Öykü

Karar

Tık tık.

Kapısı çaldığı anda Şelbi birazdan ne duyacağını biliyordu.

“Gel.” dedi.

“Günaydın canım.” dedi annesi kapıyı açıp içeri girerken.

“Günaydın anne. Sen söylemeden ben söyleyeyim. Biliyorum 18 olmama bir ay kaldı. Artık karar vermem gerektiğini söyleyeceksin ve ben bunu zaten biliyorum.” Konuşurken dişlerini sıkıyordu.

“Zaten biliyorsun ama bu konuda ne yapıyorsun anlamıyorum.” Annesi kapıyı çarpıp çıktı.

Şelbi dindar bir ailede büyümüştü. Dinlerine göre bir aile 18 yaşına gelene dek çocuklarına yardım edebilirdi ama sonrasında yardım etmek gibi büyük bir günahı işlememeleri gerekirdi. Kutsal kitapları bunu çok açık bir şekilde buyuruyordu: “İman edenler hiçbir canlıya yardım etmemeli aksine zarar vermeli. İnsan ne kadar çok zorluk yaşarsa ve yaşatırsa o kadar doğru yoldadır.”

Şelbi’nin bir seçim yapma yaşı gelmişti. Bir ay içinde para kazanmanın bir yolunu bulmalıydı ancak daha hayatta ne yapmak istediğine bile karar verememişti. Karar veremedikçe kendini yalnız hissediyordu. Belki de insanlar bu yüzden yetişkin olunca aşkı aramaya başlıyorlardı; yalnız olmamak, seçimlerini yalnız yapmamak için. Keşke biri ona ne yapması gerektiğini, hayatını nasıl yaşaması gerektiğini söylese o da seçim yapmak zorunda kalmasa diye düşünürdü sık sık. Hangi mesleği yapmak istediğini bilmiyordu ama dinlerine uygun bir meslek seçmek, ailesini gururlandırmak istiyordu.

Başkasına yardım etmek büyük günahtı. Bu yüzden insanlara ne kadar zarar verebilirse o kadar iyi bir meslek seçmiş olacaktı. Belki bir bilim insanı olur ve bir virüs yaymak için çabalardı yahut hırsız olabilirdi. Sonuçta iyilik demek insanların hayatını zorlaştırmak demekti. Bunu hangi meslekle yaptığı önemli miydi? Cennete gitmek için insanların hayatını zora sokması yeterliydi, bunu hangi yolla yaptığının ne önemi vardı? Böyle düşününce herhangi bir mesleği seçmeye karar veriyordu ama iki gün sonra vazgeçiyordu. Şelbi evde bir kişiyle daha aynı konuşmayı yapmak istemediğinden evden hızla çıktı.

Tüm gün otobüsten otobüse geçerek orda burada dolandı. Ne zaman canı bu kadar sıkılsa olduğu gibi kendini deniz kenarında buldu. Sonbahar serinliği deniz kenarına gidince genç kızı iyice üşüttü. Yanına ceketini bile almadan çıkmıştı. Kahverengi tişörtüyle tıpkı solup düşmüş yapraklardan biri gibi saatlerdir sürükleniyordu. Yüz metre kadar ilerisindeki saatten gelen gong sesiyle irkildi. Saat gece yarısı olmuştu bile. Koşa koşa son otobüse yetişti. Otobüste Şelbi haricinde üç kişi daha vardı. İçlerinden biri Şelbi’nin yanına gitti.

“Rahatsız etmiyorum umarım. Üşümüş gibisiniz. Ceketimi alabilirsiniz isterseniz.” dedi. Yardım etmeye çalışan bu insanların hepsinden iğreniyordu.

“Git başımdan.” dedi göz teması kurmadan.

Otobüsten inip caddeyi geçti. Evlerine giden kestirme yola yöneldi. İki ev arasında bırakılmış bir metrelik dar aralıktan geçip çöplük olarak kullanılan koca araziye çıktı. Birkaç köpek haricinde kimse yoktu. Şelbi hızlı adımlarla yürürken yaklaşan bir çift ayak sesi duydu. Olduğu yere çakıldı kaldı. Gitgide yaklaşan ayak seslerini duyuyor ama ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Beyni durmuş gibiydi. Ayak sesleri yaklaştı, yaklaştı ve bir el Şelbi’yi kolundan tutup çekti. Küçük ama keskin bir bıçak kızın boynuna dayandı. Elindeki bıçağı sıkı sıkıya kavramış, gözlerinden neredeyse alevler çıkacakmış gibi Şelbi’nin göz bebeklerine bakan oğlan olsa olsa Şelbi’den birkaç yaş büyüktü. Saçları geriye doğru jölelenmişti. Tek bir saç teli bile ona itaatsizlik etmiyordu. Oğlan kızın gözlerinde korkuyu aradı ama Şelbi çocuğu ciddiye bile almıyordu, onun amatör ve beceriksiz olduğunu düşündü. Çocuk istediği korkuyu göremeyince gülmeye başladı. Başka bir yöntem denemesi gerekiyordu.

“Benim adım Eşkıya Yeltek. Senin adın da birazdan çöplükte ölen kız olacak.”

Şelbi bu sözleri duyunca gülmeye başladı. “Diğer eksiklerini görmezden gelebilirim ama korkutucu sözlerine çalış. Ucuz şiir gibi konuşuyorsun.”

Çocuğun yüzü ifadesizleşti. Bıçağı bir elinden diğerine geçirdi. Parmağındaki yüzükler bıçağa çarpınca metalik bir ses çıktı. İki saniye sonra bıçak Şelbi’nin karnındaydı. Bıçağı geri çıkarınca Şelbi yere yığıldı. Yeltek cebinden bir peçete çıkarıp bıçağını temizledi. Kravatını ve takım elbisesinin kollarını düzeltti. Arkasına bakmadan ağır adımlarla çöplükten çıktı.

Şelbi’nin yerde yatarken tek düşündüğü Yeltek’in ne kadar beceriksiz bir eşkıya olduğuydu. Tişörtünü çıkartıp kanı durdurmak için karnına bastırdı. Zorla ayağa kalktı ve sendeleye sendeleye evin yolunu tuttu. Anahtarla kapıyı açıp içeri girdiğinde annesini, babasını ve dedesini salonda televizyon izlerken buldu. Kapı açılınca hepsi birden kafasını çevirdi ve Şelbi’yi kanlar içinde görünce rahatladılar.

Annesi “ Biz de birinin yardımını kabul ettin falan diye endişelenmeye başlamıştık.” dedi. Şelbi kafasını iki yana salladı.

“Bir eşkıya saldırdı çöplükte. Beceriksizin tekiydi ama kararımı vermemi sağladı. Eşkıya olacağım.” Sessiz ve hırıltılı konuşuyordu.

Evin parkesine damlayan kanının sesi duyuluyordu. Annesi rahatlamıştı, gülümsedi. Babası “Seninle gurur duyuyorum.” dedi. Dedesiyse çoktan televizyon izlemeye geri dönmüştü. Elmasından bir ısırık alırken “Çok güzel, çok güzel.” diye mırıldandı. Şelbi’nin başı iyice dönmeye başlamıştı. Kanı damlaya damlaya merdivenleri tırmanıp odasına çıktı. Yatağının altından içinde tıbbi malzemelerin olduğu büyük bavulu çekip çıkardı. Aynanın karşısında yere uzandı. Ağzına bir havlu tıktı ve kendini ameliyat etti.

İyileşme süreci boyunca yatakta yattı ve nasıl bir eşkıya olacağını planladı. İnsanlara en büyük korkuları yaşatmak, adrenalin salgılatmak ve onlara verebileceği kadar zarar vermek istiyordu. Bu tanrının ona verdiği bir görevdi. En azından o öyle hissediyordu. Tanrı’ya onun çağrısını aldığını kanıtlamak için kutsal kitabı yanından hiç ayırmadı. Saatlerce kutsal kitabı okudu, okudu, okudu. Ayrıca Yeltek’i de sık sık düşünüyordu. Aynı mahallede büyümüşlerdi. Çocukken arkadaş olduklarına dair belli belirsiz birkaç anı vardı kafasında. Ama yıllar boyu bağları kopmuş, yabancılaşmışlardı. Aslında Yeltek eşkıya olacak biri gibi durmuyordu. İfadesizken bile gülümsüyormuş gibi bir yüzü vardı. Üstü başı derli toplu, tıraşı bir gün bile aksamamıştı. İnsanları yardım teklifiyle çok rahat kandırabilirdi. Şelbi oğlanın geçmişinin karanlık olduğundan neredeyse emindi. Yine de içten içe onu tekrar görmek istiyordu. Ona nasıl iyi bir eşkıya olunur göstermek istiyordu. Evet evet ona iyi bir ders vermesi gerekiyordu. Bu kadar beceriksiz bir eşkıya olmak neredeyse insanlara yardım etmek, onların hayatlarını kolaylaştırmak kadar kötüydü.

Profesyonel bir mahalle eşkıyası olabilmek için ilçe belediyesine başvuru yapılırdı. Sonrasında bir sınava girilir ve geçenler eşkıya belgesini almaya hak kazanırdı. Belgesini almış profesyonel bir eşkıya yaptığı her şeyi aylık olarak raporlardı. Rapor beğenildiği sürece maaşı da yatardı. Yani Şelbi’nin tek yapması gereken sınavı geçmekti ama sınavdan deli gibi korkuyordu. Geçmek zorundaydı. İşini şansa bırakamazdı. Yardıma ihtiyacı olduğuna karar verdi. Biliyordu bu büyük günahtı ama sadece bir kerelik bir şeydi. Eşkıya olabilmek için buna ihtiyacı vardı.

Yataktan kalkabilecek hale gelince mahallenin emekli eşkıyalarından biri olan Peyke’yi aramaya başladı. Diğer eşkıyalar namuslu insanlardı ona asla yardım etmezlerdi ama Peyke öyle değildi. Hatta Şelbi’nin onun yanında görünmemesi lazımdı. Bu işi gizlice halledecekti. Mahallenin arka sokaklarındaki bir kahvede buldu yaşlı eşkıyayı. Kahvenin içi bomboştu. Peyke’nin olduğu yerde insan bulunmazdı zaten. Şelbi adamın yanına gitti ve direkt konuya girdi.

“Peyke! Bana eşkıya olmayı öğret. Sınavlara gireceğim ve geçmem lazım.” dedi.

İki büklüm kalmış yaşlı adam boynu dönmediği için tüm vucuduyla kıza doğru döndü “Öğretecek ne var yahu? Sınavlarına girersin eğer yeteneğin varsa olursun. Bu kadar.”

“Yeteneğim var ama deneyimim yok. O da sende var.” Kız derin bir nefes aldı. “Yardım et bana.” dedi.

“Şştt! Ne yardımı?” Peyke duyan var mı diye etrafı kontrol etti. “Biri duyacak.”

Şelbi güldü. “Kimse bilmiyor mu sanıyorsun? Tüm mahalle senin o uğursuz doktorlarla salak kliniğinizde yaralıları tedavi ettiğinizi biliyor. Polise yakalanmanız yakındır.”

Bu sefer Peyke güldü. “Tehdidi ben icat ettim be aptal kız. Bende işe yarar mı sanıyorsun?”

Şelbi yaşlı eşkıyanın gözlerinin içine kararlılıkla baktı. “Kanıt bulmak da zor değil, polise şikayet etmek de. Sen bilirsin.” dedi ve adamın yanından ayrıldı.

Peyke birkaç saniye sonra saatlerdir kalkmadığı taburesinden oflaya oflaya kalktı. Yavaşça etrafı yokladı ve hızlı adımlarla Şelbi’nin peşinden gitti. Eski eşkıyalık günlerinin alışkanlığıyla kızı kolundan kavradı. Kulağına eğildi ve “Sabaha karşı çöplükte beni bekle. Kimseye de görünme.” dedi. İkisi de ters yönlere doğru yollarına devam ettiler.

Şelbi sabaha kadar uyumayıp antrenman yaptı. Nasıl bıçak çekmeli? Ne söylerse karşısındakinin korkudan altına sıçmasını sağlayabilir? Farklı farklı yöntemler denedi. Güneşin doğmasına bir saat kala siyah kapüşonlusunu üzerine geçirip evden sıvıştı. Hızla çöplüğe girdi. Koca arazinin içinde bir o yana bir bu yana yürüyüp durdu ama gelen giden yoktu. Sonunda bir ayak sesi duydu ve o tarafa doğru yöneldi. Karşıdan gelen Peyke değildi. Şapkası yüzünün gözükmesini engelliyordu ama jilet gibi takım elbisesinden kim olduğunu anlamak zor değildi. Yeltek hiçbir şey söylemeden Şelbi’ye yaklaştı. Yanında durup sigarasını içmeye başladı. Bir süre sessiz kaldılar. En sonunda Şelbi “Ne işin var burada?” dedi.

“Peyke gelecek birazdan onu bekliyorum.” Sesi 10 yaşındaki bir çocuğun sesinden çok da farklı değildi.

“Ben de.”

“Biliyorum”

Şelbi neyi biliyorsun? Diye sormak için ağzını açtı ama bir şey demedi. Sigara içip Peyke’yi beklerken konuşmadılar.

Peyke geldiğinde güneş doğmuştu. Geldiği gibi Şelbi’ye döndü

“Yeltek’e de yardım ediyorum.”

Şelbi kendini tutamayarak “İğrençsin.” dedi. Peyke güldü. Çıkardığı ses daha çok refleksif bir hırıltı sayılabilirdi. Cevap vermeyecek gibiydi ama o da kendini tutamadı.

“Çok iyi biliyorsun değil mi, neyin doğru neyin yanlış olduğunu?”

“Sadece ben değil Tanrı biliyor, yasalar biliyor.” Peyke yine aynı hırıltı mı kahkaha mı belli olmayan sesi çıkardı. Bir şey demedi bu sefer. Yeltek sanki onları hiç duymamış gibi sigarasını içiyordu. Bitince yere atıp ayakkabısıyla söndürdü. “Hadi. Neyi bekliyoruz?” dedi. “Bir yem var.” dedi Peyke ve başka açıklama yapmadan yürümeye başladı. Diğer ikisi de onu takip ettiler. Üçü tek sıra halinde bir metrelik aralıktan geçerek çöplükten çıktılar. Henüz sokaklar bomboştu. Sabah serinliğinde bir süre yürüdüler. Önce burunları kızardı sonra sümükleri aktı daha sonra durdular. “Burası.” dedi Peyke. Site içindeki bir apartmanı göstererek “Yaşlı teyzesiyle yaşayan genç bir çocuğun evi. Başlangıç için kolay lokma. 3. Kat.” dedi ve arkasını dönüp yürümeye başladı. “Bu kadar mı yani? Bize hiçbir şey öğretmedin ki!” diye bağırdı Şelbi yaşlı eşkıyanın arkasından. Peyke yoluna devam etti.

Yeltek bilmem kaçıncı sigarasını yere atıp söndürdükten sonra “İş bölümü yapalım.” dedi. Şelbi sanki onu hiç duymamıştı. Bir süre Yeltek’i inceledi. Yakışıkıydı. Pürüzsüz yüzüne dokunmak, dudaklarını yüzüne değdirmek istedi. Teninin sıcak olup olmadığını merak etti. Yeltek’i arzuluyordu. Bunun farkındaydı ama onun karanlığını göz ardı edemezdi. Kafası çok karışık diye düşündü. Olmak istediği kişiyle olduğu kişi arasında dağlar kadar fark var. Bunu düşününce onu arzuladığı için kendine kızdı. Çocukken de hayvanlara yardım ederdi zaten diye hatırladı. Olsa olsa iğrenç biri olarak görebilirdi onu. Belki kendi kafası da bir an için karışmıştı. Tanrıdan af diledi.

“Senin iş yapmaya niyetin yok galiba.” dedi Yeltek. Sesinde bir mutluluk vardı. Bu Şelbi’yi kızdırdı.

“Niye o gece beni öldürmedin? Bu kadar zayıf mısın?” dedi.

Yeltek bu soruya şaşırmadı. Düşünürken bir sigara daha yaktı.

“Korkmadın. Hatta hiçbir şey hissetmedin.Bir şey hissettirmedikten sonra eşkıyalığın kime ne yararı dokunacak? Bunu bırak şimdi de bir plan yapalım.”

Şelbi inanmamıştı. Yeltek ona iyilik yapmak için onu öldürmemişti bunu adı gibi biliyordu. Yeltek’in içindeki karanlığı biliyordu ama hâlâ onun tenine dokunmamak için kendini sıkmak zorunda hissediyordu. Tanrıdan af diledi.

“Girince sen sağ tarafı kontrol et ben solu ederim. Zaten muhtemelen daha uyuyorlardır.” dedi Şelbi.

Yeltek katıldığını belli ederek kafasını salladı. “O yüzden ilk hedefimiz yatak odaları.” Cebinden iki sprey çıkardı. “Onları uyandırıp hızlıca bunu burunlarına doğru sıkacağız. Bu onların bilinçlerini kapatır.”

“Sonra onları bağlar evi birbirine katarız.” diye tamamladı Şelbi. Onunla çalışmaktan zevk almıştı.

“Aynen öyle.” dedi Yeltek yine gözlerinde tutkulu bir alev vardı. Şelbi ona güvenmemesi gerektiğini biliyordu ama bunu seçemiyordu. Belki bu işe hiç bulaşmamalıydı. Zaten onu Peykeyle gören olmuşsa adı kirlenmişti bile. Bu riske değer miydi? Yine de bu işe bulaşmıştı bir kere ve sonunu getirecekti.

Yeltek ve Şelbi eve kolaylıkla girdiler. Eve girince sağda ve solda birer oda tam karşıda da tuvaletle banyo vardı. Şelbi sola, Yeltek sağa yöneldiler. Her iki odada da bir kişi uyuyordu ancak bunların ne yaşlı teyzeyle ne de genç çocukla alakası vardı. En az 130 kilo olan dev gibi iki adam horlayarak uyuyorlardı. “Ağzına sıçayım Peyke.” diye söylendi Yeltek.

“Uyanmadan çıkalım.” dedi Şelbi.

Tam kapıya doğru yönelmişlerdi ki bir silah sesi duyuldu. Sağ odadaki dev uyanmış ve silahını kaptığı gibi ateş etmişti. Kurşun Yeltek’in sırtından girip içeride takıldı. Yeltek yere devrildi. Dev, silahını bu sefer Şelbi’ye yöneltiyordu ki Yeltek cebinden silah çıkarıp adamdan hızlı davrandı ama ancak adamın koluna isabet ettirebilmişti. Şelbi can havliyle tek silahı olan bıçağını kaptığı gibi adama fırlattı. Bıçak dev adamın tam boğazına isabet etti. Koskoca adam depremde çöken bir bina gibi yere devrildi. Gidip diğer adamı kontrol etti. Hâlâ uyuyordu. Şelbi birkaç saniye durakladı. Yeltek tek başına kalkabilecek halde değildi. Diğer adam her an uyanabilirdi. Ya hemen orayı terk edecek ve kendi canını kurtaracak ya da hem kendi canını tehlikeye atacak hem de inandığı değerlere ihanet ederek Yeltek’e yardım edecekti. Kararını verdi. Tabii ki ona yardım etmeyecekti. Çıkıp gidecekti. Eğildi ve Yeltek’i kolundan tutup kaldırdı. Beyni hareketlerini kontrol edemiyor gibiydi. Genç kız nedenini çözememişti ama Yeltek’in var olmamasını istemiyordu. Yeltek bir kolu Şelbi’nin omzunda ayaklarını sürüyerek yürümeye çalışıyordu. Şelbi ne yaptığını bilmiyordu ama tüm gücüyle hızla o binadan uzaklaşmaya çalıştı. Genç kız taşıdığı adama baktı. Kan ter içindeydi, saçları ilk defa kontrolden çıkmıştı, kravatı yamulmuş gömleği parçalanmıştı. Bilinci yavaş yavaş kapanıyor gibiydi. Şelbi onu konuşturmak için aklına gelen ilk şeyi söyledi “Küçükken öpüştüğümüzü hatırlıyor musun?” Yeltek güldü ve ağzından kan fışkırdı.

“Özür dilerim.” diye geveledi. Ne dediği pek anlaşılmıyordu.

“Bir daha… yardım… yok.” dedi. Sayıklıyordu.

“Ne demek istiyorsun?” dedi Şelbi. Yeltek’i taşımak gitgide daha zor geliyordu. Onu Peyke’nin yardımcı olduğu kliniğe götürüyordu ama henüz bunu kendine bile itiraf etmemişti.

“Ben kötüyüm…çok…kötülük yaptım.”

Şelbi bunları konuşmak istemiyordu. “ Sus gücünü harcama.” dedi

“Ben… artık kötülük yapmıyorum Şelbi…ben tövbeliyim…artık ama… yine de… iyilik yapıyormuş gibi… hissetmiyorum.”

Yeltek’in daha fazla gücü kalmamıştı. Kendini yere attı ama Şelbi onu bırakmıyordu.

“Hadi kalk sana yardım edeceğim ama biraz dayanman lazım… Lütfen.”

Yeltek onu duymuyordu. “Şelbi.” dedi. Ağzı kurumuştu iyice. “Ben hep yanlış… hissediyorum. Ya ben… bozuğum… ya da… dünya.”

Şelbi bir şey demedi. Yeltek bir süre inledi. Beş dakika kadar sonra da son nefesini verdi. Şelbi öylece kalmıştı. Ölü bedene baktı, gözünden yaşlar süzüldü. Gözyaşlarını fark edince neredeyse kendini tokatlayarak yüzünü sildi. Ölü birinin arkasından ağladığı için, Yeltek’in arkasından ağladığı için kendini günahkâr gibi hissetti. Evet günahkârdı. Yardım almıştı. Yardım etmişti. Neden yapmıştı bunu? Tanrıya ne hesap verecekti? Kendinden çıkaramadığı sinirini önünde uzanan ölü bedenden çıkardı. Yeltek’in cansız bedenini tekmeledi, tekmeledi, tekmeledi.

Zeynep Urulu