Öykü

İhale

Anlatmak istediğiniz bir güzel hikâye yoksa ağzınızı açmayacaksınız bir toplumda. Ağzınızdan çıkacaklara odaklanmış bir guruba her zaman söylenilen sözlerle, bildik cümlelerle bir şey anlatamazsınız. Beyninizdeki düşünceler ses olup dudaklarınızdan çıktığında sizi dinleyenlere keyif vermiyorsa konuşurken ara sıra baktığınız gözlerdeki hayal kırıklığını hissedersiniz. Yazıda da bu böyledir. İyi bir malzemeniz yoksa da yazı makinesinin önüne oturmayacaksınız. Yoksa ilk birkaç cümle sonrasında –ki anlatmakta ne kadar maharetli olursanız olun sizi okumayı bırakırlar. Burada anlatıcının yeteneğini göz ardı edemeseniz… De iyi bir hikâye yoksa ve en iyi anlatıcı olsa da yine hiçbir şey ortaya çıkmaz.

Birde anlatılanların ne derece doğru olduğu sorunu vardır. Nice avcılar vardır ciddi bir eğitimleri olmadığı halde tatlı dilleriyle en büyük yalanlarını size yuttururlar “Burada yalana itiraz yoktur” diye yazan tabelanın asıldığı kulüplerde, salonlarda. Öyle gerçeklerde vardır ki inanmazsınız kulaklarınızla duyduklarınıza. İşte bu gerçeklik noktası çoğu zaman bir muamma olur çıkar. Sizin beyniniz nasıl algılıyorsa öyle kabul edilir. Aşağıda anlatacağım hikâyede de böyle. Bir arkadaştan dinledim. Adı sır gibi saklanan varlıklı bir ailenin başına geldiğini söylemişti. Sizde bir dinleyin bakalım sonra karar verirsiniz gerçek olup olamayacağına.

Hepimizin bildiği gibi bir gerçek dünya var. Birimlerimizle ölçeriz, tartarız, kanunlar koyar, sınıflandırırız. Matematik kanunu, Fizik kanunu, doğa kanunu deriz. Birde ölçemeyeceğimiz bir dünya var, Açıklayamayız, yorum getiremeyiz. Onlara da Doğaüstü, fizik ötesi deriz. Dinlediklerim ikinci tür bilgilere daha yakın sanki. Neyse lafı fazla uzatmadan konumuza dönelim. Bu arada merak edip olayın kimlerin başına geldiğini araştırmayın; öğrenemeyeceğinizi bilmenizi istiyorum, kimin anlattığını bilemeyeceğiniz gibi.

Kapı çalındığında kapıyı genç hizmetçi açmıştı. Gelen konukları önce antrede bekletti. Ardında yılların verdiği alışkanlıkla beklediği konuklarının geldiğini haber vermek için çalışma odasına, evin beyinin yanına gitti. Beyefendi içeri girdiğinde yüzünde buruk bir gülümseme vardı. Daha iyi giyimli yaşça daha büyük ve bir adım önde duran adam konuştu önce. “İşte” dedi size sözünü ettiğimiz sanatçı. Şişman sayılabilecek kadar göbekli ev sahibi karşısında dikilen iki adamı odasına buyur etti. Oda dediğime bakmayın, pek çok evin salonundan daha büyük bir yerdi burası.

Salonun solundaki ağır ceviz kapıdan geçerek duvarları tavana kadar kitap dolu olan odaya girdiler. Kapının karşısında Fransız tarzı olduğu en basit kişi tarafından bile anlaşılacak büyücek bir masa ve hemen arkasında döner koltuk vardı. Odanın diğer yanında ise adamın rahatına düşkünlüğünü bir kere daha belli eden kocaman rahat koltuklar vardı. Rastgele serpiştirilmiş gibi tablolar biblolar raflarda, sehpalarda, duvarlarda, her yerdeydi. Oda evin diğer bölümleri gibi her yanıyla buram buram lüks kokuyordu. Beyefendi konuklarını bu koltuklara buyur ettiğinde iki yabancı oturup oturmamakta tereddüt yaşadılar önce. Birkaç saniye sonrasında kadife kumaşla kaplı koltuklara ilişiverdiler.

Kısa bir hal hatır sorulduktan sonra yaşlı olan konuk “Hanım kızımız nerede?” diye sordu. O zaman ev sahibinin yüzü değişti bir parça. Tüm varlığını gözler önüne seren biri için bir şeyleri kıskanıyor olması garipti doğrusu. Adamın tepeden bakan bakışları yerini hafif bir endişeye bırakmıştı. Gözü gibi baktığı ve yıllar sonra uzun tedavilerle bulduğu biricik kızından söz ediyordu. “Bu gerekiyor mu? Diye adamın sorusuna soruyla karşılık verdi. Yaşı daha büyük ve saçları kırlaşmaya başlamış konuk kafasını sallamakla yetindi. “Anlaşma böyle” dedi. Aldığı yanıt adamı sıkıntıya sokmuştu sanki. Odanın içerisinde dolanmayı bırakıp konuklarının karşısına yığılır gibi oturdu. Yaşadığı sıkıntılardan ve geceler boyu uykusuz kaldığından oluşan yüz çizgileri birden bire ortaya çıkıvermişti sanki. Burada bir parantez açıp kütüphane odasında veya adamın kendi verdiği adla çalışma odasında bulunan kişiler hakkında bilgiler verme zamanı geldi.

Kentin en kibar mahallesinde babadan kalma köşkte oturan ev sahibimiz çok zengin biridir. Babası da zengindi, dedesi de. Hanımı da, hanımının babası da kendi ayarında olmasa da zenginlerdi. Ama devir değişince teknoloji ve üretim teknikleri değişince ayak uyduramadı gelişmelere. Zarar etti, borçlandı. Yeniliklere kapı açmayı denedi başaramadı battı, daha borçlandı. Yaşam standardından taviz vermeyince borçları arttı, kredi kaynakları kendisinden kuşkulanmaya başladı. Durumu finans çevrelerinde kapalı kapılar arkasında konuşulmaya başlamıştı. Son çare hükümetin açtığı yeni ihaleyi almaktaydı. Oda kendisine bu kolaylığı sağlayacak birilerini aradı. İşte odada bulunan iki kişi kendisine o kolaylıkları sağlayacak anahtar kişilerdi. Daha doğrusu iyice giyimli ve diğerinden daha yaşlı olan aradaki kişiydi. Diğeri ise, birazdan anlatabiliriz.

İhale günü yaklaştıkça zengin adamın korkuları artmıştı. Ya kazanamazsam diye araya girecek son sözü söyleyecek olan bakana yakın adamlar aramıştı. İşte o zamanlar kendisine bu adamı tavsiye etmişlerdi. “İstediğiniz para ve güç bizde var” demişti söze başlarken bu sıradan görünümlü adam. “Niçin bu tür işleri yapıyor” diye sorduğundaysa “temsil ettiğim kişi bir iş adamı. Kendi işini kurdu ve geliştiriyor” cevabını vermişti. “Siz gibi, diğerleri gibi iş adamıdır kendisi. Amacı herkes gibi para kazanmak demişti. Derinlemesine konuştukça gölge ortağın az bir kara razı olmayacağını anlamıştı. Tesisler, makineler kendisinindi, hammaddeyi temin edecek olan, üretimi gerçekleştirecek olan da kendisiydi ama gölge ortak karın neredeyse yarısını istiyordu. “Yalnız sizden bir teminat bir hediye istiyor” demişti aradaki kişi. Çok sıkışık durumda olan beyefendi adamın ve adamın temsil ettiği adamın tüm istediklerini kabul etmişti. İhaleden elde edilecek paydan gayri bir de armağan bekliyordu. “Bir kızınız olduğunu biliyoruz ve patronum koleksiyonunda sizin kızınızın da bir resminin olmasını istiyor” demişti yalnızca. Bu sabahta o armağanı almak için gelmişlerdi.

Kapı açıldı yavaşça. İçeri esmer yaşına göre uzun boylu bir genç girdi. Üzerinde eski zamanları yansıtan ağır bir elbise vardı. Beyaz kolları dirseklerine kadar uzun eteği dizlerine uzanan geniş yakalı, tek parça bir elbiseydi bu. Genç kıza belki de çocuğa en az on yıl katmış gibi görünüyordu. Küçük çocuk biraz korkmuş gibiydi ve neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Gel kızım” dedi ev sahibi. “Senin resmini yapacak olan beyler bunlar” Kızını tanıştırmak için konuklarına yaklaştırdı.”Bu benim kızım Ece” dedi. Nüfus kâğıdında yaşı on olan küçük çocuk dizlerini hafif kırarak, başındaki çiçekli şirin şapkasını çıkararak konukları selamladı. O ana kadar başı önde sessizce duran genç konuk kafasını kaldırarak bir saniye odadaki çocuğa baktı. Bakışlarında ne bir gülümseme ne de bir selamlama yoktu. Gözlerinde işini yapacak olan yetkin kişilerin kararlılığı vardı yalnızca

Formaliteler hiç göz önüne alınmamış ortaklık ne yazıya dökülmüş ne de yeni bir şirket kurulmuştu. Temsilciyle saygın iş adamı el sıkışıp tokalaşmışlardı yalnızca, “Temsil ettiğim kişi size güveniyor” demişti. Her şey yolunda gidiyordu. İhale bir gün sonra yapılacaktı. Ve adam yanında getirdiği ve sanatçı dediği kişiyle anlaşmanın ikinci maddesini yerine getirmek bir armağan almak istiyordu. Temsilci yerinden doğruldu ve kıza raflarında süslü ciltleriyle sayısız kitapların durduğu maun kütüphane önündeki geniş koltuğa oturmasını işaret etti kızın. Babasının kendisini sakinleştiren sözleriyle işaret edilen koltuğa oturdu çocuk. Geniş koltukta adeta kaybolmuştu.

Genç adam o zamana kadar yanında sessizce taşıdığı çantasını açmıştı. Çantanın içinden garip bir kutu çıkardı önce. İşlemeli ağaçtan yapılmış kutuya yapışan ayakları açtığında bir resim sehpası ortaya çıktı. Resme karşı uzak olanları bile iştahlandıracak güzellikte bir şövaleyi kondurdu ayakları üzerine. Tuvalini çıkardı ardından yerleştirdi şövalesine. Küçük bir kutudan da geniş bir palet ve rengârenk tüpler çıkardı. İnce uzun biçimli parmaklarıyla tüplerin kapaklarını açıp renkleri gökkuşağı gibi paletine boşaltmaya başladı. Son bir kere daha eğilip avucunun içine sığabilecek büyüklükte bir nesne daha çıkardı. Koltuğa oturup poz vermeye çalışan çocuk adamın hareketlerini ilgiyle izliyordu.

Ev sahibi biraz olsun rahatlamıştı. Bu kadar büyük ve etkili biriyle basit bir ortaklık kurmak ve işlerin yolunda gitmesi hoşuna gidiyordu. Şimdi içten içe çürümüş ağaç gibiydi, uzaktan bakıldığında tüm görkemiyle ayakta duran ama sert bir fırtınada kolayca devrilebilecek bir ağaç gibi. İhaleyi aldıktan sonraysa gövde eski gücüne kavuşacaktı. Trilyonluk tezgâhlar çalışmaya başlayacak çarklar üretim için dönecekti. Kimbilir belki de bu yapılan resmi bir şekilde ele geçirebilirdi. Sahi neden olmasın. İşler yoluna girince eski resimleri toplamaya başlayabilirdi. İyi koleksiyon iyi para demekti. Peki, ortağının payını verecek miydi? Kendini göstermeye korkan gerilerden gölgelerden iş yönetmeye kalkan birine bu kadar yüklü meblağ ödemeyi düşünmüyordu. Otuz rakamı çok fazlaydı. Hak ettiği kadarını vermeyi düşünüyordu. Belki de onu bile vermezdi. Hele ihale sonuçlansın sonrasına Allah kerimdi.

İnce uzun parmaklı, uzun yüzlü genç araç gerecini koyduğu sehpanın üzerine, işlemeli dört ağaç sütün arasına konmuş iki cam huniden oluşan kum saatini koydu. Narin bir oyuncak gibi dokunsa kırılıverecekmiş gibi görünen saati ters çevirdi. İnce beyaz kristallerden oluşan çağlayan akmaya başladı. Nesnenin büyüklüğüne baktığınızda birkaç dakikalık bir sürede kumun boşalabileceğini tahmin edebilirdiniz. Gizli bir yarış başlamıştı sanki. Huni şeklindeki üst bölümde ki kumlar deli gibi boşalmaya başladığında genç adamda eline fırçayı aldı. Hızlı hareketlerle çalışmaya başladı. Yalnızca karşısındaki çocuğa bakıyordu. Sağ eli makine gibi bir palete, bir tuvale uzanıyordu. Taneler birbirleriyle yarışırcasına dökülüyor odadaki sesleri ve yaşamı yutuyor gibiydi. Sessizlik o kadar derindi ki neredeyse dökülen kum tanelerinin sesi bir çağlayan gibi yankılanıyordu salonda. Adam gözlerini kırpmadan çalışıyor ellerinin neyi nasıl boyadığını bile görmüyordu. Ev sahibi olanlara bir anlam veremediği için bakışlarını ressamdan alamıyordu.

Üst bölümdeki kum taneleri azalmaya başladığında odada ki diğer adam yerinden doğruldu. O zaman ev sahibi küçük çocuğundaki durgunluğu fark etti. Çocuk gözlerini kum saatine dikmiş öylece bakıyordu. Bütün varlığı dökülen kumların arasına karışıyordu. Onun için yalnızca saat vardı. Kızının yüzü giydiği geniş yakalı elbiseler gibi bembeyazdı. Tam kızına iyi olup olmadığını sormak üzereyken yaşlı konuk parmaklarını dudağının üstüne götürüp sus işareti yaptı. Ressam ve çocuk transa geçmişler gibi göz gözeydiler. Son taneler döküldüğünde uzun ince parmaklı adam fırçasını hemen sehpanın üzerindeki su dolu bardağa batırdı. Resim tamamlanmıştı.

Büyülü an bozulunca ev sahibi şövaleye yaklaştı. Kafasını uzatıp baktığında neredeyse dilini yutacaktı. Karşısında ondokuzuncu yüzyıl ressamlarına dudak ısırtacak bir resim duruyordu. Reenkarnasyona inansa karşısındaki çelimsiz genç adamın bir Monet, bir Renoir olacağına inanırdı. Adam ne diyeceğini bilemedi. Bir resme, bir çocuğuna baktı. İnanılmaz güzellikte bir tablo üç dört dakika içerisinde yapılmıştı ve kusursuz görünüyordu.

Kendine geldiğinde adam çantasını toplamış tuvali şövaleden indirmişti. Bir bebek gibi nazikçe kenarı koydu eserini. Yanında getirdiği özel kutusuna itinayla yerleştirdi çerçeveyi. Üçayaklı şövalesini söküp parçalara ayırdı çantasına yerleştirdi. Geriye hiçbir şey kalmamıştı gitmek için vedalaşırlarken. Ev sahibi her nazik ev sahibinin yaptığını yapıp konuklarını kapıya kadar geçirdi.

Geri döndüğünde ise kızını poz verdiği koltukta uyur buldu. Kucaklayıp yerine yatırdı eşiyle birlikte. Uykuya dalan çocuğu güzelce örttü. Ertesi günü sabah çocuk uyanmadı. Kendisi erkenden işe gitti. İhale zamanında yapıldı ve kazanan şirketiydi. Beyefendi kurtulmuştu, zor günler geride kalmıştı. Ortağının payı dâhil ihaleden gelen tüm hesapları tüm hesapları kendine aktardığında durumu tam olarak anlayabilmişti. Kızı tüm yaşam enerjisiyle o resmin içine hapsolmuştu.

Nasıl kurtulduğu ise ayrı bir hikâye, vakit olursa başka bir zaman anlatırım…

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *