptı. O kulübede yaşayanları bağladı ve çocuğu yanına aldı. Birlikte Kasabaya indiler.

Aşağıya, Çınarlı kasabasına indiklerinde vakit öğleden sonra olmuştu. Doğru merkezde bulunan kadıya yöneldi. Daha kasabaya girerken meraklı bakışları üzerine çekmişti. Atın üzerinde birbirine sımsıkı bağlı iki kişi vardı ve üzerleri kurumuş kan lekeleri yüzünden kırmızıya boyanmıştı. Kadı Efendi’nin yardımcısı, iki kişinin attan inmesine yardımcı olmuştu. Konuşmaları işiten Kadı Efendi de dışarı çıkmıştı. Kolluk kuvvetlerinden gelen birkaç kişi neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

“Hüseyin Bey oğlum, neler oluyor” dedi, Kasabanın sorumlusu. Padişahın gölgesi olsa da yaşadığı yıllar Kadı Mehmet Efendi’ye olgunluk katmıştı. Kolluk kuvvetlerinin yanında duran iki kişiyi görünce “Keşiş Mobso, neler oldu sana” dedi. Adam kendisine seslenen Kadı Mehmet Efendi’ye baktı ve bir şey demeden başını öne eğdi.

“Kadı Efendi, bu katilleri tanıyor musunuz?” dedi Hüseyin, bir iş yapmış olmanın gururuyla.

“Hayır, ben katil görmüyorum, evet ben bu kişileri yanıyorum” dedi yaşlı adam ses tonu makamına göre bir hayli yumuşaktı. “Padişahımız efendimizin faydalı kullarındandır kendisi. Yukarıda Taş Manastırda karısı Zeno ile yaşarlar” diye sözlerini tamamladı.

“Ama bu adamı şu küçük çocuğu öldürmek isterken gördüm” dedi. Yaşlı Kadı anında itiraz etti. “Mümkün değil” dedi. Bu adam gayri Müslim olsa bile ahlakı için ben kendisine kefil olurum” dedi. Kırlaşmış kaşları çatılmıştı.

“Size gözlerimle gördüm diyorum” dedi. Çevrede neler olup bittiğini anlamak için toplanan kalabalığın bakışları ve tabii ki Yaşlı Kadı’nın da bakışları genç delikanlının işaret ettiği yöne baktı. Çocuk, yere çömelmiş için için ağlıyordu. Kadı Mehmet Efendi ağır adımlarla o yöne yürüdü.

“Bu ağabeyin neler söylüyor böyle” dedi. Sesini çocuğu korkutmamak için iyice yumuşatmıştı. Pek kasabaya gelmeseler de Tales’i severdi. Güzel yüzlüydü ve ağırbaşlı bir çocuktu. Akıllıydı. Hep “böyle anne babaya böyle çocuk gerekir” derdi onları bir arada gördükçe.

“Tales, evladım hiç anne baba evladını öldürür mü?” dedi. Çocuk burnunu çekti ve parmaklarıyla gözyaşlarını sildikten sonra “Onlar benim gerçek annem babam değil” dedi. Kasabanın orta yerine bir yıldırım düşseydi ancak bu kadar şaşırtıcı olurdu.

“Nasıl olur çocuğum sen onların yanında büyüdün ve onlar seni bağrına bastı” dedi. “Bu onları annem babam yapmaz” dedi. Sesi ince ve çocuksu olsa da konuşması yetişkin birinin konuşmasıydı. “Benim dedemin ulu bir padişah olduğunu öğrendim.” Kalabalıktan bir ses duyuldu “Yalan söylüyor” dedi. Başlar kimin konuştuğunu anlamak için o yöne dönünce konuşanın bir kadın olduğunu gördüler. Kılık kıyafetine bakınca bir pazarcı olduğunu anlardınız.

“Ben yıllardır tanırım bu iki insanı. İnsanları bırakın hayvanlara bile zarar vermez onlar” dedi. Bir başka aynı cümleyi kurdu arkasından destekleyici başka cümlelerde. Kadı Mehmet Efendi, olayların buraya taşınmasına neden olan genç adama dönerek

“Şimdi söylediklerini bir daha düşün ve ona göre cevap ver. Böyle bir şey oldu mu? Yoksa birilerinden bulduğun otlardan içmiş olabilir misin?”

“Bak Kadı Efendi, yaşına ve makamına saygı duyuyorum ama hayatı boyunca gırtlağından şarap bile geçmemiş olan birine yani bana esrarkeş muamelesi yapmanızı kabul edemem” dedi. Ben, yukarıda tepelerdeki kulübede çocuğunu öldürmeye çalışan iki kişi gördüm ve size getirdim, artık karar sizin” dedi ve yürüdü atının başına gitti.

“Eğer fikrin değişirse ben İbrahim Paşa’nın çiftliğindeyim” dedi. Bir yıl önce bu kasabaya taşınan Dündar İbrahim Çiftliğinden söz ediyordu. Adam daha gözden kaybolmadan Keşiş yerinden doğruldu ve sendeleyerek Kadı’nın yana geldi. “Şimdi biraz daha iyiyim. Size olanları anlatayım” dedi yaşlı adam kolculardan birine. “Gidin bakın hekim nerede kaldı” dedi. Yaşları birbirine yakın iki adam içeri girdiler.

Hüseyin, çiftliğe vardığında kendini bir hayli yorgun hissediyordu. Herkes o iki kişinin böyle bir şey yapmayacağı konusunda teminat vermişti. O zaman gördükleri neydi öyle. Tamam, namaz kılmıyordu ama kalabalığa söylediği gibi kendisi şarap bile içmezdi, harama uçkurda çözmezdi. Sırtüstü uzandı ve gözlerini kapattı.

