Öykü

Jim Ve Gölün Altı

Dedem bana sürekli gölle ilgili korku hikayeleri anlatırdı. Gölün altındaki bazı şeylerle ilgili hikayeler… Efsaneye göre, bundan bin beşyüz yıl önce, burada yaşayan yerliler göle tapınırlarmış. Daha doğrusu gölün hanımına. Tapındıkları bu meret gündüzleri gölün içinde uyurmuş ve geceleri de dışarı çıkıp etrafta dolaşırmış. O istemediği sürece hiç kimse onu göremezmiş, o istemediği sürece kimse ona yaklaşamazmış, o müsade etmediği sürece kimsecikler ona dokunamazmış. Öyle korkunç bakışları varmış ki, gözlerine bakanlar çıldırıp kişiliklerini yitirir ve normalde asla yapmayacakları şeyleri yaparlarmış. Gölün hanımı istediği gibi can alır ve eğer uygun görürse istediği kişiyi yeniden diriltirmiş. Ne gücüne karşı koymak mümkünmüş ne de hışmına.

Yerli halk her ay bir tapınma ritüeli düzenlermiş. O gecelerde gölün hanımına adaklar adanır, onun için hediyeler hazırlanırmış ve erkekler onun gözüne girebilmek için birbirleriyle dövüşürlermiş. Gölün hanımı hediyeleri kabul edermiş ve dövüşleri de büyük bir keyifle izlermiş lakin adakların onun için bir önemi yokmuş. Onun ilgilendiği kan, herhangi bir hayvanınkine tekabül etmezmiş. Dedemin bana anlattığı hikayeler her zaman ilgimi çekmişti. Köydeki çocukları korkutmak ve gölden uzak durmalarını sağlamak için uydurulmuş olmalıydı bu hikayeler. Ama ne yazık ki ben normal bir çocuk değildim…

Gölle ilgili anlatılan her hikaye, duyduğum en küçük söylenti beni daha da çok meraklandırır ve göle çekerdi. Hatta dedem bunun için bana bir sandal ve gölün evimizin sağ tarafına bakan kısmında küçük bir iskele bile inşaa etmişti. Bunun ardından en büyük zevkim sandalımla göle açılıp, göğü izlerken gölün altında neler olduğunu ve anlatılan korkunç hikayeler hakkında düşünmek olmuştu. Zaten fazla arkadaşım olduğu söylenemezdi fakat dedem sandalı yaptıktan sonra pek bir soğumuştum dünyadan. Her şeyim sandalım olmuştu. Yanımda en sevdiğim iki arkadaşımla birlikte göle açılıyor ve balık tutuyorduk, kendimizce kaptancılık oynuyorduk, sandalda uzanıp bir tanecik kitaplarımızı okuyorduk. Sonra da okuduğumuz hikayeleri melezleştirerek gölün altındaki hikayelerin aslına yoruyorduk.

Biricik Lyra’ma aşkımı ilk kez gölün ortasında, sandalımızın içinde ilan etmiştim. Ve yine ilk öpücüğümü de burada kopartmıştım. Zaman geçti, bizler büyüdük ve zaten yaşlı olan dedem daha da bir yaşlandı ve tekerlekli sandalyesinden kalkamaz oldu. Hatırlıyorum da o halindeyken bile haylaz denebilecek kadar hareketli bir adamdı. Yüreğindeki yaşama sevinci hiç bir zaman azalmıyordu. Her sabah kahvaltısını yapmasına yardım ederdim ve bana sevimli gözleriyle bakıp, tekerlekli sandalyesini evin merdivenlerinden aşağı süremediğinden yakınırdı. Ben onu merdivenlerden indirir indirmez de bir elini havaya kaldırıp sallardı ve arkasına dahi bakmadan çocukların top oynadığı mısır tarlasına sürerdi sandalyesini.

Benden medet uman kocaman bir yürek. Bir süre sonra biricik dedem için evin girişine minik bir yokuş inşaa etmiştim, buna o kadar çok sevinmişti ki… Çocuklarla vakit geçirmeyi, onlar oyun oynarken onları seyretmeyi çok severdi. Ancak en sevdiği şey, akşam alacakaranlığı bastırdığında korku hikayeleri anlatmaktı. İşte bunu kesinlikle kaçırmazdım, küçüklü büyüklü, kadınlı erkekli, evimizin verandasının yarım yamalak yanan ışığının altında dedemi dinlerdik. Ayıptır söylemesi dedem bizim köyün bilir kişilerindendi. Bir gün Lyra koşarak yanıma geldi, yanında gözyaşlarını ve onunla birlikte de büyük bir hüznü getireceğini nereden bilebilirdim ki? Ben o sırada iskelede oturmuş tahta yontuyordum. Bir zamanlar burada yaşayan yerli halkın inandığı, gölün hanımını oyuyordum tahtaya. Ben onu kendi aklımda her zaman bir göl kızı olarak resmetmiştim fakat yüzünü bir türlü canlandıramıyordum zihnimde, bu yüzden de elimde yüzü olmayan bir göl kızı duruyordu.

Lyra yanıma geldiğinde doğruca boynuma atlayıp bana sıkıca sarılmıştı.

Delicesine ağlıyordu. O endişe haliyle ona ne olduğunu sorduğumda, biraz geriye çekilerek gözlerimin içine bakmıştı ve dedemin vefat ettiğini söylemişti. Dünyanın başıma yıkıldığı gün o gündü. Elimdeki tahta parçasını göle fırlattığımı hatırlıyorum ve gözlerimin acıdığını. Fakat Lyra her zaman beni sakinleştirmeyi bilmişti. Eğer ellerimden tutmasaydı ve benim yanımda olmasaydı ne yapardım ben.

Beraber eve gittiğimizde bizi ağlamaklı bir tabur karşılamıştı. Önüne gelen sarılıyor, baş sağlığı diliyordu. Bu iyi bir şeydi aslında, yalnızca bu dünyadaki en sevdiği varlıklardan birini kaybeden genç bir delikanlının umurunda olmayan bir iyilikti. Peder Caine dedemin vasiyetini okuduğunda hepimiz şok olmuştuk. Dedem bedeninin gömülmesini istemiyodu, bunun yerine bedeninin yakılarak küllerinin göle savrulmasını istiyordu. Dedemin vefatının ardından daha da bir içime kapanmıştım. Zamanla Lyra ile aramız açılmaya başlamıştı. Tabii ben o zamanlar bunu göremeyecek kadar kördüm.

Neredeyse tüm zamanımı gölün ortasında, rahatsız sandalımın içinde düşünerek geçiriyodum. Çünkü dedemin bana bıraktığı yegane şey buydu. Ben hala bunu kabullenemesem bile dedemin ölümünün üstünden bir yıl geçmişti. Erken bir ilkbahar sabahı güzel bir güne uyanmıştım, güneş sıcacık parlıyordu. Sevgilimi ne kadar çok özlediğimi hissettiğimi hatırlıyorum. Ona bir sürpriz yapmaya karar vermiştim, doğruca sandala gidip içerisini bizim oraların meşhur beyaz güllerinin yapraklarıyla doldurmuştum.

Sonra da Lyra’nın büyük annesinin evine doğru heyecanla yola koyulmuştum. O gün günlerden cuma olduğundan onu büyükannesinde bulacağımı biliyordum. Zaten her perşembe büyükannesine dikiş nakış öğrenmeye gider ve orada kalırdı. Oraya vardığımda en yakın arkadaşım Mike ve Lyra’yı el ele tutuşurlarken görmüştüm. Lyra ile birlikte isimlerimizin baş harflerini kazığıdımız yaşlı meşe ağacının arkasından sessizce seyretmiştim bir süre. Sürekli Mike’ın saçlarını okşuyor ve onu öpüyordu. Beraber gülüşüyorlardı ve birbirlerine heyecala bir şeyler anlatıyorlardı. O kadar mutlu görünüyorlardı ki üzülememiştim bile.

Oradan ayrılırken gözüme, ağacın üzerideki isimlerimizin baş harfleri çarpmıştı ve buna tebessüm ettiğimi hatırlıyorum. Tekrar sandalıma geldiğimde hayatımda bana ait ve bana dair önemli şeylerin eksikliğinin bilinciyle sarsılmıştım. Bana iyi gelebilecekcek tek şey dedemle biraz sohpet etmekti. İhtiyacım olan tek şey buydu. Bende öyle yaptım. Sandalıma atladım ve kollarımın mecali kalmayana kadar kürek çektim. Sonra kürekleri bırakıp arkama yaslandım, ben kısık bir mırıltı halinde dedeme içimi dökerken gölden gelen şıp şıp sesleri de bana eşlik ediyordu. Kafamı kaldırıp baktığımdaysa ellerimin kanadığını fark ettim. Küreklerin sapları da kıpkırmızıydı. Bir süre gözlerimi kapattım. Sonra gölde ellerimi yıkayıp. Lyra’ya yapmayı planladığım sürprizin sayfalarını araladım. Dedemin eski eşlayarını kurcalarken bulmuştum bunu. Uzunca bir el yazmasıydı. Kitabi incelerken içerisinde bir şekil gözüme takıldı, sanki kitap bir şeyin tarifini içeriyor gibiydi. Bazı yerlerinde maddeler halinde sıralanmış yazılar vardı, bazı yerlerinde de anlamları hakkında en ufak bir fikrimin bile olmadığı garip işaretler. Ama resimlerin genelinden anladığım kadarıyla bunun, şu an üzerinde olduğum gölle ilgili olduğunu belliydi.

Bende direkt ilk sayfasını açtım ve okumaya başladım. Kitabı bitirdiğimde gözlerim kan çanağına dönmüştü ve güneş de neredeyse batmak üzereydi. Kitabı adeta nefes almadan, bir solukta okuyuvermiştim. Ve okuduklarımın etkisiyle şaşkın bir şekilde bir sağıma bir soluma bakınıp dururken, sandalın kıç kısmında yüzen bir şekil gördüm. Eğilip elime aldım ve incelemeye başladım, gördüğüm şey karşısında içimin titrediğini ve ürperdiğimi hatırlıyorum. Ellerimde dedemin vefat ettiği gün oyduğum göl kızının yarım kalmış heykelciğini tutuyordum.

Her tarafı yosun içinde kalmıştı ve büyük bir bölümü de çürümüştü lakin bunun bana hatırlattkları hala taptaze ve son derece acı vericiydi. Bunu biricik dedemin vefat ettiği gün oymuştum ve yine bu, ellerimdeyken sevgilim Lyra getirmişti bana dedemin ölüm haberini. Nasılda boynuma sarılıp… Kısacası bunun hatırlattıkları, günün son darbersi olmuştu kalbime. Oysa güzel başlayan bir gündü… Acıyan gözlerim ağlamaktan iyice şiştiğinde, bıkkın bir şekilde sandala uzandım ve uykunun tesellisi için kıvranan bedenimi beyhude rüyalara teslim ettim.

Yeniden gözlerimi açtığımda güneş yeni yeni doğuyordu. Miskin bir şekilde gölün suyunu yüzüme çarptım. Daha sonra dün akşam bulduğum göl kızı oymasını inceledim bir süre. Ama farklı bir şeyler vardı. Oymanın kuyruk bölümü çürümüştü, karnından göğüslerine kadar da yosunlu tahtası çürümeye yüz tutmuştu ve leş gibi kokuyordu. Sabah sabah o koku hiç iyi gelmemişti. İstifra ettiğimi hatırlıyorum. Yalnız farklı olan şey, oyma kızın bakışıydı. Hiç bir zaman gölün hanımına bir yüz ifadesi yakıştıramamıştım, ama bu oyma genç bir kadının yüzüne sahipti, garip derecede tehlikeli bir gülümsemeye sahip bir yüze. Çok iyi hatırlıyordum, ben buna bir surat oynamıştım, yüzsüzdü…

Dün okuduğum kitabın etkisinde kaldığımı düşünüp kendimi rahatlatmaya çalıştım. Ve bir süre ne kitap hakkında ne de bu heykelcik hakkında düşünmemeye karar verdim. Sandalı iskeleye bağlayıpta eve gittiğimde annemden sağlam bir tokat yemiştim. Tabii sonrasında bana sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Üstelik olan biten hakkında hiç bir fikrim yoktu. Meğersi dün gece sandalda uyuduğumdan beni merak etmişler, heryerde aramışlar ama ne beni ne de sandalımı bulamamışlar, dolayısıyla da çok korkmuşlar. Onlara gece nerede olduğumu anlattığımda babam çok öfkelenmişti. Bir hafta boyunca ahırdaki işlerle meşgul olmuştum ve evden uzaklaşmam da yasaklanmıştı.

Sonraları annem babamı biraz yumuşatmıştı ve geçen bir haftanın ardından, sonunda sandalımla hasret gidermiştik. Bu süre içerisinde Lyra hiç yanıma gelmedi. Yine bir gün iskelede oturmuş, kendi şeytanlarımın gülünç fikirlerini düşünüyordum. Ben her ne kadar üzerinde düşünmemek için çaba sarfetsem de, o akşamüstü bulduğum oyma kızın bakışları aklımdan çıkmıyordu.

Az sonra yapacaklarımın sadace benim değil, tüm dünyanın yazgısını değiştireceğinden bi haber, dedemin el yazmasını çıkarıp bir kenara koydum. Sonrada pantolonumun cebinden çakımı çıkardım. Kıtapta yazdığına göre gölün hanımı bundan çok uzun yıllar önce bir cadı tarafından lanetlenmişti ve kehanete göre gölün derinliklerindeki buzdan tabutunda uyumaya mahkum edilmişti. Ve yine kitapta okuduğuma göre onunla konuşmak da mümkündü. Bunun için ise birazcık kan ve bakir(e) olmak yeterliydi. Eh ben bunların ikisine de sahiptim, dolayısıyla konuşma hakkına da sahip oluyordum.

