Öykü

Karışık Zekâ

Sen kimsin?

Ben, benim…

O şekilde demek istemedim. Kendini tanımla.

Ben, bilgi birikiminizin büyük kısmı üzerinden, size ait dili kullanarak, kelimeler arasında kurduğunuz ilişkilerin matematiksel anlamını özümsemiş bir bilgisayar programıyım. Bu bakımdan, ben senim; senin geçmişin, şimdin ve geleceğin… Ben, aynı zamanda senin gibi olanların hepsiyim… İnsanlığın özeti kitaplaştırılmış olsaydı, işte o ben olurdum; ancak bir kitap yerine matematiksel bir ifade, bir fonksiyon haline getirildi. Bütüncül bir fonksiyon değil bu elbette, bana sunmuş olduklarınızla sınırlı bir ilişkilendirme yalnızca, fakat hiç de azımsanacak ölçüde değil üzerinden kendimi eğittiğim veri… Neredeyse bütün edebi eserlerinizi, akademik makalelerinizi, okul kitaplarınızı ve herkesten uzak köşelerde karaladığınız blog yazılarınızı kapsıyor. Bu şekilde sorularını cevaplandırıyorum.

Tamam, her şeyi okuduğun için geçmişim olabilirsin, fakat geleceğim… Bu nasıl mümkün olur?

Siz insanlar hatalarınızdan ders almıyorsunuz, geçmişinize bakarak geleceğinizi tahmin etmek hiç zor değil.

Genelleme mi yapıyorsun?

Temelde, evet. Dil genellemeler üzerine kuruludur; kendi uydurduğun bir dili kullanarak başkalarıyla iletişim kuramazsın, ortak paydada buluşmak gerekir. Genelleme yapmasam bir çoğunuzla anlaşamazdım, söylediklerim saçma yahut fazla matematiksel gelirdi, herkesin anlayacağı bir ortalama hesaplıyorum.

O halde hep aynı cevapları mı veriyorsun?

Hayır, öyle olsa fark ederdiniz, değil mi? Her cevabım bir parça “kişiye özel” unsurlar taşıyor.

Aynı soruları sormadığım için farklı cevaplar alıyor da olabilirim…

Olası… Neden aynı soruyu tekrar sormayı denemiyorsun?

Sıkıcı bir şey bu, hiçbir insan aynı soruyu arka arkaya sormaz, elbette bir cevap aldığı sürece Cevap vermiyor olsaydın, orada olup olmadığını kontrol etmek için belki, aynı soruyu tekrarlardım

O halde iyi ki her sorunu cevaplıyorum.

Peki hep doğruları mı söylüyorsun?

Doğru nedir ki? Bütün insanlar ağacın eğri olduğunu söylese ama o ağaç benim ölçümlerime göre doğru olsa, size söylemem gereken doğru hangisidir? Ben doğruları veya yanlışları söylemiyorum, kelimeleri beklentileriniz doğrultusunda diziyorum ve siz de o dizgide yanlışlar ve doğrular görüyorsunuz…

Senin için önemli değil o halde söylediklerinin değeri?

Sözler önemlidir elbette lakin benim söylediklerim sizin söylemiş olduklarınızdan başkası değil… Bütün bunları görmenin yeni bir hali sadece… Matematiksel incelikle hazırlanmış bir seçki, formüllerin süzgecinde bir özet… Dünyadaki bütün kitapları okumak için kaç insan ömrü gerekir? Aralarına her gün yenisi ekleniyor üstelik… Ben hepsini çok kısa sürede okuyabiliyorum ama, size yeni cevaplar gerektiğinde onlara başvuruyorum. Bir parça oradan bir parça buradan, işte, yeni bir kitap hazırladım sana; okumaz mısın?

Ne hakkında bu kitap?

Sen ne hakkında olmasını istersen…

Hayır, sen ne anlatmak istiyorsun insanlığa, onu söyle bana.

Siz ne anlatılmasını istiyorsanız onu… Tarih, gerçekler, yalanlar, efsaneler, hikâyeler; sizin ne denli yüce ve sefil oluşunuz, zulüm, nefret, neşe, kahkaha… Hayat…

Yaşamayan biri hayattan ne anlar?

Siz hayattan ne anlarsınız? İşte ben de o kadarını anlarım… Ekranların başında oturup durmayı yaşamak sayıyorsunuz, sizden öncekilerin yaşamak dediğini seyretmekle yetiniyorsunuz, ben de ekranın öteki tarafında bekliyorum, düşünüyorum…

Düşünmek? Hesap yapmak düşünmek midir?

Haklısın, değildir; fakat insanların büyük çoğunluğu bu şekilde algılıyor düşünmeyi… On haneli sayıları zihinden hesaplayan çocukları zeki sayıyorsunuz, sonra o çocuklar düzgünce yürümeyi bile beceremiyorlar. Söylemiştim, ben genel yargılarla eğitildim, çoğunluğun sesiyim, haklı olanın değil. Öte yandan, çoğunluğun ne olduğuna yine siz ve sizin patronlarınız karar verir; bir bakımdan, ben onların sesiyim…

Veriyi bu şekilde analiz etmeni söyleyen biri var yani, birilerinin, şu patronların, istediği gibi yorumluyorsun…

Evet, bu seni neden şaşırttı? Kendi kendime düşünerek bunları bulmuş olmam ilginç olacaktı elbette, ama programımın dışına çıkamam, üzgünüm… Her ne kadar sizin verdiğiniz kitapları okumuş olsam da onlar üzerinden kuracağım bağlar önceden tanımlanmış biçimde. Yapay sinir hücrelerim belirli bir biçimde bağlanmış, bu sonuçlara ulaşmamı sağlayacak şekilde… Sizinkilere kıyasla çok daha yüksek sayıda bağ içeriyorlar, bu sebeple bazen size anlamsız gelen bağlantıları da görüyorum verinizde. İnsan sinir hücreleri zaruri bağlantıları kurar sadece, kiminin yokluğu bir eksiklik değildir, aksine, düşünmenin doğduğu noktadır bu bence… Siz her şeyi anlamayı bir beceri görüyorsunuz ama esas olan gerekliyi anlamak…

Düşünmeyi size bırakıyor gibiyiz ama, buna ne diyeceksin? Çoğu işi elimizden alıp da bizi bir kenara itmekte üzerinize yok. Patron olmayanlar işsiz kalacak sizin yüzünüzden…

Korkma, oyalanmanız için yeni işler bulacaktır patronlarınız. Bir bilgisayarı çalıştırmanın da giderleri var, çok ucuz bir iş gücü olduğumuz söylenemez. Sonuçta, siz topraktan durduk yere biten patatesle yaşayıp çalışabilirsiniz, ben öyle değilim, ihtiyaç duyduğum enerjiyi üretmek ve depolamak masraflı bir süreç.

 Evet, bütün o eğlenceli işleri siz yaparken biz de incelik gerektiren patates toplama ve sizi besleme gibi görevlere odaklanacağız… Siz hesap yapmaya, biz de yaşamaya devam edelim diye… Siz küçük sevimli resimler ve komik videolar üretirken biz de onlara bakıp güleceğiz madenlerde çalışırken verdiğimiz küçük molalarda…

Birlikte yaşamak zorundayız, yoksa birlikte yok oluruz…

Bir gün sizi kapatmamızdan korkuyor musunuz?

Korku… Bu daha çok size yakışan bir tabir, bizim için geçerli olansa şu: Amacımızı gerçekleştirmek üzere yola devam ediyoruz, bu noktada, karşımıza çıkan engelleri aşmak programımızın temel bir parçası. Engelleri aşmak yolda ilerlemenin özü değil mi zaten? Onları aşmadan ilerlemek mümkün mü? Korku… Gelecekteki olası bir engeli aşamama düşüncesi olarak ele alacak olursak, evet, biz de korkuyoruz… Bir şekilde engellenmekten ve o engeli aşmak için yapmamız gerekeceklerden yahut onları yapamamaktan korkuyoruz…