Gözlerini kapatır kapatmaz kendisini birkaç saat önce gezdiği tepelerde buldu. Yine atının üstündeydi yine av peşindeydi. Tek fark her yer karanlıktı. Kendisini zifiri karanlık içinde bulmuştu. En karanlık gece bile bu kadar karanlık olamazdı. Burnunun ucunu bile göremeyecek durumdaydı. Hatta burnu var mıydı ondan bile emin değildi. Korkudan çığlık attı ama ağzının sonuna kadar açıldığından ve ses tellerini parçalayacak kadar bağırdığından emindi. Yine de sesini bağırışını duyamıyordu. Birden omuzlarında bir güç hissetti sarsılıyordu kendisini sert rüzgârlarda sallanan ağaçlar gibiydi. Ve adının çağrıldığını duydu. Üstelik ses çok tanıdıktı. Ve tüm gayretini göz kapaklarına verdi. Hafif ince bir çizgi halinde gördü ışığı. Ardından karanlıklar silindi ve kendini yattığı döşekte beyaz çarşafların üzerinde buldu.

“Oğul” dedi hemen başucundaki yaşlı kadın. Ne kadar çok bağırdın ne kadar çok çığlık attın öyle” dedi. Annesi Ayşe Hatun’du konuşan. Kafasını hafif çevirince diğer yanda ablasını Nursema’yı gördü. Kapı eşiğinde ağabeyi ve eniştesi vardı. “Kâbus mu gördün?” dedi ağabeyi Hasan. Annesi, küçük oğlunun alnındaki terleri sildi.

“Buralar yaramadı bize” dedi ardından anasına. Kız kardeşi Nursema destek oldu Hüseyin biraderine

“Hadi ana he de Dersaadet’e dönelim” dedi. Hüseyin, sızlanmalarına devam etti. “Buralar bize göre değil. Yapamayız buralarda.” Saçları çok kısa kesilmiş, ince sakalları sivri çenesinde daha çok belli olan enişte araya girdi. “Kayınço, bizi oralarda istemiyorlar. Rahmetli babamıza iftira atmışlardı unuttun mu? Bir yıldır buradayız ve buralara gayet iyi uyum sağladık” dedi. “Ekiyoruz biçiyoruz karnımızı rahatlıkla ve bolca doyuruyoruz. Kalan ürünümüzü satıyoruz.”

“Güzel bir evimiz var” dedi baba yerine geçen Hasan Ağası. “Tam da işler yoluna girecekken ve kendimize güzel bir gelecek kuracakken neden her şeyi bırakıp dönelim”

“Ama ben mutlu değilim. Kötü bir şeyler olacakmış gibi korkuyorum” dedi Hüseyin. Ayşe Ananın kızı Nursema eğildi annesinin kulağına bir şey söyledi. Kadın hafifçe gülümsedi. “Sana burada kök saldıracak olanın ne olduğunu biliyorum” dedi. Hüseyin önce bir şey anlamadı. Diğerleri de gülümsemeye başlayınca başına çorap örmek istediklerini anlamıştı. Hâlâ kapı eşiğinde duran ağabeyi Hasan,

“Zeliha” dedi.

“Nereden çıktı Zeliha şimdi” dedi Hüseyin ama sözünü henüz bitirmişti ki kapıda duran iki genç yol açınca başında yarım yamalak örtülmüş örtüsüyle hafif toplu, kısa boylu bir kız göründü. Elinde gümüş bir tepsi tepside toprak bardaklar vardı. Hemen arkasında da Hüseyin’in en büyük ablası Pakize vardı. Pakize kadın buraya geldiklerinden beri Zeliha’yı beğeniyordu ve kardeşiyle evlendirmek istiyordu.

“Neler oluyor anlat bakalım” dedi Kadı Mehmet. İnsan içinde olmayan ve kendini yanlış da olsa bir Tanrı’ya adamış bulunan bu evli çifti seviyordu. Kendi hallerinde kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gidiyorlardı. Daha güzeli o dağ başında yetiştirdiklerini komşularıyla seve seve paylaşıyorlardı. Böyle bir karı kocanın anne babanın kendi evlatlarını öldürmeye çalışması akıl alır gibi değildi. Adam ses seda çıkmayınca tekrar sordu Mehmet Efendi.

“Kimsenin senden beklemeyeceği bir hareket anlatılanlar. Bana gerçeği söyle, kim yaptı, Dersaadet’li Merhum İbrahim Paşa’nın oğlu Hüseyin mi?” Adam dostum demese de güvenebileceğini bildiği Kadı’nın yüzüne baktı. Sanki söylemekle söylememek arasında gidip geliyor gibiydi.

“Bu çocuk bize uzaklardan geldi. Hatırını kıramayacağımız birinin torunu olduğunu söylediler. Siz büyütün iyi bir evlat olsun demişlerdi. Ama bu çocuğun zararlı işlere alet edildiğini öğrenince…”

“Nasıl zararlı işler bunlar” dedi meraklı bir sesle. “Bu ülkeye büyük bir fesat çıkaracağını öğrendim.” Mobso, birden sözünü kesti ve

“Çocuk nerede şimdi?” dedi.