Derin bir nefes aldım, bir yanım bunun işe yaramayacağını ve aptal kitabın koca bir saşmalıktan ibaret olduğunu söylüyordu. Diğer yanımsa korkuyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk defa gölle ilgili bir şey beni korkutuyordu. Fakat buna izin vermeye hiç niyetim yoktu. Çakımı açtım, keskin kısmını yavaşça avucuma bastırdım ve ince derimden damlayan kızıl zümrütü göle akıttım. Kitapta kandan böyle bahsediyordu “kızıl zümrüt”. Bunun ne olduğunu anlayana kadar alnımın damarı çatlamıştı. Ve kitapta yazan diğer talimatları uyguladım.

Alçak bir ses tonuyla gölün hanımına seslendim. Bana sinir bozucu derecede uzun gelen bir dakikanın ardından gölün yüzeyinde bir dalgalanma oluştu. Daha dikkatli baktığımdaysa dalglanmanın olduğu yerde bir yüz olduğunu farkettim. Bana bakıyordu! Kanım donmuştu adeta. Sonra hafifçe gülümseyerek: “Seni dinliyorum yakışıklı” dedi. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum, doğrusu bu işe kalkışırken bunun işe yaraması ihtimalini hiç düşünmemiştim. Ben öylece donup kalınca suyun yüzeyindeki surat konuşmaya devap etti: “Öylece susmak için mi uyanırdın beni bin yıllık uykumdan.” Tekrar ne diyeceğimi bilemiyordum. Sonunda şaşkınlığımı üzerimden birazda olsa silkerek: “Sen gerçek olamazsın” dedim. Kadının suratındaki tebessüm gerçek bir gülücüğe dönüştü ve: “Emin ol tatlım, olduğum bir çok şeyin arasından en önemlisi gerçek olduğumdur” dedi.

Bu sefer kendimi biraz daha cesaretlendirerek: “Kitapta yazanlar ve anlatılan tüm hikayeler doğru mu öyleyse?” diye sorabildim. Konuştuğumuz süre boyunca da onun yüzüne bakmaktan gözlerimi hiç kırpmadığımı fark ettim. Genç kadın: “Sana ne anlatıldı ve hangi kitaptan bahsediyorsun bilmiyorum. Lakin beni uyandıran kişi sensin, eğer buradan kurtulmam için de bana yardım edersen, tüm dileklerini gerçekleştiririm” dedi.

Ben de böylece bugüne kadar bana anlatılan hikayelerden ve kitaptan bahsettim ona. Ve o da bana kendinden bahsetti biraz. Buz dağı göründüğü kadarıyla zararsız ve yardıma muhtaç gelmişti bana o zamanlar. Bende onu buradan kurtaracağıma söz verdim ve karşılığında sadece dedemi son bir kez daha görmek istediğimi söyledim. Gölün hanımı bunu kabul etti. Ve böylece laneti bozmak için gerekenleri arama maceram başlamış oldu.

Jim Ve Gölün Altı” için 4 Yorum Var

    1. Beğenmenize çok sevindim. Aşırı amatör bir öykü oldu. Doğrusu benim içime hiç sinmedi yalnız diğer temalarda devam yazmayı düşünüyorum ve o devamlarda çok daha güzel seyler ortaya koymaya çalışacağım. Teşekkür ederim tekrar :).

  1. Merhaba.

    Öncelikle ellerinize sağlık, çok güzel olmuş, üstelik konusu da çok ilginç.ti.
    Anlatılan hikâyelerin doğru çıkması kurgusu fantastik edebiyatın genel klişelerinden biridir ama güzeldir, iyi yapıldığı taktirde her şey başarılıdır bence.
    Bu da çok güzel bir öyküydü.
    Yalnız isimlerin türkçe olması bence bu öyküye daha çok yakışırdı, dede torun ilişkisi, köy, göl, sandal, öyküler falan… Bana nedense çok bizdenmiş gibi geldi, isimler türkçe olsaydı hiçbir sorun olmayacaktı bence. Gerçi bu da bir sorun değil ama bence motifler son derece bizdendi.
    Neyse, ellerinize sağlık. Umarım devam bölümleri de diğer temalarda çıkar karşımıza, görüşmek üzere…

  2. Sevgili cankutpotter;

    Öykümü güzel bulmana gerçekten çok sevindim. Hikayenin ileride gireceği hal bizim kültürümüzle pek örtüşmeyeceğinden isimler yabancı :). Hikayeler çoğu zaman doğru çıkar evet, benimde çok hoşuma gider. İnsan okurken zaten farkında oluyor ama olayların nasıl gelişeceği merakı insanı öyküye çekiyor. Öykümü okuduğun ve güzel yorumunu eksik etmediğin için çok teşekkür ederim. Kambur temasında görüşmek üzere :).

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *