Bir şehirden kaçıyormuş gibiyim, nereye gidiyorum? İçindeyim ama ondan kaçıyorum; kurtulmanın yolu yok farkındayım; ama kaçıyorum. En azından kaçtığım gerçeği beni diri tutuyor ve bu yüzden yıkılmıyorum. Kaçmak her zaman kurtulmak değildir, bunu aklıma kazımaya çalışıyorum. Bir şehir -evet bu şehir- attığım her adımın ardından göçmeye başlıyor; bir adım gerimde boşluklarımla beraber dörtnala koşuyorum, naralarla hem de. Saat kaç bilmiyorum, ne güneş var ne de tam karanlık. Bu kuşları hayatım boyunca hiç görmedim, hepsi birbirinden kara, birbirinden iğrenç seslerle bağırıp çağırıyorlar. Üşüşüyorlar yerde göremediğim ya da gerçekten olmayan şeylere. Üstümde bir anda köprü oluştu sanki. Az önce yoktu, vardı da ben mi fark etmedim?
Rahatsız edici her şey bugüne, buraya ve bana bir düşmanmışçasına yerleştirilmiş. Tanrım! Bir şehirde -burası şehir mi onu da bilmiyorum ya- hiç mi rüzgâr esmez? Bir emare olsa şu şehirde yaşam olduğuna dair. Ah, çocuklar var. Birbirileriyle oyun oynuyorlar. Birbirilerinin kafalarına vuruyorlar. Çocuklar varsa yaşam da var demektir; o kadar kötü durumda değiliz yani. Ben nereye gidiyordum, neden kaçıyordum? Yürümekten sıkılmış olmalıyım ki uzun müddet koştuktan sonra gördüğüm ilk apartmanın kapısından içeri girdim. Sanki daha önce buraya girmişim gibi bir his uyandı içimde. Nasıl bir apartmandı o öyle… Yapımı sırasında binayı bina yapan ve ev yapımında kullanılması gereken sair malzemeler kullanılmamış olmalı ki duruşundaki bu saçmalık ve korkutuculuk mantık çerçevesinde açıklanabilsin. 7 katlı bir apartman ve her katta iki daire var, en azından içine girdiğinizde bunu bu şekilde anlıyorsunuz. Hele bir de dışarıdan bakın bu apartmana, göreceksiniz ki sağ cephenin 2. katı görünmüyor! 1. ve 3. katın arasında hiçbir şey yok. Karanlığı aydınlatan beyazlıkta bir boşluk, karanlıklara teslim beyaz bir boşluk…
Kendimden emin olmak için apartmana girip apartmandan çıkıyordum. Birkaç kez tekerrür etti bu böyle. Her seferinde aynı manzara ile karşılaştım ve yine de anlamlandıramadım. Ah, ağzımda yine o acı tat; başım yine dönüyor, dünümü unutur oluyorum. Uzun süredir yerinde olmayan hafızam şimdi biraz yerine gelmeye başlar gibi oldu. Dün meydanda gördüğüm o adam bana sigara uzatmıştı. Kullanmadığımı belirterek şükranlarımı da sunmuştum.
“Bence bunu denemelisin; sanıldığı kadar zararı dokunmuyor insana.”
Cevap vermediğimi hatırlıyorum. Korkunç bir sakal tarzı olduğunu hatırlıyorum adamın. Yüzünün sağ tarafı tıraşlı; sol tarafındaki sakallar iki üç yıl tıraş edilmemiş gibiydi. Gözleri çok gizemliydi; bir bakışta karşı tarafı tesiri altında bırakabilecek kadar üstelik. Okyanusların en derininde saklı kalmış koyu renklerden biriydi gördüğüm.
“Bunu içen hiç pişman olmadı.” dedi sonrasında şöyle bir şey ekledi diye de anımsıyor gibiyim: “tabi gerçeği öğrenene kadar.” ve ardından kıs kıs güldü. Sonra hangi dilde olduğunu bilmediğim birkaç kelime söyledi gözlerime bakarak. Olamaz! Gerisini ne yapsam hatırlayamıyorum. Sanki o anı ben yaşamamıştım da benim yerime başkası beni yaşamıştı. Tanrım!
Aslında bu apartmanı gördüğümde korktuğum kadar buraya daha önce geldiğim hissiyatına da kapılmadım değil. Ama korkum her şeye galip geldi yine de. Burayı daha önce nereden görmüş olabilirdim ki? Nedendir bilmiyorum ama dışarıdan yokmuş gibi görünen ama içeri girdiğimde bizzat karşıma çıkan bu daireye girmek istedim, körü körüne; hiçbir şey bilmeden ve amaçsızca. Tam kapının önüne vardığımda kapının, apartmanın diğer dairelerinin kapısından küçük olduğunu; hatta normal ölçülerde bir insanın dahi giremeyeceği kadar küçük olduğunu gördüm. Ama ne olursa olsun buraya girmeliydim. Hem içimden bir sesin buraya girmem gerektiğini söylüyordu hem de tüm bu olup bitenlerden sonra buranın sırrını çözmeden gitmek delilik olurdu. Mutlaka anlayacaktım buranın gizemini.
Bu kapıdan girmem gerekiyordu bir şekilde. Gerekirse küçülecektim; olmadı vücudumun bir kısmını kesip o kapıdan içeri girecektim. Volta atıp duruyordum kapının önünde, bir müddet sonra kapının genişlediğini fark ettim. Gittikçe büyüyor ve uzuyordu kapı. Bunlar olurken kapının üstünde bir siluet beliriyordu. Yüzü çok tanıdıktı. Daha önce bir şekilde bir yerlerde karşılaştığım biriydi. Kapıdan sesler gelmeye başladı durduk yerde. Gülüşler ve gülüşlerin içinde zar zor seçilen bir çığlık. Kafam bulanıyordu, midem bulanmaya başladı. Dışarı çıkıp daire yerinde gerçekten yok mu onu kontrol etmeye gittim. Yine aynı manzara: orayı bir pasta dilimi gibi almışlar sanki. İyi ama nasıl olabilir böyle bir şey. Doğaya aykırı, inandığım gerçeklere aykırı. Daha fazla kafa yorarsam delireceğimden korktum ve soluğu içeride kapının önünde aldım. Sanki kapı genişledikçe benim vücudumdan bir şeyler kopuyordu ve değişiklikler vuku buluyordu bende. Kapının büyümesi şiddetleniyor, üzerinde beliren siluet belirginleşiyor; duyduğum seslerin yankısı kulaklarımda çınlıyordu. Büyüyen kapı, üzerinde beliren korkutucu bir siluet, sesler ki bu dünyaya ait olmadığını düşündüğüm…
Bir an zamanın durduğunu hissettim. Çünkü kalbimin ritmi yoktu. Atmıyordu. Şakaklarımda çok ağır bir sızı vardı, bir çağlayan gibi kan fışkırıyor gibiydi sanki oralardan. Gözlerim kararıyordu. Başkası ne derse boyun eğip büyük bir minnettarlıkla yapacakmış gibi bir hâlim vardı. Vücudum tamamen başkasınındı, benim saçlarım uzun değildir mesela. Şu an saçlarım omuzlarıma dökülüyor. Sanki biri zamanı durdurup vücudumda oynamalar yaptı. Neler oluyor, ben korkmaya başladım. Boyum da biraz kısalmış, pürüzsüz bir vücut benim vücudumla yer değiştirmiş. Bütün bunlar olurken ben neredeydim? Benim vücudum neredeydi, yoksa ruhumda mı değişiklikler oldu? Ruhum da mı beni yalnız bıraktı?
Kapı beni rahatsız edici olaylara sahne olmakta ısrarcıydı. Şimdi bir büyüyüp bir küçülüyordu. Sesler şiddetini arttırmıştı, bu dünyaya ait olmayan sesler; ama bir o kadar insan sesleriydi bunlar. Aslında içimin karışıklığının bir dışavurumu gibiydi bu iğrenç, garip hadiseler. Keşke kendi zihnime ortak edip, hayal sahnemde canlandırıp sergilediğim oyunlar olsaydı bunlar. Gerçekti, gün kadar, gece kadar; ölüm kadar ve değişim kadar. Ve yeni bir değişim…
Kapı, insanları bir kenara bırakalım; yeryüzünü adımlarıyla inletebilecek büyüklükteki devlerin bile rahat rahat geçebileceği büyüklüğe ulaşmıştı. Siluet ortadan kaybolmuştu. Kapı bir anda büyük bir gürültüyle açıldı. Duyduğum o sesler artık kulağımda çınlamıyordu ama çok yakında bir yerlerden çıkıyormuş gibi hissediyordum. Adım atayım dedim olduğum yerde kaldım. Başlangıçtaki gibiydim. Ben kaçtıkça arkamda kalan yerler yok olup gidiyordu. Tıpkı baştaki gibi: gidiyordum ama nereye gittiğimi bilmeyerek. Adımlarımı sıklaştırdım, ilerledikçe sesler daha yakınıma geliyordu, kapıda gördüğüm siluet tamamen cisim halini almaya başlıyordu. Sesler kulağımın zarını patlatacak gibi olmuştu ki durdum, olduğum yerde kaldım. Kapıda gördüğüm siluet bir insan olarak karşımdaydı, bu yüzü nereden tanıdığımı şimdi anlamıştım. Adamdan daha korkutucu bir şey vardı: vücudum yani ben, adamın ayakları altında boylu boyunca uzanmış bir cesettim. Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Ben orada yatıyorsam nasıl şu an ayakta ve bu olay karşısında şaşkınlıklar içerisinde olabilirim? Gözlerimi hemen adamın yüzüne çevirdim; korkunç suratıyla karşı karşıyaydım. Sol tarafı tıraşlıydı bu sefer yüzünün. Yapmak istediğini yapmış bir edayla katıla katıla gülüyordu; bense hala hangisinin ben olduğumu anlamaya çalışıyordum.
Harika bir öykü olmuş!! İlk paragrafı okuyunca resmen büyülendim.. Başka öykülerini de okumak isterim.. 🙂
İyi akşamlaar.. 🙂
Geç cevap verdiğim için af buyurun, güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim; elimden geldiğince öykü göndermeye çalışıyorum ve de devam edeceğim:)