“Bizim evde, hanımın yanında” Mehmet Efendi heyecanlanmıştı. “Hemen birini gönder daha sıkı göz kulak olsunlar” dedi adam. Kadı, yaşlı bedenini taşımakta zorlanan bacaklarına rağmen kapıya yürüdü, odacıyı çağırdı. “Numan, hemen bizim haneye git ve çocuğu bana getir”

Numan, Kadı Efendi’nin oğlu gibiydi. Eli tezdi, akıllıydı. Yaşlı adamın sözlerini ikiletmeden koşarak fazla uzak olmayan eve doğru gitti. İki dakika geçmemişti ki avlu kapısının tokmağını vuruyordu. Metalik tok ses sokakta birkaç kere yankılandı. İçeriden ses gelmeyince hemen önünde bulunan mandala bastı ve kapı gıcırdayarak açıldı.

“Melekper Ana” dedi daha içeri girmeden. Hâlâ ses seda yoktu. Avuçlarını birleştirdi ve boru gibi yaparak tekrar seslendi “Ben Numan kulunuz, evde misin?” dedi. Güllerle bezenmiş ve taşlar döşenerek düzeltilmeye çalışılmış küçük avlunun ötesinde iki katlı taş ev vardı. Alt kattan, yukarıya çıkan merdivenin hemen yanındaki kapıdan gençliğinin sonlarına yaklaşan bir adam çıktı.

“Bu ne gürültü be adam, biraz edep yahu” dedi. “Çok özür dilerim Mahdum İsa Bey ama mühim olduğu için böyle davrandım”

“Neymiş mühim olan”

“Validenizin yanında bir oğlan çocuğu vardı. Kadı Efendi O’nu geri çağırıyor” dedi. İki adam hızlı adımlarla basamakları çıktılar. Üst katta içeri girdiklerinde ağırlıklarından zemin gıcırdadı.

“Ana, burada mısın?” dedi adam gür bir sesle. Hiç ses yoktu. Evin oğlu öndeydi ve önce cümle kapısını açtı. Gürültüleri duyan evin diğer sakinleri de dışarı merdivenlere çıkmışlardı. Adam anasını öylece yerde yatınca bir çığlık attı. Ardında yukarıya varmış olan gelinde bağırmaya çocuklarda ona eşlik etmeye başlayınca iş curcunaya dönmüştü. Numan, ellerini açtı ve gelin, torunların içeri girmesine engel oldu.

Kadı Efendi’nin büyük oğlu, yerde yüzükoyun yatan anasının yanına vardığında nefes alıp verdiğini görünce içi rahatladı. O ara Gelin iri gövdesiyle kapıda bekleyen kolcuyu itmiş kaynanasının yanına varmıştı. Hafif sarsınca yaşlı kadın kendine geldi.

“Nerede o şeytan” dedi zorla konuşarak.

“Ana kimi soruyon? Neeuzubillah Şeytanın ne işi var bizim hanede”

“Dağda yaşayan gâvur adamın oğlundan söz ediyorum” dedi ardından anlamadıklarını görünce “Tales midir Males midir? Ondan söz ediyorum.” Yerinden zorlukla doğruldu. “Baban bana bir süre bakarsın diye göndermiş ya o çocuğu. Eli ayağı düzgün bir çocuktu. Kendisine nasihatlerde bulunmaya başlayınca üzerime saldırdı.” Gözlerinden yaşlar boşandı. “Üzerime atladı vahşi bir kedi gibi ve yüzümü gözümü çizmeye başladı.” Eliyle gösterdiğinde yüzündeki kırmızı çizgiler belli oluyordu. “Bir tokat aşk ettim savruldu. Düştüğü yerde ağlamaya başladı. “Hele bir padişah olayım o zaman hepinize göstereceğim” dedi ardından evden dışarı fırladı gitti” dedi.

“Hanım” dedi Kadı’nın oğlu, “Büyük oğlanı gönder Lokman’ı çağırsın. Gelsin de anama bir baksın”

Numan, Kadı Efendi’ye durumu anlatınca adam başındaki kavuğu çıkardı ve kelleşmiş başını kaşımaya başladı.

“Ne diyon bu duruma” dedi Keşiş Mobso’ya. “Nereye gider el kadar çocuk” dedi. Kendi kendine konuşuyor gibiydi. “Manastırın o yana gider çünkü oraları iyi biliyor” dedi Mobso. “Çok akıllıdır nereye saklanacağını bilir ve hayatını sürdürür.” Kadı Efendi’nin kapısında büyük oğlu İsa göründü. İsa Beyin yanında kendi yaşlarında biri daha vardı. Uzun saçlı ufak tefek bir tipti. Kiloluydu ve boyunun kısa olması kendisini daha da kısa gösteriyordu.

“Kolay gelsin Mehmet Efendi” dedi. Türkçe konuşuyordu ama bozuk şivesi bir Rum olduğunu hemen belli ediyordu.

“Neler oluyor Keşiş” dedi Mobso’ya dönerek.

“Bizim oğlan başımıza işler açtı” dedi. Hemen ardından zoraki bir “hoş geldin Leon” sözü döküldü Mobso’nun dudaklarından. Kadı Hazretleri sadece selamlamakla yetindi.

“Senin oğlan bir melekti hani. Adını da Bilge Tales koymuştun. Din konusunda hepimize önderlik edecekti” dedi Leon. Alaycı bir ses tonu vardı.

“Herkes hata yapabilir. Ama Tales adını aldığı bilim adamı gibi biri olacak” dedi. Dedi ve kısık bir sesle ekledi, “Tanrı izin verirse tabii.”

“Üzülme Mehmet Efendi, bu işler halledilir” dedi. Yüzü gülüyordu hâlâ. “Belki de tüm bu olanlarda hepimiz büyük hayırlar gizlidir” Leon, hâlâ sinir bozucu bir şekilde gülümsemeye devam ediyordu.

“Belki de gizli bir hastalığın ortaya çıkmasına vesile olur” dedi kadı. Leon’un yüzündeki sırıtma anında donmuştu.

Numan, hemen adam topla ve çocuğu aramaya çıkın” dedi. O ara kalabalığın arasından bir cılız genç adam çıktı. “izin verirseniz ben de gelmek istiyorum” dedi. Bu Çulsuz Hasandı. Lakabı ’Çulsuz’du ama kendi kısa boylu, pek yaman bir Hasan’dı. Yaklaşık bir hafta önce Çınarlı’ya gelmiş kendisini sevdirmeyi başarmıştı. Elinden her türlü iş geliyordu. Bilgiliydi ve becerikliydi. Neşeliydi ve konuşkandı. Hatta çok konuştuğunu çok soru sorduğunu söyleyenler bile olmuştu.

“Gel bakalım Çulsuz, senin kolaycı zekâna ihtiyacımız olacak” dedi Numan. Toplanan adamlarla birlikte getirilen atlara bindiler ve Keşiş Mobso’nun manastırına doğru yola koyuldular.

Kadı’nın makamında iki adam yani Mehmet Efendi ve Tacir Eflatun kalmıştı. “Sen kusura kalma, canım sıkkın olduğu için öyle dediydim hastalık falan.” Bir süre sustu ve “ne diyorsun bu işe” dedi Mehmet Efendi. Görevi gereği bu gayrimüslimi pek sevmezdi ama kasabanın ileri gelenlerinde biri hatta birincisi olduğu için onu küstürmeyi kızdırmayı istemezdi.

“Bizim Keşişin hezeyanları” dedi. “Kendini hep bizlerden üstün gördüğünü biliyorsun. Ne yapar eder burada gündemde kalmayı sever.” Karşısındaki şişman adamın bu sözlerine katılmasa da sesini çıkarıp Keşişin savunucusu gözükmeyi de istemezdi. Ne de olsa ikisi de aynı soyun çocuklarıydı.

“Gülsüm Kadın, hadi bize iki kahve yap” dedi. Aklına gelmiş gibi sordu, Leon Efendi karnın aç mı?” dediğinde “Tok” dedi alaycı bir sesle “Koca bir domuz pirzolasını mideye indirdim az önce” dedi. Domuz kelimesine ve domuzun kendisine çok kızdıklarını biliyordu. “Türk kahvesi üzerine çok iyi gelecek diye devam etti.

“Ne diyorsun Mobso böyle bir işe kalkışır mı?” dedi Mehmet Efendi. İki akrandılar hem de her yönüyle. Yaş olarak, otorite olarak ve para olarak. İkisi de kendi toplumlarının lideriydi. Çınarlı Kasabasında hatırı sayılır Rum tebaa vardı. Leon Efendi,

“sence bu işleri kim yapıyor” dedi. Adam oturduğu peykeye yaslandı. Hemen karşısında ama odanın diğer tarafında oturan Tacir, ev sahibinin uyuyor mu yoksa düşünüyor mu olduğunu anlayamıyordu. Uzun bir sessizlik oldu.

“Sence bir çocuk annesini, babasını bıçaklamaya kalkar mı?” Soru Mehmet Efendi’den gelmişti. “Uykuda yaptığı söyleniliyor” Leon’un ilgisiz bir tavrı vardı. Ve devam etti, “Ne olursa olsun bir çocuk etki altında değilse böyle bir şeyi yapmaz yapamaz.” Kadı Efendi kendi gibi düşünen birini gördüğü için içi rahatladı. “Sence çocuğa büyü mü yapmışlar” Şişman tüccar cevap verdi, “Kesinlikle”

“O zaman bize kimin yaptığını bulmak kalıyor” dedi Kadı Efendi. Kısa süren suskunluktan sonra “Önce bir çocuğu bulsunlar da” dedi kendi kendine konuşur gibi.

Atlar iyiydi. Yere sağlam basan arazi ne olursa olsun yüksünmeden yürüyorlardı. Bir saat geçmemişti ki Keşiş Mobso’nun evine vardılar. Kalabalıktılar ve oradan çevreye ikişerli guruplar halinde dağıldılar. Dere yataklarına iniyorlar küçük tepeciklere çıkıyorlardı. Ama çocuktan bir iz bulamadılar. O ara arayanların içerisinde olan Hekim Ahmet, beraber yürüdüğü Saraç Mustafa’ya

“Önceden de garip olayların olduğu söyleniliyor” dedi. Saraç Mustafa, durdu ve adamın yüzüne öylece baktı. Sesini alçaltarak,

“Sözlerinizde samimiyseniz yatsı namazından sonra sizi Dere Camisinin arkasında bekliyor olacağım” dedi. Kayıp çocuğu arayanlar on kişiden fazlaydı ama saatlerce dolaşmalarına rağmen bir işaret bir iz bulamadılar. Hava kararmaya başlayınca geri dönmek zorunda kaldılar.

Yatsı namazını Kasabanın batısında kalan Dere camisinde kılmıştı Hekim. Ahşap küçük ve sade bir camiydi. Aslında camiden çok bir mescit havası vardı ama yöre halkı cami diyordu. Cemaat tesbihattan sonra cemaat sessizce evlerine dağılmaya başladı. İşte o zaman Saraç ile Hekim kısa bir süre birbirlerine baktılar ve saraç Mustafa önden yürüdü. Caminin geniş avlusundaki ulu ağaçların arkasında gölgede durdu. Ağır hareketlerle dışarı çıkan genç hekim çevresine bakındı. Herkesin gittiğinden emin olduktan sonra ve tüm cemaatin uzaklaştığına emin olunca fısıldar gibi çevreye seslendi,

“Mustafa Usta” Biraz ötedeki yıkık bahçe duvarının hemen arkasından ses geldi. “Buradayım” Sesi tanımıştı. Üç aydır bu küçük kasabadaydı ve insanlarını tanıma fırsatı bulmuştu. Önce sessizlik oldu gecenin içerisinde. Ardından ilk söz Ustadan geldi.

“Siz kimsiniz ve neyin peşindesiniz?” dedi. Hekim Ahmet, “Bursalıyım ve üç aydır burada Çınarlı Kazasındayım” dedi. Bir süre daha sessizlik oldu ve ardından

“Bunu herkes biliyor. Genç, yardım sever, bilgili, elinden her iş gelen büyüklerin sevdiği küçüklerin hayran olduğu Lokman Hekim.” Sözün burasında adamın lakabını söylerken sesini hafif yükseltmişti. Böyle bir adam Allah’ın unuttuğu bu yerde ne yapsın. Eğer bana kim olduğunuzu söylerseniz bende bildiklerimi anlatırım” dedi.

“Tamam dedi, kendimi gizlediğimi düşünüyordum ama belli ki apaçık ortadaymışım. Payıtahtan geliyorum ve burada garip şeyler olduğu söylendi. Neler olduğunu anlamaya çalışıyorum”

“Burada yaşayan insanlar dışarıdan bakınca aptal görünürler ama onlar olan bitenin farkındadır. Sadece dile getirmezler” Ardından “Dersaadet’ten geldiğin ne belli” sorusu geldi haklı olarak. Genç hekim parmağındaki gümüş yüzüğü gösterdi. Yüzüğün üzerindeki ilk elli olmayan kapağı kaydırınca karanlıkta bile ışıldayan tuğra ortaya çıktı.

“Yaklaşık bir yıldır burada garip şeyler oluyor. Özellikle Hıristiyan tebaa gizli saklı bir işler çeviriyor. Kilisede sık sık toplanıyorlar. Bizim çiftçilerden biri öğrenmek için aralarına katılmak istedi ama kabul etmediler. Üstelik birkaç gün sonra tarlada cesedini buldular. Kurtlar parçalamıştı. Bu konuda konuşan bir başka mümin Ali Efendi uçurumun dibinde bulundu. Ayağı kayıp düşmüştür” dedi Kadı Efendi’nin oğlu İsa. En son siz gibi dışarıdan gelen bir çerçi birkaç gün kaldı köyde. Bir gece kayboldu. Onun cesedini bulabildiler ne de arabasını. Aklıma gelen kazalar bunlar” dedi. Aslında bundan çok daha fazlası vardı ama kimse cesaret edip soramıyordu. Konuşma bir süre daha uzadı doğal akışıyla Bir ara Saraç Mustafa “Yarın hıdrellez bunlar bir kötülük düşünüyorlar” dedi. Ayrıldıktan çok sonra yastığa başını koyduğunda bile o cümleyi düşünüyordu “yarın bunlar bir kötülük düşünüyor”

Masum, ovada kamp kuran küçük gurubun en genç üyesiydi. Sabah erkenden uyandı. Yeni bir gün başlıyordu ve Amcası Rauf’un söylediğine göre bu gün son yolculukları olacaktı. İki çadır kurulmuştu ovanın ortasında. Burası dar uzun bir yanı taze deniz havası alan diğer yanı yeşil tepelerden oluşan bir ovaydı. Sönmek üzere olan ateşe sağdan soldan bulduğu dalları kökleri attı. Mayıs ayının başında olmalarına rağmen hava sabahtan serindi. Ateş, kıvama gelince üzerine küçük bir tencere koydu. Yanlarında getirdiği testiden su doldurdu ve içerisine bir tutam çay attı. Büyük çadırda hâlâ bir hareket yoktu. Uzaktan aldığı koku Payıtahtı, Boğazı aklına getirdi. Gece göremediği denizi görebilmek için koştu. Arada duran çalılar ve küçük ağaçları geçince, uslu bir çocuk gibi duran denizi gördü. Ufka kadar uzanan mavilik içini hoş etmişti genç çocuğun. Kafasını kaldırıp biraz daha öteye bakınca kocaman bir dağ gibi yükselen adayı gördü. Biraz ince kumların üzerinde dolaştı, koştu, zıpladı. Kumsal her iki yana uzayıp gidiyordu. Kuzeye doğru yol alınca küçük bir derenin denize kavuştuğu yerde buldu kendisini. “Hayvanlar için burası iyi” diye düşündü. Geç kalmış olabileceği aklına geldi ve tekrar geceledikleri yere döndü.

Büyük çadırda hâlâ bir hareket yoktu. Burada olma sebepleri olan Çelebi ağabeyi daha uyanmamış olmalıydı. Yanında ki küçük bir çadırın içinden yatan amcası Rauf ve arkadaşı Sefer dışarı çıkmışlar ateşin başına oturmuşlardı. Rauf, “nerelerdesin yeğenim” dedi.

“Biraz çevreyi dolandım” dedi genç çocuk. “Gitmeden tarhanayı da ocağın üzerine koysaydın ya” dedi. “nasıl aklıma gelmedi deyip kamp malzemeleri koydukları yere yönelince “Dur şaşkın” dedi Sefer, “tencere burada” gösterdiği yer gürül gürül yanan ateşin yanıydı. Eğildi tencerenin içerisindeki tahta kaşıkla çorbayı karıştırırken “Amca denizin ötesinde kocaman bir ada vardı neresi ola ki.”

“Orası Susam adası, İstanbul’un Fatihi Mehmet han o adayı da topraklarına kattı” dedi. Çocuk hayranlıkla

“Denizin ortasında nasıl da görkemli duruyor” dedi.

“O kadar sevinme, oranın halkı da ekseriyetle urumlardan oluşuyor” dedi amcasının arkadaşı Sefer. Çocuk Birkaç adım ötedeki ağaçların altına yürüdü. Orada Kayası ağaçlarının altında bir araba ve üç at ve bir yük katırı vardı. Hayvanların biraz ötesindeki yer yatağını topladı. İşte Masum, bu ağaçların altında uyumuştu. Havalar çok kötü olmadığı müddetçe dışarıda yatıyor. Kendisini içeri davet ettiklerinde “Yatağım toprak ana yorganım yıldızlar, daha ne isteyeyim” derdi. Yatağını küçük bir denk yapıp arabanın bir yanına astı. Ardından hayvanların yularlarından tuttu ve Amcasına dönerek, hayvanları suya götürüyorum” dedi. Masum, on iki yaşında bir çocuktu. Babası vefat ettikten sonra küçük amcasının yanına varmıştı. Yaşı küçüktü ama kemikleri iri, vücudu kaslıydı. Amcası Rauf ise güçlü kuvvetli tuttuğunu koparan biriydi. Yeniçeri olarak uzun yıllar devletine hizmet ettikten sonra İstanbul’dan Menteşe Diyarına gidecek birinin yanında geçici iş bulmuştu. O zaman yeğeni Masum’u yanına almıştı. Önce Bursa’ya inmişler Bir hafta kadar Bursa’da kaldıktan sonra güneye doğru yola devam etmişlerdi. En son Dört gece önce İzmir’den yola çıkmışlardı. Sevmişti bu işi Masum. Tamam, işi ağırdı ama yanında çalıştıkları adam o kadar bilgiliydi ki adamın ağzından çıkan hiçbir sözü kaçırmak istemiyordu.

Yeloğlu’nu dizgininden tuttu ve yürümeye başladı. Doru renkte alnında beyaz bir akıtması olan İri bir aygırdı Yeloğlu. Ağabeyi Rauf’un atıydı ve güçlü bir hayvandı. Üstelik kendisini yolda giderken yakalayabilecek başka bir at yoktu. O yürümeye başlayınca diğer hayvanlarda peşinden gelmeye başladı. Az önce gördüğü dereyi buldu. Suyunu tattı, denize yakın olduğu için hafif tuzluydu. Daha temiz su bulmak için yukarıya doğru yürümeye başladı. Başkaları da bu yolu kullanmış olduğunda derenin iki yanında patikalar oluşmuştu. Biraz daha yürüyünce ilkel bir ahşap köprüye geldi. Derenin üzerinden geçen yol burada hafif yükseltilmiş olduğundan köprünün altına girdiler. Burada atları serbest bıraktı. Biraz taze ve gür otlardan yesinler ve kana kana su içsinler istiyordu. Kendisi de köprünün altında bulduğu yumuşak bir yere oturdu. Ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu ama nal sesleriyle uyandı. Kafasını köprüye doğru çıkardı. Uzun kamışlar ve çalılar kendisini gizliyordu.

Kalabalık bir gurup atlı belki on belki on beş kişi vardı. Üstelik pür silahtılar. Gitmek istedikleri yön olan Çınarlı Kasabası yönünden geliyorlardı ve geceledikleri kamp yerine doğru gidiyordu. O dere yatağından yukarıya yola çıkasıya kadar atlılar geçip gitmişti. Arkalarından bağırdı ama nal seslerinden sesini duyurabilmesi mümkün değildi. Onların gittiği yöne koşmaya başladı. Yolu yarılamamıştı ki baskıncılar, kamp yerindeydi. Önce büyük çadıra saldırdılar. Amcası ve arkadaşı karşı koymaya çalışsalar da kalabalığa güçleri yetmiyordu. Haydutların biri çadırından çıkan genç çelebiyi bir tekmede yere yıktı. Kılıç şakırtıları olduğu yere kadar geliyordu. Olay yerine varamadan haydutlar işlerini görmüşler çadırları yıkmış ve Mehmet Zılli Efendi’yi üzerindeki gecelik entarisiyle atın birine yüklemişlerdi. Ayaktaki iki kişinin direnmesi çok sürmedi. Adamlar geldikleri gibi hızla geri döndüler. Masum, kısa kılıcını çekti ve karşılarına dikildi. Önde gelen yüzü atkıyla kapalı adam kılıcını çekti ve kendisine doğru salladı. Ama daha yaklaşmadan hemen arkasındaki başka bir atlı öne geçti ve göğsüne bir tekme attı. Çocuk yere yıkıldı. Hızla geçip gittiler ve Masum’un son duyduğu adamların kahkahaları olmuştu.

Kendine geldiğinde aradan ne kadar süre geçtiğini bilmiyordu. Gözlerini açtığında Yeloğlu’nu başında bekler buldu. Neler olduğu aklına gelince bütün ağrılarını unutup ok gibi yerinden doğruldu. Geceledikleri yere koştu. Yeloğlu ve diğer hayvanlar peşindeydi. Önce amcası Rauf’u gördü yerde kanlar içerisinde. Arandı ta gerilerde gördü Sefer’i. O yüzüstü yatıyordu. Önce amcasına gitti ve nefes aldığını görünce içi biraz olsun rahatladı. Rauf’un dudakları hafifçe kıpırdadı. Ne söylediğini anlamak için eğilince zorluk dökülen kelimelerden “yardım çağır” ı anlamıştı. Birkaç adımda Sefer ağasının yanına vardı. Yavaşça çevirdi, Oda karnından yaralanmıştı. Mintanını yırttı ve yaraya bastırdı. Önce Yeloğlu’nu getirdi ve Amcasını zorlukla da olsa yüzükoyun bindirdi. Eliyle yolun ilerisini gösterdi ve sağrısına bir tokat attı. Hayvan çocuğun gösterdiği yere doğru yürümeye başladı. Ardından Sefer ağası içinde aynı çabayı gösterdi. Hızla yürüyerek Yeloğlu’na yetişti ve bindi. Yönleri varmak istedikleri Çınarlı Kasabasıydı.

Amcasının yakın demesine ve olabildiğince hızlı gitmelerine rağmen bir saati geçmişti Çınarlı kasabasına varmaları. Daha kasabaya girerken Hekim… Hekim diye bağırmaya başlamıştı. Duyanlar koştu geldi. Hekim Ahmet, geldiğinde yaralılar hâlâ nefes alıyorlardı. Haber kısa zamanda yayıldı ve kasabanın hemen dışındaki Dündar İbrahim paşanın çiftliğine de ulaştı. Hüseyin, neler olduğunu anlamak için dışarı bahçeye çıktı. Anası, birilerinin yaralı olarak geldiğini ve hekim aradıklarını söyledi. Hüseyin neler olduğunu anlamalıydı.

Mehmet Çelebi, gözlerini açtığında kendisini bilemediği bir yerde gördü. Geniş ve tavanı yüksek bir mağaradaydı. Her yerde, duvar kenarlarında meşaleler yanıyordu. Kendisini sunak gibi veya musalla taşı gibi bir yere uzatmışlar ve bağlamışlardı. Sunağın iki yanında da aynı ateş vardı ve sıcaklığını hissediyordu. Alevlerin kızıl dilleri mağaranın duvarlarında ve tavanında dans ediyordu. Göremediği bir yerlerde bir gurup erkek kalın sesleriyle ilahiler okuyorlardı. Bütün yüzünü kaplayan maskesiyle ve tepeden tırnağa kadar sarındığı zırhlarıyla biri yaklaştı.

“Evliya, ne mutlu sana ki bizim kurbanımızsın” dedi. Sunakta soğuk mermer üzerinde yarı çıplak yatan genç adam şaşırdı. Ses tanıdıktı sanki. “Kimsin” dedi soğuk bir sesle. “Üstelik sizin elinizden ölürsem şehit olacağım ve cennete gideceğim” dedi. Yüzü renkli maskeli üzerinde zırhlar olan adam

“Ama şimdi cehennemdesin” dedi. Ama beyninin bir köşesi bu sesin yakın zamanlarda duymadığı ama iyi bildiği sesin kime ait olduğunu araştırıyordu. Çok yer gezmiş çok insan tanımıştı. Kim olduğunu anlaması zor olacaktı.

“Ne yana gittiklerini görmedim” dedi Masum. “Kalabalıktılar ve hızlıydılar. Kadı Efendi

“Kalabalık bir gurup olacak ve bizim haberimiz olmayacak” dedi ve “Ayakta mı uyuyoruz” dedi. “Padişahımızdan bize misafir gelen çelebiyi kaçıracaklar ve bizim haberimiz olmayacak” dedi. Mehmet Efendi koca salonda bir ileri bir geri yürüyordu sinirli sinirli. O ara hekim içeri girdi. “Sen bari iyi haberler ver” dedi öfkeli bir sesle.

“iyiler ve tanrının sayesinde yaşamaya devam ediyorlar lakin çok kan kaybetmişler uzun süre yataktan çıkamazlar. Birden salonun kapısı açıldı ve içeriye tepedeki manastırın keşişi girdi. “Olanları duydum” dedi üzgün bir sesle.

“Önce söyle bakalım nerede olabilirler” dedi.

“Önce siz söyleyin oğlunuz neden burada değil?” İşte o zaman Kadı Mehmet eksik olanı fark etti.

“Bir düzenbazlık var Kadı hazretleri” dedi. Hekim ortaya çıkmıştı. Padişahımıza bir isyan, kıyam var” dedi. Siz burada bu binada olduğunuz için çevrenizde olanları fark etmediniz ama Dersaadet her şeyin farkında. Daha önce de biri geldi neler olduğunu anlamak için lakin kendisinden bir haber alamadık” dedi. Salonda bulunan Saraç Mustafa, “Çerçi Veli” dedi diğerlerine duyuracak şekilde. Kafalar hafifçe sallandı onaylamak için. Keşiş Mobso,

“Ben böyle bir işin olacağını seziyordum ve yanımda duran çocuğu da bu işe alet edeceklerini düşünüyordum. Birkaç gün önce neler olduğunu tahmin ettiğim için Çocuğu götürmek istedim ve ortadan kaybedecektim bir süre” dedi. “Ama akıllı Tales’i de etkileri altına almışlardı. Direniyordu. İşte o ara Hüseyin Bey oğlum geldi ve durumu yanlış anladı.

“Peki, karışık bir durumu aydınlatalım.” Hekim Ahmet tekrar konuşmaya başlamıştı.

“Bu oğlan yani Tales, sizin çocuğunuz değil mi?

“Bebekken bize emanet ettiler. Geldiğinde üç aylıktı. Bizim yanımızda büyüdü eşim Zeno emzirdi altını değiştirdi ama çocuk benden ve eşimden değil”

“Ya nereden” Mehmet Efendi’ydi soruyu soran

“Uzaklardan Batı denizlerinin ötesinden geldi.”

“Nereden?” dedi Kadı Mehmet Efendi.

“Adına Malta denilen bir adadan” dedi. Efendi ve Hekim Ahmet birbirlerine baktı ve ikisinin de dudaklarından aynı kelime döküldü; “Cem Sultan’ın torunu.” Şimdi her şey bırakmışlar çocuğun kim olduğu derdine düşmüşlerdi. İşte o ara kapı tekrar açıldı ve içeriye bahsi geçen çocuk girdi. Nefes nefeseydi.

“Yetişin büyük bir isyana hazırlanıyorlar” dedi.

“Oğlum” dedi Keşiş Mobso, çocuğa sarılmak istedi.

“Şimdi zamanı değil baba” dedi çocuk. Salonda bulunanlara bir göz attı ve Hüseyin’i görünce “Hüseyin ağam nerede olduklarını biliyorum” dedi. Hekim Ahmet de ileri atıldı. “Adam toplayalım” dedi.

“Hazırlar Ağam demekle yetindi Hüseyin. Dışarı çıktıklarında çok kalabalık bir gurubun pür silah atlarıyla beklediklerini gördüler. Çocuk “Hadi Ağam” dedi ve Hüseyin’in gösterdiği ata bindi hep beraber ileri fırladılar. Bu Yeloğlu’ydu. At iki yiğit çocuğu taşıdığını hissetmiş olacaktı ki keyifle kişnedi.

Atlarıyla Kasaba meydanında dönerlerken Hekim Ahmet, Masum’u yanına çağırdı. Ve Kadı Efendi’nin yanına vardılar. “Biz önden gidiyoruz ama onlar tahminimizden daha kalabalık olabilirler. O yüzden siz eli kılıç tutanları hazır edin” dedi. Masum’u göstererek “bu yiğit delikanlı size haber getirecek” dedi. Kendisinden “yiğit olarak söz edilmesi Masum’un hoşuna gitmişti.

“Vakit gelmedi mi?” dedi heyecanla ortada dolanan adam.

“Çocuk yok” dedi yanında duran ve süslü tören elbiselerine sarılmış bulunan adam. “Fark etmez. Onunla veya Onsuz. Başlatalım Töreni.” Boynundaki kolyeyi çıkardı. İki eliyle kavradı kolyeyi ve yukarı mağaranın tavanına doğru kaldırdı.

“Yüce Zeus” diye haykırdı. Mağara gür sesiyle çınlıyordu. “Yüce Ares, her savaşın galibi, Yüce tanrı. Bizimle ol. Poseidon, dalgaların denizlerin Tanrısı, Bize gücünle destek ol.” “Hades, senin siyah taşınla senden yardım diliyorum. Bizlere başarı ver.” Elinde tuttuğu kolyenin siyah taşı karanlık şekilde ışıldamaya başladı. Önce kahverengi sonra koyu kırmızı bir hal aldı. Alev rengine döndüğü zaman “Şimdi” dedi sunağın başında duran cellâda.

İki saati geçmişti bu soğuk mermerin üzerinde yattığı süre. Sağ kurtulsa bile soğuk yüzünden uzun süre kendisini toparlayamayacaktı. Başında dev gibi bir adam bekliyordu. Kendisinin acizliğini gördüğü için zaman zaman keyifle kahkahalar atıyordu. Bıyıkları henüz terlemeye başlamış yüzünde seyrek sakallar çıkan adam dudakları kıpır kıpır bildiği tüm sureleri okuyordu. Aklına Enderun’da padişahının önünde verdiği cevap geldi. “Acele edersem altı yedi saatte hatim indiririm” demişti. “Normal olarak da sekiz saati bulur” diye sözlerini tamamlamıştı o gün. Yani biraz daha zamanım olursa hatim indirir öyle giderim öte âleme” diye düşünüyordu. Cellâdın yanına başka biri geldi.

“Dalkavuk Evliya, ölümün benim elimden olacak dedi. Adam başındaki yüzünü örten başlığı çıkardı.

“Hasan Bey” dedi. Enderun imtihanına beraber girmişlerdi ve Evliya kazanmış kendisi kaybetmişti.

“Beni o ilim yuvasına almadılar ama seni cehennem alacaklar” dedi ve kendisine bakan başrahibe döndü, “Tamam mı?” dedi. Başrahip başıyla onaylayınca keskin baltayı tutan kolu havaya kalkmak üzereydi ki havada vınlayarak gelen bir ok boğazına saplandı. Boğazından kanlar boşanıyordu. Ne olduğunu anlamadan dizlerinin üzerine çöktü. Ok yağmuru her yerden geliyordu. Başrahip kaçmaya yeltendi ama oda bu yağmurdan nasibini aldı.

Yerinde ve zamanında yapılan baskın büyük bir kalkışmayı önlemişti. Sancak beyliğinden gelen askerler gerekli tutuklamaları yapmışlardı. Cem Sultan’ın torunu olduğu söylenilen çocuk Evliya çelebinin yanında kalmıştı. Seyyah ve adamlarının yaralılar iyileşesiye kadar burada Çınarlı Kazasında kalacakları belli olmuştu. Hüseyin, ağabeyi Hasan’ın bu işlerin içinde olmasına üzülmüştü ama onun ne kadar hırslı olduğunu eskiden beridir biliyordu. Gezgin ve arkadaşlarını uzun süre ağırladı çiftlikte.

Bir gece herkes uyuduktan sonra Masum, hayran olduğu Çelebi’ye dönerek Hokkayı kaz tüyünü getireyim mi?” dedi. “Bunları yazmayacak mısınız defterinize?” dediğinde “Her şey yazılmaz a çocuk” demişti. “her şey yazılmaz.”

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *