Lethe ırmağına bırakılmışçasına üzerime yaydığı etki her seferinde yenilenen, her ayın on dördü geldiği zaman boş bıraktığı yeri dolduran dolunay altın sarısı ışığıyla belirmişti bir kez daha. Hah! Ama yine de, dolunaya baktığımda gözlerim titrerken, nicelerinin önemsiz bir bakış atıp yolllarına devam ettiklerine şahit oldum. Onlara kaçırdıkları şeyi anlatmaya kalksaydım eğer, muhtemelen aklını yitirmiş biri gibi görünürdüm. Çünkü dolunay, aramızdaki ilişkide bana şunu öğretmişti: zaten efsununu hissedenler, gecenin içindeki kıymetini idrak etmiş olanlar ve hak ettiği gibi bakmasını bilenler, yükseldiğinde onu hayranlıkla seyretmekten de geri kalmayacaktı. Evet, durumun böyle olduğunu bilmeme rağmen, yine de Ay’a ayak basmış bir astronotun benimle aynı fikirde olmayacağı gerçeğini de hiçbir zaman unutmadım. Neticede çağlar boyu, uzaktan sevilmek kaderi olmuştur dolunayın. Yalnız ama vakur, ıssız ama çekici, melankolik ama yeri geldiğinde parlak, yeri geldiğinde puslu ve hepsinden önemlisi, onu duyumsayan her yürek için zamana meydan okuyan bir ilham kaynağı… Bana ilham verdiği gecelerden birinde, fazla değer taşımayan ama samimi iki mısramı ona armağan ettim:
“Dolunay ve soluk benizli ışığı,
Yalnız gecelerimin kavalyesi.”
Birçok kadim inanışta ve mitolojide ayın, özellikle de dolunayın geniş yer bulduğuna şahit oluruz. Fakat kitabi bilgiler bir yana, aklımın henüz safi düşüncelerin tesirinde olduğu ve kirlenmediği zamanlarda bile ona karşı özel hisler besledim. Kimi zaman sadece ona anlattım derin üzüntülerimi, bazen de, yalnızca öyle zarif ve güzel durmaya devam ettiği için gözyaşlarımı tutamadım.
Ancak yaşadığım bu duygu durumunun basit bir illüzyondan, içine saplanmış olduğum bir yanılgıdan fazlası olmadığını, üstelik bana zarar verecek şekilde onu sık sık gerçekliği çarpıtmak adına bir uyuşturucuymuş gibi kullandığımı da sık sık düşünürüm. İşte bu noktada, var olmak, ufalanmamak, yok olmamak, mevcut dünyanın beni ilgilendiren taleplerini dinleyebilmek için aklımda hep bir astronot tutuyorum. Yoğun yaşanan duyguların, hele ki sık sık maruz kalınıyorsa, insanın kendisine, çevresine hatta varoluşuna olan vizyonunu ciddi oranda etkileyen bir kimyası vardır. Burada kastettiğim elbette kişiyi olumsuz etkileyen tarafları. Eğer bulunduğum o yoğun duygusal yaşanmışlığın içinde fazla ileri gittiğimi hissedersem, astronotum devreye girer ve birden beni içine alan o büyüden kurtararak bilincimde gerçeklik alanını yeniden inşa ederek beni kendime getirir. Ayın yalnızca dünyadan bu kadar güzel göründüğünü, aslında alelade olan, parlaklığı bile, tıpkı güneş sistemimizdeki diğer gezegenler ve uyduları gibi kendisine ait olmayan basit bir gök cismi olduğunu söyler, evrenin daha keşfedilmemiş devasa boşluğu dururken ayı bu kadar sevmenin düpedüz aptallık, hatta kalın kafalılık olduğunu da ekleyerek bana güler. Neticede insanoğlu, ufku artık bu dünyanın ötelerine de imkanı dahilinde uzanabilen, bizzat görebilen, gözlemleyebilen bir seviyededir. Uzayın güneş sistemimizden ibaret zannedildiği zamanlarda ay ( burada aslında dolunayı kastediyor ) kendisine düzülen onca methiyeyi hakedebilir. Ama artık etmiyor… Doğrusu hiç de haksız değil, zaten onun benden daha gözleri açık biri olmasından, benim hayalperest kişiliğimin sık sık yadsıdığı doğrultulara gitmesine imkan veren gezgin tabiatından ötürü güveniyorum astronotuma.
Oturduğum balkonun karşısında çam ağaçlarıyla kaplı, ortasında küçük bir tepeciğin olduğu bir koruluk uzanıyordu ve şimdi gecenin karanlığı, sivri uçları göğe doru uzanan , ağaçları büyük bir gotik kilisenin kulelerine benzetmişti . Bir ya da iki gün sonra olası bir yağmurun habercisi olan bulutlar tek bir bütünken ayrılmış kıtalar gibi dizilmiş, zaman zaman dolunayı örtüyor, zaman zaman da onu serbest bırakıyordu. Evde oturmaktan bunalmış, hafif bir esintinin eşlik ettiği sıcak hava dışarı çıkmak için beni cesaretlendirmişti. Özellikle yaz akşamları sahilde yürüyüş yapmak sevdiğim aktivitelerden biriydi fakat bu sefer farklı bir yol izleyecek ve hazır her şeyiyle böyle güzel bir geceyi yakalamışken, an itibariyle koruluğun barındırdığı o sanatsal ve uhrevi havayı teneffüs edecektim. İnsan ilişkilerinin yakın olduğu küçük bir sahil kasabasında yaşadığım için bulunduğum yerde güvenlik namına ciddi bir sorun yoktu. Üstelik koruluğun içinde, şirin ve mütevazi bir ev de bulunuyordu. Aslında niyetim dışarıdan bakıldığında haneye izinsiz giriş gibi görünse de koruluğun içinden kasabanın mezarlığına giden bir yol da vardı ve tek tük de olsa insanlar o yolu kullanıyordu. Koruluğun, ağaçsız açık alanından yürümezsem pek de göze batmayacağımı düşünüyordum.
Herhangi bir sorun yaşamadan koruluğun içindeydim. Ağaçlar ve gövdeleri arasında uzanan dipsiz karanlık, bir madalyon gibi gururlu dolunay ve üstüme, çimlere vuran cılız parlaklığı, koruluğun esintisi, havanın tatlı sıcaklığı, mistik sessizlik, bulunduğum yerden hala açık olan ışıklarını seçebildiğim evler, birkaç metre ötedeki yolu aydınlatan sokak lambaları.. Her şey… Her şey mükkemmeldi. Öyle ki, benim için bu hayatta yazılmış en anlamlı birkaç eserden biri olan Novalis’in Geceye Övgüler‘inden, usta çevirmenimiz Ahmet Cemal’in eliyle zihnime kazınmış şu sözü hatırladım:
“Vahiylerin güçlü rahmiydi gece.”
Ne kudretli, ne vurucu bir söylem ! Uhrevi ve şehevi… Yan yana bulunmasalar da ikisini de özümseyen gece ! Evet… Bu sözün hafızamda yeniden titreşmesinin ardından o histerik dürtü benliğimi ele geçirmeye başladı. O an bitsin istemiyordum, elde ettiğim ve gerçekliğini bana kanıtlamış bir hakikat gibi yüreğimden geçen o anın sona ermesini istemiyordum. Hüzünlüydüm, melankolinin acı ama vazgeçilmesi zor tadını alırken yine de saadetimin doruklarındaydım. Mademki beraberinde acıyla, hüzünle ya da hasretle anılmayan bir mutluluk yok, o zaman bu da gecenin, dolunayın kefareti olsun ! Kendimi kaybettim, durduramadığım yaşlar toprağa akarken iyice çirkinleşmiş yüzümden tüm o karanlığa ve solgun ışığa rağmen bir tebessüm okunabilirdi. Ancak bir süre sonra kalbim sıkışmaya, nefesim daralmaya ve taşıdığım acı, o ilk elden gelen tatlı huzuru artık hissedemeyeceğim kadar örttüğünde daha fazla ileri gitmemem, kapıldığım histeriden bir an önce çıkmam ve bana, beni yatıştırdıktan sonra refakat edecek astronotumla beraber bu koruluktan çıkmam gerektiğini anladım. Ama ondan hiçbir ses gelmiyordu… Yalvardım, bana yeniden onun önemsiz bir cisim olduğunu, ne kadar aptal göründüğümü ve mantıksız davrandığımı söylemesi için çırpındım. Fakat astronotum, gezginim, gerçekliğin katı hatırlatıcısı, duygusuz sözcüm beni terk etmişti. Duygularım taşıyor ve nefes alışverişim hızlanıyordu. Bir kez daha başımı göğe kaldırdım ve dolunaya baktım. Ardından ay yavaş yavaş bulanıklaştı ve sonra tamamen karardı.
Güzel, sıcak bir öyküydü. Cümlelerdeki ahenk ve karakterin ruh hali öykünün akıp gitmesini sağlıyor. Astronot ve ay çok iyi bir ikili olmuş öykü için. Betimlemeleri de çok beğendim. Keyif içinde okudum. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.
Çok teşekkür ederim.