Yaşadıklarımı anlatma fikri bana nereden esti bilmiyorum. Belki de kalmakta olduğum hanın biraz uzağında bulunan Karanlık Saçlı Seruzad’ın kalesinin karanlık ve ürpertici görüntüsü bir anda bana yıllar önce yaşadığım o uğursuz olayları hatırlattı. Cinlerin şarkılarının çınladığı o uğursuz kuleler, ölü hatıralarımı deşerek hafızamın kurtlarını ortaya çıkarmışken yaşananları yazarak en azından aciz bir kâğıt parçasıyla da olsa paylaşmanın içimdeki tarifsiz sıkıntıyı ve korkuyu def etmede yardımcı olacağını umuyorum. Koca Kargın aşiretinin efsanelerdeki lanetlenen halklar gibi şeytanlar aleminden gelme kötülüklerle yok olması, bir boyun çöküşü ve tabi ki meşhur “Kara Seruzad’ın Laneti”…
Horasan ellerinden getirip bu lanetli topraklara beni savuran kader, şimdi de aradan yıllar geçip Konya Sultanı Kılıç Arslan oğlu Rükneddin Mesud’un fermanıyla subaşılık yapıp nice cenklere iştirak etmeme rağmen, tekrar yolumu buralara düşürmüştü. Ölümümün yakın olacağını sezdiğim halde ve kendimi bu düşünceye alıştırabildiğim halde gençliğimin yaşayan kâbusu olan bu topraklara gelmek bana uğursuz bir işaret gibi geliyor. Sabahtan beri hangi duayı okursam okuyayım, hatta eski zamanlarımdan, babamdan yadigâr deriyle birbirine sarılmış kurt dişi, ayı dişi ve kartal pençesinden oluşma beni her daim koruduğuna inandığım nazarlığıma sığınsam da yine de huzur bulamıyorum. Muhtemelen ihtiyarlığın getirdiği haller nedeniyle, eskiden yaşadığım dehşetli olaylar zihnimde tekrar canlanıyor. Üstelik olaydan sonra çabucak unutup eski halime dönmüşken, şimdilerde yeniden buralara gelmekle sanki tekrar geçmişe geri dönmüş gibiyim. Sanki yine 20’li yaşlarda Horasan ellerinden gelme genç bir çapulcuydum ve o korkutucu olaylarla tekrar karşı karşıyaydım.
Rüzgâr, uğultusu ile devlerin homurtusuna benzeyip, mumun alevini yılan gibi oynatıp kaldığım odada korkutucu ışık oyunlarına neden olsa da ve Kara Bey’in kalesinin ürkütücü ihtişamı uzaktan ayışığı altında eski kâbuslarımı hortlatsa da yine de yazmalıyım olanları.
İlk başta bu olaylar sırasında can veren talihsizlerinin ruhlarının huzur bulması nedeniyle sessiz kalmıştım ama asıl sebebim kimsenin bana inanmayıp beni delilikle suçlayacak olmasıydı ve ben bu yüzden susmuştum. Bir zamanlar, İznik elden çıkmadan evvel orada bir Rum feylesofuyla karşılaşmıştım. Bir tartışma sırasında bir feylesof ona hayaletlerin ve hortlakların hikâye olduğundan bahsediyorken o Rum feylesofu da ona “Asıl soru “Kim görmüş” değildir. “Kim görüpte anlatabildi”dir. Sen bir canavar görsen onu anlatmadan önce “Acaba deli derler mi” diye düşünüp bunu anlatmaktan vazgeçersen o şey “Kim görmüş” olur.” Demişti. O zaman bile bu yaşadıklarım aklıma gelmemişken şimdi hissettiklerimi ve feylesofun sözlerini düşününce kendime hak veriyorum.
Her şeye rağmen orda olanları, oradan kaçan Rum erlerini, cadıyı, hortlayan Kara Hamza Bey’i anlatmalıyım. İleri de yaramaz çocukları korkutacak bir masal olacağını bildiğim halde yazmalıyım. Şu yaştan sonra ne delilik suçlaması ne de uydurukçu yaftalaması beni herşeyi ifşa etmekten alıkoyamaz artık.
Olayların başlangıcında, neredeyse kırk küsür yıl önce, 20’li yaşların ortalarında Horasan taraflarından gelerek İslam’ı kabul edip Selçuklu ordusuna katılmış bir savaşçıydım. Nişabur Sultanı Alparslan’ın, Rum Padişahı’nı Malazgirt ovasında yendikten sonraki zamanlarda, Rum Selçuklularının Sultanı Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın hüküm sürdüğü günlerde çoğu insan gibi bende Rum diyarının çeşitli bölgelerinde talihimi arıyordum. Çeşitli çapul gruplarına katıldıktan sonra hizmetimi daimi kılmak adına Kargın boyundan gelme Kargınoğlu Hamza Bey’e biat ederek onun hizmetine girdiğim zamanlardı. Savaşçılar, kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar ve sürülerle Rum diyarının kâfir toprakları kısmında yağma ve çapul yoluyla elde ettiklerimizi yine Rum pazarlarında satarak yaşamlarımızı sürdürüyorduk. Okçulukta yaman olduğumdan beyin çavuşluğuna kadar yükselmiştim. Benim gibi katılanlarla birlikte zaman içinde epey adama sahip olup neredeyse bir emir kadar asker toplamıştı Hamza Bey.
Bir gün Hamza Bey bizi divanına çağırttığında karanlık olaylarının başlangıcı olacağını hiç birimizi aklımıza getirmemiştik. Beyin subaşısı, benim gibi alaydan değil bizzat Gulamlıktan* yetişme Zeynel Subaşı, ben ve Hüsameddin Taşürek çavuşlar, İmam Acem İzzet, obamızın şamanı Kam Yağmur, beyin koca çadırına girip huzuruna çıktığımızda, Hamza Bey bize gördüğü bir rüyadan bahsetti. Rüyasında kara duvarlı, sağlam bir kale görmüştü ve bunun bir işaret olduğunu söyleyerek boyunun “kut”unun (hükümdarlık alameti) burada olduğunu, bu kaleyi alarak kendi emirliğini ilan edeceğini bize söyledi.
“Kut” kelimesini duyar duymaz Acem İzzet yüzünü buruşturmuştu zira ona göre bu tür işaret ve uygulamalar bizim gibi göçebelerin inandığı kâfir adetleriydi. Müslüman olmasına Müslümandık ama eski kurallarımız ve geleneklerimizde halen yaşıyordu ve ulemaya göre kâfirce olsa da bir şekilde inanıyorduk. O sırada Kam Yağmur, Hamza Bey’in ardından bu kararından vazgeçmesini zira hiç iyi şeyler hissetmediğini söyledi. Böyle söyleyince bizde haliyle tedirgin olduk zira üzerimizde Acem İzzet’ten ziyade Kam Yağmur’un etkisi daha fazlaydı ve onun söyledikleri bize daha doğru görüyordu. Üstüne üstlük Kam, Hamza Bey’e birden “Gördüğünüz kalenin dokuz burcu, içindeki şatonun beş kulesi var mıydı?” deyince, Hamza Bey’in yüzünün aldığı şekil nedeniyle bizim de içimizdeki tedirginlik daha da büyüdü. Kam sözlerine devam ederek aynı kaleyi kendisinin de gördüğünü, kendisi gibi şaman olan atalarının ruhlarının gecelerdir onu kale hakkında uyardıklarını zira kalenin temelinde bir soğukluk olduğunu ve bu kaleyi almanın boyumuza lanetten başka bir şey getirmeyeceğini söyledi. Hamza Bey bizim fikrimizi sorduğunda bu kalenin nerede olduğunu, konumunu bilmeden hareket etmenin doğru olmayacağını söyledik.
Bu kararımızın üzerine Hamza Bey, Kam’dan kalenin yeriyle ilgili söylediklerinden sonra, elli kadar atlıyla Çavuş Hüsameddin Taşürek’i kalenin bulunduğu, Rumların “Pontus” dediği Karadeniz taraflarına keşif amaçlı gönderdi.
Divan dağıldıktan sonra İmam İzzet’in Kam Yağmur’la tartıştığını gördüm. Muhtemelen her zaman ki kâfir-mümin tartışmalarından birine girmiş olmalılardı. Belki de tüm bu lanetin başlangıcı bu tartışmadır zira bu Acem’in durduk yere şamanla inatlaşıp onunla boyun içerisinde bir tür nüfuz kavgasına girmesi nedeniyle beni ve Subaşı Zeynel’i o uğursuz kaleyi fethetmemiz için ikna etmeye çalışması ve kâfir beldelerini kazanmaktan bahsetmesi bu nüfuz çatışmasının bir göstergesiydi. Belki mizah gibi gelebilir ama muhtemelen koca Kargın boyu, bir şamanla bir imamın inatlaşmasına kurban gitmişti.
Ben o dönemde halen geceleri gizlice boynumdaki baba yadigârı nazarlığı avuçlarıma alıp dağların, taşların, suların, rüzgârların ve ağaçların ruhlarına dualar ettiğimden dolayı kam’ın sözlerine inanıyordum ve ona taraftar olduğumdan Acem’in sözlerine pek kulak asmıyordum. Ama Zeynel Subaşı benim aksime, birden bire fetih sevdasına düşmüştü ki bunda Acem İzzet’in “Beylik kurulursa bey sultan, sen de bey olursun” sözü etkili olmuş olmalıydı. Kamla İmamın inatlaşmasının yanında, bir de harisliği yüzünden ordudan atılmış eski bir gulam olan Zeynel Subaşı’nın iktidar hırsı da bizleri karanlığa doğru sürüklemekteydi. Belki de bu denli şahsi çıkarlarımıza düşüp bir hiç uğruna birbirimizle çekişmemiz nedeniyle Allah’ın bizlere musallat ettiği bir belaydı yaşayacaklarımız. Daha Hüsameddin dönmeden bir yandan Acem İzzet, bir yandan Zeynel Subaşı, Hamza Bey’i rüyasında gördüğü kaleyi fethetmesi için ikna etmeye çalışıyorlardı. Kam Yağmur bunların yaptıklarına karşılık aynı şeyi bey’e yapmıyor, ona kaleyi fethetmemesi için ikna etmeye uğraşmıyordu. Ya beyin kendisine kesin inanacağını zannederek Acem İzzet’i küçümseyip onla rekabete girmeye tenezzül etmiyordu ya da çıkarı için her şeyi yapabilecek biri olan Zeynel Subaşı’dan çekiniyordu.
Hüsameddin Taşürek atlılarıyla döndüğünde Divan’ı yeniden topladı Hamza Bey. Hüsameddin kalenin yeriyle ilgili bilgilerden ve kalenin sırtını verdiği dağlardaki altın ve gümüş madenlerinden bahsettikten sonra kalenin planını da önümüzde duran tahta siniye bıraktı. O an anladım ki kamla ben hariç herkes kalenin fethine ikna olmuştu. Zira kamla benim hariç herkesin gözlerinde sanki Zümrüdüanka kuşunu görüp padişahlıkla müjdelenmiş gibi bir ışıltı vardı. Hamza Bey kalenin güney, doğu ve batıdaki duvarlarını gösterdikten sonra “Zeynel, sen yüz adamla güneyden saldıracaksın. Hüsameddin, sen yüz adamla doğudan saldıracaksın. (bana dönerek) Temür, sen ve yüz okçu bunlara geriden destek olacaksın. Yüz elli adamla birlikte ben bitirici darbe için batıdan saldıracağım. Gerektiği kadar merdiven ve tedarik görülsün. Sefer vaktidir artık!” dedi.
İmam İzzet, Kam Yağmur’a muzaffer bir şekilde bakıyordu. Zeynel’in yüzündeki gülümsemede beylik hayalleri okunuyorken, Hüsameddin’in gözünde altınların ve gümüşlerin hırsı parlıyordu. Hamza Bey ise kalenin planına eğilmiş ileride kuracağı beyliğin hayalini düşlüyordu. O an Kam’la göz göze geldiğimde dünyanın en umutsuz adamının bakışlarını gördüm. İçindeki korkuyu bir an hissetmedim desem yalan olur herhalde.
Hazırlıklardan ve dört gün süren yolculuktan sonra, bugün benim harabelerine bakarak eski kâbuslarımı yazdığım Kara Kale’ye geldik. Kale’de o vakitler Rumlar oturuyordu ve dış görünüşünden ötürü Skoteinos Pyrgos diyorlardı ki bu kendi lisanlarında “Kara Kale” manasına geliyordu. Önceden tüccar kılığında kente gönderdiğimiz çaşıtlar* aracılığıyla koca kalede sadece ikiyüz altmış kadar Rum erinin bulunduğunu öğrenmiştik. Bunların birçoğu bilinmeyen bir musibet yüzünden kırılmış, geriye bunlar kalmıştı. Aynı musibetle bizde karşılaşacaktık.
Kaleyi kuşatmaya başlamadan Rumların bir elçi gönderip kaleyi teslim etmek istemeleri daha ilk elden bizi şaşırtmıştı. Sayıları bizim kadardı ve kaleleri vardı, direnebilirlerdi. İkiyüz altmış tane silahlı Rum savaşçısının zenginliklerle dolu bir kaleyi böylesine bırakması bizi şüphelendirmişti. En azından benim düşüncem buydu. Alelacele anlaşma yapıldı, kaledekiler çıkıp gittiler. Giderlerken bir şey dikkatimi çekmişti. Yanlarında aileleri yoktu. Sadece bu savaşçıların burada meskûn olması ve ahalinin olmaması bana garip gelmişti. Gidip Türkçe bilen, beyle komutan arasında tercümanlık eden bir Bizans erine bunun sebebini sordum. Askerleri bu sıralarda daha yakından inceleme fırsatım olmuştu. Hepsi bir kâbustan kurtulmanın sevincini yaşıyor gibiydiler. Asker bana kalede bir musibetin türediğini ve tüm kadınları, çocukları öldürdüğünü anlattı. Hastalık mı diye sorduğumda istavroz çıkartarak korku dolu gözlerle “Vrykalakas” dedi. Anlattığına göre kalenin altında eski zamanlardan kadim Rum krallarından birinin mezarını bir maden kazısı esnasında yanlışlıkla açıp dişi bir hortlağın dirilmesine neden olmuşlardı ve hortlak birçoğunu yok etmişti. En son dün gece komutanları ölmüş, zaten terk edeceklermiş bizim gelmemizi fırsat bilmişler. Tözlere, iyelere inanan bana böylesine bir varlık garip gelmemişti ama yine de o zaman için bir hastalık olarak düşündüm. Zira Rum ahalisinin de en az bizim kadar bu tür eski inanışlarını korumaları görülmemiş şey değildi. Komutan kaleyi terk etmemeyi onur meselesi saymış ama öldürülünce ikinci komutanı bağlı olduğu Rum beyine mahcup olmamak için kaleyi birilerine devretmeyi düşünmüş. O zaman için o ere gülmüştüm. Henüz hiçbir şey başlamamıştı. Güldüğüm hortlakla karşılaşacağımı aklımın ucundan dahi geçirmemiştim.
Yeniden toparlanıp kaleye gireceğimiz anda önümüze fırladı birden Kam Yağmur. “Canını seven, ailesini seven bu kaleye girmesin!” diye bağırıp çağırmaya başladı. Eski inanışlarının gölgesinde yaşayan bizler çiviyle mıhlanmış gibi kalenin kapısının önünde kala kaldık. Bey, Taşürek ve Zeynel Çavuş, bir de Acem İzzet sanki ona muhalefet eder gibi en önden girmişlerdi avluya. Kam Yağmur’un bu hareketi üzerine bey atını bizden yana çevirdi. Kadınlar, çocuklar, askerler hatta İslam olanlarımız bile korkuyla bekleşmekteydik. Bey’in kızıllaşmış hırslı gözleri her birimize tek tek baktı. Bir anda “Girin!” diye ağzından tek bir emir çıktı. Hareket eden olmayınca bu kez daha yüksek sesle bağırdı. Yine kıpırtı olmayınca “Benim yerime bir delinin sözünü mü dinlersiniz kavatlar!” diye gürledi.
Hiç birimizde kıpırtı yoktu. Kam Yağmur’un gözlerindeki korkuyla Hamza Bey’in gözlerindeki hırs arasında kalmıştık. Ama atadan dededen yadigar inanışlarımız ve korkularımız, bey kamçısından daha ağır basıyordu. Gece çöktükten sonra dağlardan taşlardan yiglerin ve şeytanların çıktığına, yeraltından körmöslerin ve albızların çıktığına inanırdık. Ateş başında anlatılan şaman masallarının yüreğimize saldığı korku, beylerden ümeralardan eskiydi. Her işin doğrusunu Allah bilir ya, bu ateş etrafında anlatılan şaman masalları her şeyden eskiydi, hatta kalıbımı basarım ki efsanevi Hakan Efrasiyab’ın doğmasından bile çok seneler önce bu masallar anlatılmaktaydı. Ama Hamza Bey’in yüreğine hükmeden şey şaman masalları değil, ümeralık sevdasıydı, altın hırsıydı.
İlk defa obanın gizli otoritesi olan kamla otoriteleri çatışıyordu. Hamza Bey’in gücünü kimseye kaptırmaya niyeti yoktu ki atından inerek kemendini eline aldı. Hızla bir urgan haline getirerek kamın yanına gitti. Kam üzerine gelen korkutucu Hamza Bey’e rağmen yerinden kıpırdamadı. Hamza Bey urganı kamın boynuna geçirdiğinde kadınlar ve yaşlılar beye yalvarmaya başlamıştı. Tüm bozkırın bildiği bir şeydi ki sihirbaz kanı dökmek uğursuzluk getirirdi. Muhtemelen beyde bunun farkındaydı ki urganı tercih etmişti. Kamın boynuna urganı geçirdikten sonra karnına sert bir tekme vurduktan sonra yaşlı adamı yere devirdi. İpin ucundan tutarak adamı kalenin avlusuna kadar sürüklemeye başladı. İhtiyar kam can çekişe çekişe beyin ardından emekleyerek sürüklendi. Hamza Bey, avlunun girişindeki kurumuş bir ağacın en üst dallarından birine attığı urgana, sanki tezek çuvalı çekiyormuş gibi asıldı. Kamın ayaklarını yerden kestikten sonra urganın ucunu ağaca bağladı. İhtiyar kam, ruhunu teslim edene dek çırpındıysa da kurtulamadı. Tekinsiz bir şekilde bir o yana bir bu yana sallanan cesedini terk ederek atalarının yaşadığına inandığı yere yollandı. Hamza Bey kamın cesedini göstererek hiçbir şekilde ağaçtan indirilmemesini, indirenin ağaca onun yerine asılacağını söyledi. Acem İzzet o anda gelerek beyin kulağına bir şeyler fısıldayınca ağacın başına bir nöbetçi bıraktı. Ahalinin içinde şamanın ruhu ağaca geçti diye, kadınların ve erkeklerin ağaca çaputlar, bezler bağlamalarına engel olacaktı.
Hamza Bey tekrar emretmeden hepimiz teker teker kalenin kapısından içeriye geçmeye başladık. Öğle güneşinin altında, kamın gölgesi üzerimize kabus gibi düşmüş bir halde, onun sallanan gölgesinin altından geçerek avluya girdik. Herkes Rumlardan kalma bir evi seçecek ve ona yerleşecekti. Ben batı duvarı yakınlarında tek katlı bir eve yerleşmiştim, Acem İzzet’te hemen yanıma yerleşmişti. Şehrin içerisindeki bazı tuhaflıklar dikkatimi çekmişti. İçerideki mezarlık oldukça eski olarak görünüyordu ve hiç taze mezar yoktu. Oysaki burada yaşayan ahaliye dair hiçbir iz kalmamıştı. Hastalık olduğunda genelde cesetler yakılırdı, burada da bu tür bir iz aramıştım ama buna dair bir işaret yoktu görünürde. Bunlar o anlık yaptığım kısa gözlemlerdi. Yağma töresi uyarınca, Acem İzzet’le birlikte mızraklarımızı seçtiğimiz evlerin önüne saplamıştık. Buna göre artık o eve biz sahip olmuş oluyorduk. Bunu yaptıktan sonra kapının girişinden bazı çığlık sesleri yankılanınca ister istemez oraya doğru koşturduk.
Hamza Bey tüm ahalinin geçmesini bekliyordu. Bir tek yaşlı bir ihtiyar geçmekte diretmiş, aksi yöne doğru koşmaya başlamıştı. Hamza Bey’de yayını çekerek ona nişan almıştı. Ahaliden korku dolu çığlıklar yükselmekteyken Hamza Bey tek atışta ihtiyarı devirmişti. Ahaliye dönerek leşini akbabalar kemirene dek o cesedinde oradan alınmayacağını emretti. Okunu ve yayını sadağına yerleştirirken atını seyisine bıraktıktan sonra yokuşun başında bulunan şatoya doğru yürümüştü. Hepimiz onun otoritesine boyun eğmiş, çavuşlar ve ulema olarak ardına düşmüştük. Ahalide yavaş yavaş ev seçmeye ve yerleşmeye başlamıştı. Bir çoğu geleneklerini terk etmeyerek evlerin bahçelerini kurmaya başlamıştı keçe çadırlarını. Ama bizler gibi tek tük evlere yerleşenlerde vardı. İnsanların yüzünde tuhaf bir korkunun izi var gibiydi.
Şatonun kendisi kalenin duvarlarından daha karaydı. Fazla büyük bir bina değildi ama beş adet gözetleme kulesi tarafından çevrelenmekteydi. Sırtını kayalıklara yaslamıştı ki tek tük mağara girişleri ve maden tünellerinin girişleri ona yakın sayılırdı.
Şatonun siyah abanozdan kapılarının önüne gelip, beyin ardından tahta merdivenleri tırmanmaya başladık. Tam kapıya vardığımız sırada her iki kanattan kapıla dışa doğru açılmıştı. Bir suikast ihtimali addederek kılıçlarımızı kınından sıyırarak beyin önüne dizildik. Kapının gerisindeki karanlık dehlizden elinde büyükçe bir kılıç taşımakta olan güzel bir kadın çıkmıştı. Suretini hala hatırlarımda tüylerim ürperir! Öylesine güzel bir varlıktı ki, yeryüzünde o kadar diyar gezmeme rağmen öyle güzeline rastlamamışımdır. Ortadan uzun boylu, kuğu endamlıydı. Gece kadar kara saçları, süt beyaz tenine dökülmüş, gök gözlü kafir dilberlerini kıskandıracak denli ışıltılı mavi gözleriyle kadim masallardaki eceleri andırmaktaydı. Duruşundan asil olduğu belli gibiydi. Elindeki kocaman eski püskü paslı kılıçla birlikte beyin önüne dek geldi ama kapının gölgesinde kalmaya dikkat ediyor gibiydi. Paslı kılıcın şeklini daha ayan beyan görmüştüm, benim gençliğimde Bizanslı kale beylerinin kullandığı kılıçlara benzemiyordu. Paralı Norman askerlerinin kılıçlarına benziyordu. Kadın olduğu yerde diz çökerek kılıcı yere bıraktıktan sonra tuhaf bir şiveyle ölen tekfurun hanımı olduğunu ve şatoyu beye teslim ettiğini söyledi. Tuhaf bir Türkçeydi, Anadolu’dakilerin şimdi konuştuğu Rum Türkçesi değildi, Bizans’ın kuzey bozkırındaki kırımlardan sağ kalma kabilelerden getirdiği Peçeneklerin diline benziyordu. Ama daha bozuk bir haliydi ve kadında da Peçenek tipi yoktu. Biz ilk etapta tuzak sanmıştık çünkü kaleyi bize vireyle bırakıp giden Bizans erleri böyle bir husustan bahsetmemişti. Hatta benim son sohbetimde bana kalede ve şatoda hiç canlı kalmadığını söylemişlerdi. Bu nedenle kadını ilk başta tuzak sanarak önden birkaç askeri şatoya göndermiştim. Kadının iki yanından geçen savaşçılar ellerinde kılıçlarla karanlık dehlizlere dalarak şatoyu aramaya koyuldular.
Kadının asil bir havası vardı ama gözlerinde de tuhaf bir yalvarma hali vardı. En katı kalpli adamın bile kalbini yumuşatabilirdi. İçimizde o halinden en çok etkilenen Hamza Bey’di, ki o büyülü bakışların hedefinde onun olduğunu sonradan öğrenecektik. Hamza Bey atından inerek merdivenleri çıkmaya başladı. Kadının önüne gelerek paslı kılıcı yerden kaldırdıktan sonra askerlerden birine uzattı. Ardından kadının üzerine doğru eğilerek onu diz çöktüğü yerden kaldırdı. Kadının bakışları bir anda değişmiş, bakan ölüyü diriltecek denli neşe saçmaya başlamıştı. Hamza Bey iki hanımla evli olduğu halde üçüncü bir hanımı almak hususunda zerre tereddüde düşmemişti. Kadın isminin Seruzad olduğunu, zamanında bu beye hanım getirilen bir Peçenek kızı olduğunu söyledi. Biz hala bir tuzak beklentisi içerisindeydik ki kalan askerlere şatoyu göstererek yerleşmelerini söyledi. Ardından da Seruzad hanımı koluna takarak şatoya girmiş, girerken de ümeraya dönerek evlerine dönebileceklerini söylemişti. O anda anlamıştık ki bey sadece şatoyu değil sürpriz bir şekilde ortaya çıkan tekfurun karısına da sahip çıkmıştı. Onlar şatonun karanlık dehlizine kaybolurken Acem İzzet yanıma sokularak fısıltıyla kadında bir tuhaflık sezdiğini, vire şartlarında böyle bir şey olmadığı halde sürpriz bir şekilde bu kadının çıkması garibine gelmişti. Hiç birimiz görmediği halde kadının kendisine korkuyla baktığını söyledi. Bende tedirgindim ve aklıma gelen bir kötülük vardı. Madenlerin içerisinde bir grup asker saklıyorlardı da vakit gece olunca hepimizi boğazlayacaklar mıydı? Acem İzzet’e bu fikrimi açtığımda bana tuhaf bir şekilde Yağmur Kam’ın boşuna delirmediğinden şüphelendiğini söyledi. Koca kapıların kendiliğinden açılması detayını bile o tuhaf güzellik karşısında farketmemiş miydik? Ama o an bunu çevremizdekilere söylesek gülüp geçerlerdi. İçimizde onun tılsımından tek korunan Acem İzzet olmuştu. Yağmur’a inanmıyordu ama onun huzursuzlanması bu kez onda cinlere ve şeytanlara dair tuhaf hikayelerin varlığını hatırlatmış olmalıydı.
Dar vakitte bana şunları söyledi: “Açıkçası ben kalenin girişinde bir şey olmayınca haklı çıktığımı sandım. Ama kapılar, kadının bakışları ve konuşması oldukça tuhaf. İşin aslını öğrenmemiz gerek. Şimdi sen yanına bir adam alarak o şövalyelere yetiş. Adam seni uzaktan takip etsin. Bir şekilde Bizanslıları tuzağın varlığından bahset. Tuzak gerçekse seni tutsak almaya kalkacaklardır. Değilse zaten dönersin ve bu işin esasını çözeriz!”
Güvendiğim savaşçılardan birini yanıma alarak ve beni uzaktan takip etmesini tembihledikten sonra kaleden at sırtında ayrıldık. Bizans erleri çok fazla uzaklaşmamışlardı. Bir süre sonra onlara yetiştik. Ben tek başıma onların yanına gitmiş ve başlarındaki komutanın yanına kadar onların nezaretinde götürülmüştüm. Askerler arasında bir tuhaflık vardı. Kısa sürede büyük bir kısmı dağılmıştı. Aldatmaca amaçlı başıbozuk rolü yaptıklarını sanmıştım o an için. Komutanın yanına giderek bir Hristiyan olduğumu, onların tuzaklarını anladığımı ve beyin öldürüleceği için sevindiğim yalanını sıktım. Adamlar delirmişim gibi bana bakıyorlardı. Bizanslı komutan beni ayıpladığını, bu zor hallerinde onlarla dalga geçmemin hiç hoşuna gitmediğini, ama beni öldürmeye mecalinin de olmadığını söyledi. Onlara kaleden çıkan siyah saçlı kadının varlığını ve paslı kılıcı söylediğimde tüyler ürpertici, korku dolu bakışlarla bana bakmaya başladılar. Komutan atının eyerine asılı normal görünümlü bir Bizans kılıcını göstererek tekfurun asıl kılıcının bunun olduğunu ve tekfurun hiç evlenmediğini söyledi. O sırada askerlerden birisi, taze avların kokusunu alınca hortlağın mezarından kalkarak böyle bir yalan uydurduğunu söyledi. Hortlak masallarına inanmadığımı söylediğimde ise sadece güldüler. Askerlerden Türkçe bilen bir başka birisi, kendisinin de hortlak ortaya çıkana dek böyle şeylere inanmadığını ama o uğursuz şatonun civarında tuhaf ölümler başladıktan ve ailesini kaybettikten sonra inanmaya başladığını söyledi. Rol yapar gibi halleri yoktu. Yüzlerinde korku ve umutsuzluk vardı. Onlara kendiliğinden açılan kapıları ve kadının şeklini söyledim. İsmini söylediğimde ise hepsi korkudan bembeyaz kesildi. “Seruzad” ismi bir bir ağızlarda iğrenç bir küfür gibi yayıldı. Komutan bana kadının tarifini sorduğunda ve anlattığımda korkularının daha da büyüdüğünü gördüler. Bizanslı komutan yutkunarak bana tarif ettiğim ismin ve suretin tek bir kadına ait olduğunu, onunda yıllar önce öldüğünü söyledi. Türkçe bilen askerlerden birisi bir hikaye nakletti:
“Dedemin anlatmasına göre ki o da kendi dedesinden dinlemiş, bu kalenin eski komutanı ta Tuna civarından gelmeymiş. Yanında da bir Macar hanımı getirmiş. Kadın bir şekilde intihar etmiş bir nedenden, papaz ruhu lanetlendiği için ona cenaze töreni yapmayı reddetmiş. Bu yüzden uygun bir törenle gömülmediği için hortladığı rivayet edilirdi. Eski madenler civarında, saray dibinde eski bir mezar odası bulduğumuzda bu hikayenin gerçek olduğunu gördüm. İki lahit duruyordu. Birisinin üstünde tahtadan, büyük bir haç konulmuştu. Diğerinde yoktu. Haçsız lahidi açtığımızda bir iskelet bulduk, yanında paslı bir demir kılıç vardı. Kalenin eski beyiymiş. Lahitli mezarı açtığımızda taze bir cesedin olduğunu gördük. Senin tarifine uyan bir kadın! Seruzad hanım! İşte o hortlak o zaman serbest kaldı!” dedikten sonra istavroz çıkardı. Diğer askerlerde onun istavrozunu tekrar ettiler. O zaman Bizanslı komutan bana dönerek artık o uğursuz şatoyu terk ettiklerini, kale surlarını bize bıraktıklarını söyledi. Bana güneşin batmasını söyledikten sonra aklım varsa kaleyi terketmem gerektiğini söyledi.
Bu tuhaf sohbetin ardından onların yanından ayrılarak kalenin yönünü tuttum. Bizanslılar hastalık bahanesiyle lanetin yuvasından kurtulmanın özgürlüğünü yaşıyorlardı. Bense karanlık yapıya doğru at sürüyordum. Kaleden bu yana tüylerimi diken diken eden uğursuz rüzgarlar üzerime esiyordu. Kaleye gelir gelmez hiçbir şeye bakmadan içeriye dalarak Acem İzzet’i sordum. Bana deli şamanın sallandığı ağacı gösterdi askerler. Şamanın yanında o da sallanmaktaydı ve gözleri yuvalarından oynamıştı. O kısacık anda ne olup bittiğini sorduğumda beyin emriyle asıldığını söylediler. Nedenini kendileri de bilmiyordu. Bir uğursuzluk şimdiden bizleri kendi içimizde avlamaya başlamıştı. Önce din adamlarını avlamasından onun hortlak olduğunu anlamalıydım ama gaflet hali işte.
Öğlenin ardından hava erken karardı. Sanki dünyanın dört bir yanından gelme kara bulutlar tepemize toplanmıştı. Normalde Rum diyarının bu tarafları ekseriyetle yağmurlu olurdu ama bu bulutlar başkaydı. Yağmur bırakmıyorlardı ama tepemizde toplanmış duruyorlar, arada bir gürlüyorlardı. Havada bile tuhaflık vardı. Bende bu idam işini ve tuhaflıkları anlayamadığımdan boş vererek evim yerine seçtiğim yere gittim. İçerideki boş yatağa üzerimi bile çıkarmadan attım kendimi. Havadan yayılan bir uyuşukluk hissi var gibiydi. O tuhaf hislerle bu bilmediğim evde uykuya daldım. Ne oldu ne bitti gün akşam oldu. Kabuslar içerisinde tuhaf bir uyku geçirdim ki kapımın yumruklanmasıyla uyandım. Gözlerimi açtığımda zifir karanlıkla karşılaşmıştım. Hayal meyal seçebildiğim pencerelerden gelen karanlıktan gece olduğunu anladım. Kapım yumruklanmaya devam ediyor, birkaç asker bana sesleniyordu. Feci bir sırt ağrısıyla yerimden doğrularak kapıyı açtım. Karşımda üç-beş asker korkudan bembeyaz olmuş suratlarıyla dikilmekteydi. Ne olduğunu sorduğumda korkunç bir cinayet işlendiğini söyledi. Bey’e haber verilip verilmediğini sorduğumda aldığım yanıt daha tuhaftı. Gün batımına yakın, bey şatodaki herkesi dışarıya gönderdikten ve içeride hiç adam bırakmadıktan sonra kapıları kapattırarak önüne asker koyduğunu ve kimseyi içeriye almadığını söylediler. Beyin kendi hassa adamlarından ellisinin kapıyı tuttuğunu, kalan yüzünün de kale kapısının önünde ve üstünde durduğunu söyledi. Onlara madenlerde güvenliğin bulunup bulunmadığını sorduğumda Hüsameddin ve Zeynel çavuşların kendi üç yüz adamıyla birlikte madenlere indiğini ve geri dönmediklerini söylediler. Şüphelendiğim başıma gelmişti. Bu lanetli yerden beylik meylik olmayacağını anlayan Hüsameddin ve Zeynel, her şeyi boş vererek alacaklarını alıp altın madenlerini bulmaya gitmiş olmalıydılar. Muhtemelen bulup tünellerin bir ucundan savuşup gitmişlerdi. Hemen askerlerden birine şatoya gitmelerini emrederek ne olursa olsun beyi korumaları gerektiğini söyledim. Asker koşar adım şato yoluna saparken ben de diğerleriyle cinayetin işlendiği eve doğru ilerledim.
Eve geldiğimde vahşetlere denk bir manzarayla karşılaşmıştım. Tam üç kadın ve beş erkek, iki ufak çocuk, boğazlanmış kuzular gibi yerde yatıyordu! Boğazlarından akan kanlar yerdeki taşlarda iz yapmış, sanki vahşi hayvanlar tarafından boğazları parçalanmış bir halde yerde yatıyorlardı. Ahaliden ne olup bittiğini bilen yoktu ama ben anlamıştım. Hortlak hikayeleri, bunca esrarengizlikle birlikte aklıma yatmış gibiydi. Ahali panik içerisinde biran önce bu uğursuz beldeyi terk etmek niyetindeydi. Onları sakinleştirdikten sonra, herkese haber vermelerini ve kapı önünden toplanmalarını söyledim. Şatoyu ve kalesini terk edecektik. Etrafımdaki askerlerle birlikte kapının önüne gittiğimizde oradaki askerlerin bizi engellediğini ve giriş çıkış engellediklerini söyledi. Durumu ve beyin muhtemel sonunu anlattıktan sonra biraz ikna olur gibi oldular. Toplanan ahaliye rivayetten ve durumdan bahsedince ilk etapta beyi de bırakarak savuşup gitmeyi savunanlar oldu. Ama aşiretlerinin reisi olarak onu bir hortlağa terk edip gitmeleri hiç birinin hoşuna gitmiyordu. Kapıdaki askerlerle birlikte, ahaliyi de yanıma katarak şatonun yolunu tırmanmaya başladım. Halkta elinde meşalelerle bize katılmışlardı. Şato yolundan çıkarken tuhaf bir şeye rastladık. Benim şatoya gönderdiğim askerlerden birisi oklanmış bir halde yerde yatıyordu. Kapıdaki askerlerin yayları hazır ve bize doğrultmuş halde beklediklerini gördük. Tek gördüğümüz bu değildi. Askerler belki hortlağın gaflet büyüsünden farketmemiş olacaklardı askerler pek canlıya benzemiyordu. Bunlar gözleri boş çukur, bedenleri yamuk yumuk dikilir canlı cenazelerdi! Gavurun ölüsünü asker edip karşımıza dikmişti hortlak!
Askerlere emir vererek onları oklattığım da hiç birine bir şey olmadığını, tam aksine onların bizi oklamasına şahit olduk. Askerlerimden çoğu kalkanlarını ve topuzlarını çıkararak naralarla şato kapılarına dayandılar. Ama bu anda beklemedikleri bir şey oldu. Canlı cenaze, hiç biri ölmez askerler adamlarımdan çoğunu yaralamış ve üstlerine çökerek onları yemeye başlamışlardı çiğ çiğ! Bu korkuyla birlikte beyide, şatoyuda bırakıp canımızı kurtarmak için kalan askerleri ve ahaliyi kalenin kapılarına sevkettim. Kapılara geldiğimizde tuhaf bir şeyle karşılaştık. Ağaca asılmış şaman ile imamın cesetleri kıyama gelmişti. Canlanmış ölüler, korkunç kahkahalar atarak ve bir o yana bir bu yana sallanarak kapıdan geçişimizi engelliyorlardı. Neyden sonra birimizin aklına meşale fırlatmak geldi de kuru ağaç tutuşmaya başladı. O anda cesetlerin ateşin etkisiyle sihir güçlerini yitirdiklerini görünce aynısını kaledeki ölüler içinde yapmayı düşündük. Zira kalenin kapıları bir türlü açılmıyordu, cadının tılsımına kapılmıştı!
Şatoya vardığımızda hesap ettiğimiz gibi alevlerle yaka yaka canlı cenazeleri bertaraf edebilmiştik. Hortlak Seruzad’ı da yok ederek bu lanetli tılsımı bertaraf edebileceğimizi düşünüyorduk. Zaten bizde adetti, İslamca caiz değildi ama bu tür hortlamışların evvela kalbi tahta kazıkla toprağa çakılıp kafası kesildikten sonra ceset ateşe verilirdi. Bizde bunu yapmak amacıyla şatoya girmiştik. Korkunç ve karanlık dehlizleri birbir gezdik ama hiçbir kimseye rastlamadık. Dehlizlere indiğimizde ise karanlık bir çukur gördük. Madenlere çıkıyordu. O anda korkutucu bir şey oldu. Tünelden bir sürü canlı cenazenin tırmanarak çıktığını gördük! Hepsi hortlağın tılsımıyla diriltilmişti. Başlarındaki Hüsameddin ve Zeynel’den bunların o diğer askerler olduklarını anladım. Bunlara da ateşle karşılık verdik ama bulunduğumuz yerde alev aldı. Alevlerin tünellerdeki tahta döşemelere de sıçradığını gördüm. Bu bir son umuttu belki. Ölenlerin ruhlarını ancak bu şekilde kurtarabilirdik.
Ne oldu ne bitti, bir avuç insan bir avuç asker o şatodan çıktık. Evleri ve şatonun dışını ateşe verdikten sonra tekrar kapılara yöneldik. Cenazelerimiz ölü mü canlı mı bilmiyorduk. Kapının önünde iki siluetin dikildiğini gördük. Birisi Seruzad hortlağıydı. Diğeri ise Hamza Bey’di. İkisi de korkunç bir hale bürünmüş, sivri dişleri ve ateş gözleriyle cehennem kaçkını albızlara benzemekteydiler. Hortlak diğerlerini köle yaparken sadece Hamza’yı kendisi gibi bir hortlağa çevirmişti. Kapıdan nasıl geçeceğimizi bilmiyorduk. O sırada askerlerden birisi akıl etti de Seruzad’a alevli oklarından birini gönderdi. Hortlak taifesi ateşe o kadar dayanıksızdılar ki en ufak bir temasta alev alıyorlardı. Seruzad ateşler içerisinde kül olurken Kara Bey’in insan dışı, iblisleri andıran tuhaf bir çığlıkla gürlediğini duyduk. Bildiğimiz duaları okuyarak kalenin kapısına dayandık. Cadı yandığı için tılsımı etkisini kaybetmişti. Tam o anda bir şeyler oldu. Beyin alev aldığını gördük. Cadı ortadan kaybolmuştu ama tılsımı bir şekilde zayıflamıştı dualar nedeniyle muhtemelen. Kara Bey yanarken Lanetli Seruzad, o karanlık saçlı kadın ortadan kaybolmuştu. Öldü mü kaldı mı alevini beye bulaştırıp kendini mi kurtardı bilmem.
Kaleden çıkmaya muvaffak olunca, güneşi görene kadar durmadık. Koca Kargın aşireti dağıldı gitti böylece bir gecede! Kalanlarımız dağıldık bir daha hiç rastlamadık. Yalnız bir gün denk geldim birine İznik elden çıkmadan önce bir handa. Tanımamışlıktan geldik birbirmizi. O dehşetli olayların hatırasında titreyerek sadece sustuk. Ben kaleden kurtulunca önce bir tekkeye ardından da medreseye kapağı attım, yalan ve uğursuz dünyadan elimi çekerek din işlerine verdim kendimi. Ama askerliği bırakmadım. Rum Sultanı’nın maiyetine girip subaşılık ettim, yaşım kemale erince bilgime ve görüşlerime binaen beni hoca edip, kılıcımı teslim ettirip Kayseri Hatuniye Medresesine yolladılar yıllar sonra. İşte şimdi Kayseri yolunda buraya denk gelmiştim. Haçlı kafirinin gelişinde bile yolumu buraya düşürmemeye dikkat ederken, kader beni yeniden sürüklemişti buralara. Çok şey değişmişti Karanlık Saçlı Seruzad’ın Şatosu’nda. Sadece o şato kalmış, duvarlar ve evler çoktan yıkılmış, biraz uzağında yeni bir kasaba kurulmuştu.
Şimdi gece karanlığında o korku dolu efsanenin canlı şahidi yere bakıyorum. Sanki Karanlık Saçlı Seruzad hala orada, hala son kurbanlarından birine bakıyor, kanımı içmek için uyumamı bekliyor kim bilir?
SON
- Çeşmenin Duldası - 1 Ekim 2021
- Paşa, Voyvoda ve Cadı - 1 Nisan 2021
- Şalgamika Nasıl Dağıldı? - 15 Haziran 2017
- Balkanski Grob - 15 Mayıs 2017
- Tahta Kılıçlar Mezarlığı - 15 Ekim 2016
Selamlar;
Güzel bir hortlak hikayesiydi. Tam da senden beklendiği gibi. En az daha öncekiler kadar keyif aldım okurken. Yazım yanlışlarının yine hortladığını görmek ise beni biraz üzdü. Bayağı azaltmıştın oysa ki…
Kalemine sağlık…
Hocam o öykünün bir kısmı 2009 yılında yazılmıştı. İmla hatalarımın dolu olduğu dönemde, gerisini yazmak bu seneye kaldı, sınav dönemine denk geldiğinden çalakalem yazdım. Uyarı için teşekkür ederim 🙂
Merhaba:
Tarih bilgine hayran kaldım. Bu konuda oldukça donanımlısın anlaşılan. Kişiler yerler çok iyi. Yazılanların arasında bizden birilerini görmek beni oldukça mutlu ediyor. Ama aksayan yönlerine de değinmeden geçemeyeceğim. Okurken keyif aldım ama bana sanki biraz uzunmuş gibi geldi. Birz daha kısaltsan hatta radikal davranım yarı yarıya kısaltsan asıl değinmek istediğin hortlak öyküsü ön planda olurdu. Bu haliyle tarihi bir öykü ile korku öyküsü arasında bir yerlerde duruyor. Eline sağlık…