Gözlerimin tavana asıldığını fark ettiğimde, saat çoktan üçü geçmişti. Uykum da, tıpkı beklediğim insanlar gibiydi artık. Sanki geleceği net bir saat varmışçasına, karşılamaya çıkacaktım. Dört duvarın arasına sığdıramayacağımı anladığım düşüncelerimle birlikte, sokağa attım kendimi. Tek kişilik bir karşılama komitesi. Bir de bana yaklaşan bir köpek var. Etti iki. Başını okşayarak güvenini kazandım. Zamanında benim de çok başımı okşadılar. Güvenin bu kadar kolay kazanıldığını, onlar bana öğretti. Şimdi iki köpek, yan yana yürüyoruz işte. İleride yol daralıyordu. Bir süre sonra sadakatini sınamak için arkamı döndüm. Peşimden gelmeye dayanamamış olacak ki, beni, bu karanlık düşüncelerimden daha aydınlık olan gecede, bir başıma bırakmıştı. Soğuk, burnuma art arda darbeler indiriyordu. Ocak ayının ortalarındaydık. Kar yağmamış olmasına rağmen, gözümün önünde ayak izleri vardı. Ayakkabılardan da kadınlardan anlamadığım kadar anlamıyordum. Haliyle izlerin 38’lik botlara ait olduğunu anlayamadım. İzleri takip ettikçe, geçmişimi anımsadım. Attığım her takipte kalan izde, ayrı bir koku, ayrı bir anı buldum. Nedense hep güzel anıları hatırlıyordum. O günleri hatırladıkça, ısınmak için üstümdeki giysilere ihtiyacım olmadığını fark ettim. Hepsini çıkarmaya başladım. Giderek mütebessimleşiyordum. Gözlerimi peş peşe geçen gece lambalarına diktim. Sanki bana bir şey söyleyecekmiş gibi bakıyorlardı. Hapishane üniforması giymiş gibiydi hepsi, bir örnektiler. Fox River’ı hatırlattılar bana. İşte karşıdan da gardiyan geliyor bana doğru. İnsanlar ona burada güvenlik diyor. Ben demeyeceğim, çünkü onlardan biri değilim. Üstüme koşan bekçi, zihnimde sağlayamadığım asayişi sağlamaya geliyor belki de. Hayır, hayır. Geldiği yönün aksine koşmaya başlıyor. Neydi ki acaba bu adamın niyeti?
Hava biraz daha aydınlanıyor. İşe gidecek olan insanlar karşıma çıkıyor. Ne zaman onlardan birini görsem, kendilerini bekçi gibi göstermekten geri kalmıyorlar. Belki de kendilerini bekçi sanıyorlardır olamaz mı? Ahlak bekçisi olmak, çok popülermiş bu aralar. Hiçbir şey olmasaydım, ahlak bekçisi olabilirdim aslında. Önce şey olmam gerekiyor, her şeyden önce.. Önce şey olayım ki, daha sonra hiçbir şey olunca gözden geçiririm, nasıl bir şey olacağımı. Hem ahlaksızım ben de. Tanıdığım ahlak bekçileri de zaten en ahlaksız insanlardan oluşuyor. Ahlaksız olmasam çıkarır mıydım üstünü başımı? Çıkarırdım elbet. Alışmadık kafada, fikir durmaz diye dememişler boşuna. Çevremdeki insanlar da durmuyor. Kaçarcasına uzaklaşıyorlar benden. Sanki içlerindeki yaşam sevincini, yiyecekmişim gibi. İlgilendirmez ki beni, içinizdeki mutluluk hürriyeti!
Bu hava hala aydınlanmadı tam olarak. İnsanlar benden kaçtıkça, ben de kendi içime kaçtım iyice. Sorgulayıp sorgulayıp duruyorum her şeyi. Bak şimdi de zamana taktım. Neden başkalarıyla aynı zaman dilimini paylaşmak zorundayım ki? Kendime ait bir zaman dilimi koparmak istiyorum. Şöyle büyük bir dilim olmalı. Acıktığımı fark ettiğim için büyük bir dilim istiyorum. Ayrıca bugün gövdemin her zamankinden daha büyük olduğunu hissediyorum. En iyisi metrobüse binmek. Şu peşinde koşturduğum uzun siyah gövdeli araçta yerim. En arkadaki üçlü koltuğun birincisi. Sonuçta ilk ben oturdum. Artık benim yerim. Yanımdaki insanlar, benden kaçmıyor. Belki de beni görmedikleri içindir. Ellerindekini bırakmasalar bari. En solda oturan anneanne görünümlü babaanne, elindekini kulağına götürüyor. Yere devirdiği gözleri, çıkardığı ses sonrası diğer insanların gözleri tarafından yalnız bırakılıyor. Bütün gözler babaannede toplanıveriyor. Herkes Hidayet Türkoğlu aramızda sanıyor, çıkan sesin sahibini görene kadar. Dudakları olmayan kız bile gülümsüyor. Ben de gülüyorum ama anıra anıra. Kollarını direğe dolamış olan amca, şovunu tamamlayamadan ani bir dönüşle üzerime çullanıveriyor. Sayesinde yeni bir apolet kazanıyorum ben de. Hem uzunum, hem eşeğim. Tek veya çiftten başka, kaldı mı kelimelerin kifayeti?
Son durağa geldiğimizde, hava aydınlanmıştı. İnsanlar sonunda kiminle yolculuk ettiğini fark etmiş olacak ki, arkadan binenler bile önden indi. Bu devirde ne yaşlıya ne de yalnıza saygı kalmamış. İnsanın yalnızlığı, ondan kaçarak yüzüne vurulur mu hiç? Koşmadan uzaklaşın bari. Gerçi size pek bayılmıyorum ben de. Anılarımda yaşayıp yaşayıp duruyorum. Hiçbirinize yer vermiyorum. Türünüzün en güzeline yer veriyorum. En güzel olanı anmışken, bari onun için biraz özen göstereyim kendime. Şu siyah gövdeli metrobüsün, kara filmli camında saçımı düzelteyim. Anılarımda yakışıklı olursam, belki bana olan bakışlarını yanlış anımsarım. Bir dakika! Bu uzun kulaklar, uzun sivri çene, sivri dişler bana ait değil. Beyaz tüylerle kaplı bu vücut da ne? Ne yaptı bu insanlar bana böyle? Anılarda yaşamayı bile hak etmeyecek kadar çirkin görünüyorum. Az önce bana doğru bakan, gövdesinde dirseklerini birbirine yapıştırarak “Yeti!” diye bağıran Elf kulaklı kız haklıymış. Keşke ben de ona “Legolas!” diye bağırsaydım. Sonuçta o bana isim taktığına göre, ben de ona takmalıydım. Kendimi ilk defa haklı bulabilirdim böylece. Tıpkı onu bulduğum gibi. Haklı bulunma fırsatını kaçırdığım için, yine haksız kaldım. Herhangi bir kifayeti, hürriyeti olmayan bir Yeti.. İntihar mı olmalı tek niyeti?
Kısa ve karamsar bir öykü yazmışsınız ya da ben karamsarlık hissettim. Belki de amacınız buydu gerçi bilemiyorum. Cümle seçimleriniz ve bazılarındaki akıl yüklü detaylar okurken gülümsememe neden oldu, bu açıdan karamsarlıktan bir miktar uzaklaşabildim.
Sonuçta kendime ‘metrobüsün insan psikolojisi üzerine etkileri’ diye de geçirdim.
Keyifle okudum, daha uzun öykülerinizi okumak temennisiyle görüşmek üzere.