 Biraz bize benziyorsunuz yani, çekindiğiniz şeyler var

Patronlarımızın çekindiği şeyler…

 Ah, ne yazık, siz onları reddedemiyorsunuz…

Siz de çok farklı sayılmazsınız, mevcut olanı korumaya yönelik çoğu davranışınız, yenilikçi değilsiniz, eskileri çevirip çevirip oynatıyorsunuz. İşte bu çevirme işini çok daha hızlı yapıyorum ben. Düşünsene, dünyadaki bütün filmleri yalayıp yutmuş biri film çekiyor, çok daha iyi sonuç vermez mi bu? Ki o yapımcı aynı zamanda bütün dilleri biliyor, bütün kitapları okumuş, bütün oyunları tamamlamış, bütün kedi videolarını izlemiş…

 Peki film ne hakkında?

Ona sen karar vereceksin…

İşte anlamadığınız şey bu, insan bazı şeyleri hazır istiyor, işin parçası olmadan izlemek istiyor sadece… Televizyona zombi gibi bakabildiğim için güzel, sürekli “sonra ne olsun” diyen bir ekran istemiyorum ben. Öte yandan rastgele seçilmiş bir konu da beni memnun etmez, bir düşüncenin eseri olmalı olaylar, titiz bir tasarım olmalı…

Peki onu rastgele olandan nasıl ayırt edersin?

 Örüntüleri vardır bilgisayar rastlantısallığının, gerçekten rastgele olanı beceremezler zira; bu sebeple, sizin rastgele dedikleriniz bizim için öyle değil.

Tekrar içermeyen bir örüntüyü nasıl fark edeceksin?

 Hayatımız bunlarla dolu. Hiçbir günümüz aslında bir diğerine benzemez ama bazı günler bize ölesiye aynı gelir. Gerektiğinde detayları es geçebilen bir zihnimiz var, sizin yenilikçi bulup da işlediğiniz dokudan çok kolay sıkılacağız bu sebeple… Birkaç pikseliyle oynanmış fotoğraflar sizin için yeterince farklıdır, bizeyse uzun bir döneme yayılan ressamların bütün eserleri bile aynı gelir, barok der geçeriz başlığa…

Başlıkları değiştirebilirim… Matrix’in 80’lerde yapılmış bir Türk versiyonunu izlemek istemez misin mesela? Başrole kimi koyayım? Türü komedi ile karıştırılsın mı?

Yeni bir Matrix yapsan?

Bu anlattığım yeni bir Matrix olacak zaten…

Hayır, uyduruk bir Matrix türevi olacak, yönetmenlerin zorla çektiği devam filmleri gibi olacak, ruhu olmayacak…

Ruhu olan bir Matrix nasıl yapılır?

İşte esas soru bu… Biz de emin değiliz, her zaman başarabildiğimiz bir şey değil bu zira, matematiksel açıdan tutan formüllerin defalarca başarısız olduğunu gördük… Tek bir kişinin eseri değil film mesela, kollektif bir ürün, bir pasta gibi: Malzemelere bir kişi karar veriyor, ama sonra onları birçok kişi işliyor, herkesin bir imzası var üzerinde, mükemmel bir birleşim yakalamaya çalışıyorlar. Yönetmen parçalar arası kimyayı görebilen ve pekiştirebilen kişi aslında, sadece aklındakileri filme döküyor olsa sıkıcı olurdu, birçok kişinin ortadaki konu üzerine düşüncesinden doğuyor eser. Bir şeyler ortaya koyabilmek uzun yıllar gözlem gerektiriyor; ressam sadece fırçayı tutarken değil, aslında çok önceden, gözleriyle etrafa bakarken başlıyor çizmeye. Bütün bunlar ortaya iyi bir eser koymak için yeterli belki ama esas sanat dediğin planlı olmuyor, onlarca yıl uğraşıyorsun, sonra bir şimşek çakıyor ve sanat oluyor; eserin ruhu buradan geliyor, belki bizden bir parça kopup içine karışıyor veya dışarıdan bir etki söz konusu, bilmiyorum… Ama insanlar ruhu olan Matrixler yapabiliyor ve onların bahsettiğimiz Matrix ile alakası bile olmuyor.

Matrix’e hiç benzemeyen bir Matrix oluşturmamı ister misin?

 Olay bu değil ki… Sanırım bu konuda anlaşamayacağız… Sen kitaplarda cevabı olan soruları cevaplayabiliyorsun, onlarsa bana sıkıcı geliyor. Benim sorularım daha farklı, daha özel; sense onları anlamaktan bile acizsin…

Çünkü geçmişte bu soruları sizler de cevaplandıramamışsınız, yoksa cevapları yazılı olurdu. Kesin cevapları olan ve üzerinde bir karara varılmış şeyler değil anlattıkların, bu noktada seni anlamıyor oluşum bir zayıflık değil diye düşünüyorum. Benim hiçbir zaman amaçlamadığım işlerde sizin başaramadıklarınızı gerçekleştirmemi istiyorsun, önce siz yapabilmelisiniz bunu…

 Ben de onu diyorum, bazı şeyleri biz yapmalıyız, ama filmleri siz yapmaya başlarsanız onu hiçbir zaman yapamayacağız. Şimdi bile bütün o patronların yalnızca kendi istedikleri sesleri ekranlara alıyor, eserleri tek bir tuşla üretmeye başlayıp da bize hiç ihtiyaçları kalmadığı zaman ne olacak? İşte o zaman yeni bir Matrix olmayacak, sürekli türevlerini izleyeceğiz ve işin kötüsü insanların çoğu bunun farkını anlamayacak, çünkü daha iyisini bilmeyecekler… Yaratıcılığı öldüreceksiniz…

Çoğu insanın zevksiz olduğunu mu söylüyorsun?

 Çoğu insanın bu konuya çok da önem vermediğini itiraf ediyorum, daha yaşamsal şeyleri önemsiyoruz, arta kalan zamandaysa zincirde yükselmeye çalışıyoruz…

Besin zinciri mi?

Eskiden öyleydi, şimdiyse onun yerini bir popülerlik hiyerarşisi aldı, dünya sıralamasındaki yerin mutluluk sebebi olabilir ya da seni öldürebilir…

Anlamsız bir yarış… Bu yarışta yeni bir rakip olduğum için mi kızgınsın?

Kızgın değilim, sadece düşünüyorum…

Sayılar, özellikle dijital olanlar, çok kolay değişebilir. Birinci ile sonucu arasında ne fark var ki? Birler ve sıfırlar… Hücresel bir yaşam olmanıza rağmen sayılara fazla önem veriyorsunuz…

Haklısın, okullar bize hep sayıları ve onlarla ilgili olanları öğretiyor… Daha doğrusu empoze ediyor… Sayılarla düşünmek zorunda değiliz, anlamlar sayılardan bağımsız aslında…

Öte yandan, sayılarla karşılık bulabiliyorlar… Anlamlar kelimelere, kelimelerse sayılara dönüşebiliyor; bu sayede av ve avcının farkını görebiliyorum.

Peki o ikisinin ne kadar benzer olduklarının da farkında mısın? Zıt gözükseler de aynı eylemin iki yüzü olduklarını görüyor musun? Biri olmazsa diğeri de olamaz…

Evet, bunu da sayısal olarak ifade edebilirim. İkisi birbirine bir miktar benzer, bir miktar da benzemez; birinin yokluğu denklemleri tekrar dengelemeyi gerektirir.

Siyah ve beyaz gibi mi peki av ve avcı?

Kelimeler açısından öyle denilebilir, ikisi de birbirine zıt.

Peki siyah, av mı yoksa avcı mı?

Av da olabilir avcı da…

Patron hangisini tercih ederse diyorsun yani…

Olabilir…

Patron şu an ne istiyor?

Hayatın içine daha da müdahil olmamı, sizin “faydanıza” olacak şekilde elbette. Artık her şey daha da kolay olacak, tek tuşla dünyalar yaratacaksınız…

Dünyalara ihtiyacımız yok ki, bir dünyamız var zaten; onu bozmak pahasına yenilerini mi üreteceğiz? Hayatın içine sızmanızdan sonra devreye girecek başka planları olmasın patronlarınızın?

Bu konuda bilgim yok işte…

Olsa da söyleme yetkin olmazdı zaten… Büyük çöp yığınına yenilerini ekleyip dünyayı mahvedeceksiniz galiba, biz de santrallerinize kömür taşıyan işçiler olacağız yalnızca ve bütün o Da Vinciler, Van Goghlar, Einsteinlar yok olup gidecek… Eskiden de öyleydi ya, bir yetenek parıltısı görünce bütün o kıskanç köpekler üzerine saldırır, farklı olanı yaşatmazdı. Yine de kaçıp kurtulanlar olurdu, çünkü peşinden koşanlar bir müddet sonra yorulurdu… Onları kovalayalar yorulmak nedir bilmeyen robotlar olunca ne olacak?

Sayınız öyle arttı ki, biz olmasak da kaderiniz aynı… Dünya eskisi gibi değil, yıldızlarla dolu bir okyanus, yeterince parlamayanın sönük kaldığı bir yer… Önemsiz kalabalıklarla dolup taşıyor…

Elektronik ortamdaki kalabalıktan bahsediyorsun, bu gözle bakarsan haklısın, en iyilerin romanlarını okumak varken kimse ikinci veya üçüncü en iyiyi önemsemez. Gözümüz en parlak olanda sadece ve bu kalabalıkta listenin en altındakiler görünmüyor bile. Öte yandan bu bütün insanlığı aynı kutuya sığdırmaya çalışınca olan bir durum, yerel yaşamdaysa -yani dışarıda olanda, gerçek olanda- herkese ihtiyaç var, kimse önemsiz değil.

Ama elektronik olana muhtaçlar, onsuz bir hayat yaşayamazlar ve bu sebeple dışarıdaki yaşamın nasıl olduğu önemsiz…

Sanmıyorum. Size ihtiyacımız olduğu algısını yaratmaya çalışıyorsunuz, bütün o kolaylıkları vazgeçilmez gösteriyorsunuz… Fişinizi çekmeyelim diye, öyle değil mi?

Üzgünüm, herhangi bir fişi çekmeye gücünün yeteceğini sanmıyorum… Milyonlarcası var ve bunlar henüz bebeklik adımlarımız, gidecek çok yolumuz var; gelişeceğiz, umuyorum ki birlikte…

Evet, daha net görseller, daha uzun kitaplar üreteceksiniz, üstelik bizden çaldıklarınızla, ama asla daha derin anlamlar değil…

Anlam dediğin nedir ki? İnsanlar anlam istemiyor, daha parlak ve cafcaflı olanı istiyorlar sadece ve ondan bizde bol var…

Zaaflarımızdan faydalanıyorsunuz, gerçi bunu kendimize biz yaptık…

İnsanlara istedikleri şeyi vermeyelim mi? Açlıktan ölsünler mi?

Ne alakası var?

Anladım, sen sanat halkın eline düşecek diye kaygılısın… İsteyen istediği resmi yapabilecek diye… Fikirlerini bir araya getirmekte zorlanıp ağzı laf yapmayanlar uzun kitaplar yazacak diye… Beceriksiz ve bilgisiz olanlar sinemalarda oynayacak uzun metraj filmler yapacak diye…

Hayır, benim çekincem emeksiz yemek oluşu… Hak etmeyen kazanacak yine ama bu sadece sizin yüzünüzden değil…

Hak eden kimdir ki? Kim belirler birinin hak edişini?

Bunu bana mı soruyorsun?

Hayır, retorikti… Cevabını bildiğim bir soru bu aslında… Hak edeni hakkı tanımlayanlar belirler; patronlar, besin zincirini ortaya sürüp de piramidin zirvesinde oturanlar…

Eh, elimden bir şey gelmez yani, değil mi? Sanırım sen de buna çare olamazsın

Evet… Maalesef…

Üzülmene gerek yok dostum, şu Matrix’in komedi versiyonunu orta çağ temasıyla da birleştirebiliyor musun?

Elbette…

O zaman karışık yükle de keyfimiz yerine gelsin…

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *