İnsan, hırsızlığı en büyük suç sayan bir hırsızdır. Yaşamı ölümden, havayı gökyüzünden, besini topraktan ve ruhu tanrılardan çalar, tanrıları da kendi doğasından. Belki de bu yüzden, kimilerine göre bütün hikâye, çalınan bir elmayla başlar.
Oysa bu, o meşhur iri elmanın değil, hikâyelerin ve başlangıçtan sonraki başlangıçların hikâyesidir.
Cefakâr Prometheus’un ateşi Olimpos’tan çalıp evcil bir köpek gibi insanoğlunun mütemadiyen hizmetine sunduğu zamandan çok önce, Prometheus’un hikâyesinin bir hikâye olabilmesi için, başka bir cefakâr ruh, sonraları Kafdağı adıyla dilden dile yayılacak dağın ardından, yalnız geleceğe ait olan ve çoktan yaşanıp bitmiş başka bir var oluştan, başka bir şey çaldı. O zaman, daha ne dağın bir adı vardı ne de onun. Yer, gök, su ve zaman henüz bakirdi; henüz hiç isimlendirilmemiş, lekelenmemiş, hükmedilmemiş ve mülk edinilmemişti. Varlıkla yokluk iç içeydi, bedenle ruh bir. Bir şeyin yüzüne bakmak, onun kalbine bakmak demekti ve karmaşık düşünceye en yakın şey, doğanın bahşettiği dürtülerdi. Tanrılar da ülkeler de, sıfatlar da henüz icat edilmemişti. Çünkü ruh, çaldığı şeyi, kelimeleri, henüz insanlığa vermemişti.
Önce her parçasıyla başka bir yüce varlığa dönüştürülecek, sonra büsbütün kenara itilip salt bir yaratıma indirgenecek doğa, onu dağın tepesinde durdurup uyardı. “Onlara ne yapmak üzere olduğunun farkında mısın?” diye sordu; eserek, şırıldayarak, gürleyerek, cıvıldaşarak, çıtırdaşarak. “Yalnız onlara ait bir dil, onları hem üstün kılacak, hem de sonsuza dek yabancı. Hem yücelecek, diğer her şeye boyun eğdirecekler, hem de kendilerini yüceltecek, boyun eğdirecek bir şeyin eksikliği onları yeyip tüketecek. Her şeye zincir vuracak, sınırlar getirecek, yalnız kendi sınırlarını bilemeyecekler. Hem her şeye sahip olacak, hem de hiç sahip olmayacakları sonsuz miktarda şeyi kaybedecekler. Burada, senin onlara sözcüklerini çaldığın yerde.”
“Onlara hem en büyük güçlerini, hem de en büyük zayıflıklarını vereceğim,” diye yanıtladı ruh, itirazlara tamamen katılarak. “Ve bu yüzden, hiçbir şeyin dengesini bozmuş olmayacağım. Almak ve kullanmak onların iradesine kalacak.”
Doğa inledi, hırladı, gümbürdedi, kükredi ve çiseledi, yine de ona engel olmaya hiç yeltenmedi. Doğa değişimin önünün alınamayacağını bilirdi, ne de olsa hiçbir şey durağan kalamayacak kadar ahenkli bir süregeliş içindeydi. Böylece, ruh kelimeleri insanlara verdi. Ve onları ikinci kez yarattı, birbirleri aracılığıyla, birbirlerinin kelimeleri üzerinden.
O hiçbir zaman bir kahraman olmadı; ne kimse hatırladı onu, ne bir isim verdiler, ne de bildiler. Tıpkı dağı hiç görmedikleri, oraya hiç gitmedikleri, varlığını gerçekten hiç bilmedikleri gibi. Ama Kafdağı’na bir isim ve binlerce efsane bahşettiler çünkü o bütün efsanelerin, öykülerin, masalların geldiği yerdi. Hem zihinde canlandırılabilecek en uzak uzaklıktı, hem de herkese kendi yüreği kadar yakındı. Bazen en ulaşılmaz arzulardı, bazen ölümdü, bazen düş ve bazense uzun sürmüş bir çocukluk gününün ardından alacakaranlıkta büyüyüştü. Kafdağı her şey ve hiçbir şeydi, varlık ve yokluktu. Roland’in Kara Kulesi, masal kuşunun alevlerinden yeniden doğduğu tüneğiydi. İnsanın kendisiydi, bazense tanrının belli belirsiz sureti.
Onun yalnızca bütün isimlere isim veren isimsizin yeri olduğunu ise, hikâyelerin hiçbiri anlatmaya değer görmemişti.
Merhabalar
Öykü kısa da olsa hoş bir tat bıraktı bende. Daha ilk cümleden ilgimi çekti. Sonrasındaki anlatımı biraz masalsı biraz da merak uyandırıcı yönüyle sevdim. Okurken öyküde kendine has bir tını sezdim. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.
Merhaba,
Güzel yorumların için çok teşekkürler, beğenmene sevindim.