Yapboz parçaları, günlerdir dağınık olduğu kutudan bir bir alınıp bütünleştirilmişti. Şimdi ise, son üç parça kalmışken, sahibinin heyecanı gözlerinden okunuyordu. Akşamüzeri, batmakta olan güneşin turuncu gökyüzüyle kucaklaştığı bir esnada, siyahlaşan deniz dalgalarıyla yüzen bir gemide, geminin burun kısmında ayakta durmuş bir delikanlı vardı. Yapboz sahibi de, bu 2000 parçalık yapbozu bitirerek denizlerin hırçın delikanlısının yüzünü görecekti.
“Oğlum saat kaç oldu, yat artık! Bir şeyi 3 kere tekrarlatma bana!”
Çocuk sinirle kafasını geriye çevirdi ve bağırdı:
“Bitiyor dedim ya anne! Tamam, yatıyorum işte!”
“Son 1 saattir yatıyorsun zaten! Yatağa, hadi!”
Çocuğun asık suratı, yapboza çevirmesiyle düzeldi. Son üç parçayı da özenle yerine koydu ve tam geriye çekilip eserine gururla baktığında yüzü asıldı. Sevgili korsanının, o gemi burnunda deli cesaretiyle ayakta duran, dalgalara meydan okuyan delikanlının yüzünü oluşturan parça yoktu. Kutuyu evirdi çevirdi, sonra yatağının altına ve odanın her bir noktasını aradı. Parça hiçbir yerde değildi. Yapboz kutusunun kapağına baktı yeniden. Orda korsanın yüzü tam seçilemiyordu, işte o da bu yüzden bitirmek için bu kadar hevesliydi. Sadece rüzgârla uçuşan sarı saçlar görüyordu yap-bozda, ama bir yüzü yoktu.
Yeniden yüzü asılmıştı. Ellerini sinirle saçlarını arasında gezdirdi yatağa yatarken. Sinirinden gözleri dolu dolu olmuş, kayıp parçaya lanet etmişti. O uykuya daldığında, odanın karanlığında bir kıpırtı oldu ve çapkın bir delikanlının hikâyesini anlattı dalgalar…
Resimdeki siyaha dönük dalgalar hareketlendi, gökyüzünün turunculuğu daha bir gerçekçi oldu aniden. Herkes susmuşken, parçaların sahibi uykuya dalmışken, yapboz parçaları bir zamanlar var olanı ve kayıp parçayı anlattı uykudaki herkese.
Aslen bir Viking olan “Sarı Bela” lakaplı Odin, kuzey kıyılarından aşağılara inip de adını ve yaşamını burada sürdürmeye karar verdiğinde herkes onu saygıyla selamladı. Aslına bakarsanız, bunu sadece korsanlar yapmıştı. Boyu 2 metre, kollarındaki kasları kaplan başı kadar, göğüs kasları kendinden önce köşeyi döner vaziyette olan bu İskandinav, dağınık filoları toplayarak kendi ordusunu kurdu ve civar kıyılardaki sakinlerin “belası” oldu. Ayrıca, her bir korsanın sararmış dişleri, denizlerde gezmekten esmerleşmiş tenleri olmasından ötürü; onun düz, rüzgârda haşince ve tıpkı bir pelerin gibi dalgalanan sarı saçları ve güneş altında yandığında esmerleşmek yerine kızaran teni sayesinde “Sarı Bela” denmesi uygun görülmüştü. Ah tabii, başka isimleri de vardı. Acımasızlığından dolayı “Kan Tükürten”, iyi balta savurmasından dolayı “İnsan Biçen” ve çok çok az kişi tarafından bilinen iyi dans edişi yüzünden de “Kıvrak Kalça” gibi. Eh, Kıvrak Kalça lakabını bu kadar az kişi bilmesinin nedeni, hiç şüphesiz öğrenenlerin şimdi okyanusların derinliklerinde balıklarla iskambil oynamasındandır.
Sarı Bela Odin’in adı, o doğduğunda büyük umutlarla konulmuştu. Babası aynı zamanda kabilenin de şefiydi ve ona, dünya üzerindeki her su birikintisinde hâkimiyet kurabilmesi için bu adı vermişti. İsim ona verilip, herkes büyük coşkuyla biraları yuvarlarken, kamburu çıkmış bir cadı kadın oraya varmıştı.
“Seni gidi kendini bilmez hergele! Oğluna bir tanrı ismi vererek tüm kabileyi nasıl tehlikeye atarsın!”
“Defol git buradan yaşlı bunak! Sen benim oğlum ve geleceğine nasıl bir hakarette bulunursun!”
Konuşma küfürlerle sürüp gitmiş ve en sonunda kabile yaşlı cadıyı haklı bulmuştu.
“Eğer bu laneti sırtlanmaya hazırsan, sen veya bu tanrı isimli velet olmasa da, torunun ya da onların torunları bu bedeli elbet ödeyecek!”deyip çekip giden cadının arkasından olaylar patlak vermişti. Ne yaptılarsa kabile şefi inadından vazgeçmeyince, birkaç kanlı kavga ve ardından yuvarlanan biralarla yeniden huzur sağlanmıştı. Saldırılan kabile şefi olunca, onu ve adamlarını yere yıkmak imkansız hale gelmişti elbette. Ancak, Odin babasının ona verdiği görevle birlikte kuzeyden ayrılınca lanette onları terk etmişti.
Odin, sıcak sulara indiğinde, gönlünü birçok kadın çaldı. Bunlardan hiçbiriyle uzun bir ilişkisi olmadı. Tıpkı adını aldığı tanrısı gibi, çok eşlilik işine geliyordu. Giderek artan saygı ve her geçen gün ekibine katılan korsanları sayesinde babasının umutlarını boşa çıkarmamıştı. Artık suya bakan herkes, acaba buradan bir yerden çıkar mı diye onu düşünür olmuştu.
Gel gelelim, günlerden bir gün, Notre Dame’da esmer bir çingene Odin’in kalbini çaldı. Esmer teni, kırmızı, dolgun dudakları ve her daim estetik bir hareketle adamı sarmaya hazır kolları sayesinde sarışın korsanın kalbinde taht kurmuştu. O sıralar, Notre Dame Katedrali’nde bir kamburun çanlara asılarak çaldığını anlatan hikâyeler gezmekteydi. Bu hikâye giderek yayıldı ve ağızdan ağza geçerken genişledi. Sonraları bu olay, çanları çalan kamburun, Odin’in kalbini çalan çingeneye aşık olduğu yönünde başlayacak ve aynı çingenenin de şehirde görevli sarışın bir delikanlıya aşık olmasıyla devam edecekti. Hâlbuki bu kadın, ne bir kambur tarafından görülmüş ne de kalbini masum bir aşka bırakmıştı.
Günler ve geceler boyunca Odin, tef çalan diğer Çingenelerle dans etmiş ve kadınla yatağını paylaşmıştı. Gün gelip yeniden denizlere açıldıklarında, kıyılardaki hiçbir kadının bu kadar baştan çıkarıcı olmadığını fark edince, 6 ay sonra Notre Dame’a geri dönüp kadını karısı ilan etmişti.
İşte, yapbozdaki çapkın delikanlı bu ikilinin meyvesiydi. Sarı Bela ve herkesin yüreğini hoplatan esmer dilberin meyvesi, önceleri fazla cılız olduğu için babası tarafından reddedildi. Ayrıca, bir kadın ve bebeğini beraberinde denizlere götürmek büyük uğursuzluktu. Bunun lafını gemide ettiğinde adamları ayaklarına kapanmış, bırakın bir kadının gemiye uğursuzluk getirmesini hele hele o büyücü çingenenin gemi değil, iskeleye ayak basmasının bile hepsini ölüme göndermekten beter olduğunu anlattılar. Odin o gün ilk defa kadının bir cadı olduğunu öğrendi. Babasının umursamadığı, ama onun aklını hep kurcalayan lanet için karısından yardım istedi. Çingene kadın, narin parmaklarıyla ona büyülerini yaptı ve boynuna bir muska takarak bunu asla çıkarmaması gerektiğini tembihledi. Odin öldüğünde, hiçbir lanet ona işlememişti.
Karısı ve cılız oğlunu karada bırakan Odin, hazine, şan ve şöhret avına devam etti. Bu sırada, annesinin tatlı kollarında, dans, şarkılar ve kurnazlıkla büyüdü çocuk. Babası yıllar sonra döndüğünde karşısında annesinin beyaz tenli ve sarı saçlı bir kopyasını buldu. Ona o kadar benziyordu ki, Odin’in deyimiyle kız gibi bir yüzü vardı. Sonraları “Bebek yüzlü Thomas” olarak bilinecek ve babasını gittiği yolda, yani kadınların kalbini çalan yolda, emin adımlarla yürümesine olanak verecekti bu.
Çocuk 16 yaşına geldiğinde, Odin oğlunu yanında denizlere götürdü. Yıllarca süren yolculukları ve soygunları sayesinde oğlu gerçek bir erkek olmuştu. Artık Odin’in içi rahattı. Ölürken içinde oğluna karşı hiçbir şüphe yoktu. Vasiyeti ise bir gün kuzeye, kendi vatanına gidip kabilesini görmesi olmuştu. Tabii ki, cesedinin denizlere atılması ve karısı olacak cadının hiçbir erkeğe bakmaması için annesini gözünün önünde tutması gerektiğini sıkıca tembihledikten sonra.
Bebek yüzlü, annesinin ve her ne kadar babası inkar etse de babasından da biraz aldığı kıvraklığı sayesinde her savaşta düşmanını çıldırtır olmuştu. Başta tayfası ve korsan filosu tarafından sünepe bir çocuk olarak görülse de, yetenekleri sayesinden tayfanın gözünde yükselmişti. Her daim yüzünde duran gülümsemesi ve kimsenin karşı koyamadığı masum yüzü sağolsun, adamları da ona güvendi.
Saldırdıkları gemilere halatlarla altlarkenki esnekliği, ona savrulan kılıçlardan bir iki bel kıvırmasıyla kurtuluşu ve düşman gemilerdeki yolcu kadınların onu görünce bir “Ah!” çekmeleri sayesinde işi zor olmuyordu. Servetleri giderek artarken o, kıyılarda onu görünce çıldıran kızlarla gününü gün etmeye devam etti. Büyük şehirlerin soylu hanımefendileri bile, yanlarından bu genç adam geçerken mendillerini yere atıp, almak için yere eğildiklerinde kaza süsü vererek omuz askılarını düşürürlerdi. Asil babalarının arabalarında yoldan geçen genç hanımlar ise, geceleri kaçıp onunla olurlardı.
Hayatına giren kadınlardan birinin, karadul Kanlı Mary olduğu bile söylentiler arasındaydı. Genç ve güzel kalmak için, genç bakire kızların kanıyla yıkanan bu dehşet verici dişi canlının bir süre sevgilisi olarak kaldığı ve kadınla hala temasları olduğu da söylentiler arasındaydı.
İstediği her şeyi ama her şeyi vardı. Hayatının en büyük aşkı ise her korsan gibi denizlerdi. Savaş, masum yüzünde bir iz bulmasa da hayatının anlamıydı. Yağmalanacak bir gemi gördüğünde, derinlerde annesinin sinsiliği parlar ve avını kıstıran bir kaplan gibi üzerine atlardı. Bu gence çok lanet edilmişti. Yağmalanan gemilerin ahalisi, evlenme vaadiyle kandırdığı genç kızlar ve borcunu ödemek yerine camdan sıvıştığı barmenler…
Ama hiçbiri bir işe yaramamıştı. Rakip korsan gemileri, sırf kazançları düşsün ve hatta bu bebek yüzlü zibidi geberip gitsin diye ona büyüler yaptırdıysa da sonuç bir hiçti. Çünkü annesi, oğlunu korumak için onu doğduğu günden beri Çingene büyüleriyle koruyordu.
Bir akşamüstü, batmakta olan güneşin ışınları havayı turuncuya boyamışken, giderek kararan gökyüzünün altında dalgaları siyaha dönük bir renkte dalgalanırken yeni bir av gördüler. İyice görebilmek için geminin burnuna koştu ve atletik bir hareketle, tek sıçrayışta kenarda durdu. Şimdi, elini mavi ve buzlu gözlerine siper etmişken, akşam rüzgârı, dağınık sarı saçlarını savuruyor ve bir yandan da gömleğini şişiriyordu. Deli cesareti bu olsa gerek, zira kendisi o anda tam uçta, denizle arasındaki mesafe bir hiç olacak şekilde duruyordu. Ayağı bir kaysa, serin sularda köpekbalıklarına güzel yüzlü bir yemek olacaktı. İşte bu tablo, tamda küçük bir çocuğun yapbozundaki resimdi. Ama o, şu an sadece avını düşlemekteydi. Giderek yaklaşan İngiliz bayraklı gemiye hasretle ve elleri seğiren bir deli gibi baktı uzun bir süre.
“Beyler! Hedef saat 6 yönünde!”
Emri alan korsanlar bağırışlar ve denizci jargonu dolu bir yığın talimatlarla gemiyi savaşa hazırladı. İngiliz gemisi hazırlıksız yakalandı. Bir anda gemilerinden delik açan bir topla sarsıldılar. Bir adam güvertedeki direkten aşağı bağırdı:
“Korsanlaaaaaaaaar!”
Çatışma kısa sürmüştü. İngiliz gemisi basit bir tüccar gemisinden fazlası değildi ne de olsa. Karşıdaki gemiye atılan halatlar ve kıvrık kılıçlarını ağzına alarak, iplerden vahşice atlayan korsanlara teslim olmamak için ne gibi bir nedenleri olabilirdi?
O gün çok ilginç bir şey oldu, gemi direğine bağladıkları tüccar ve gemideki kızı, köpekbalıklarına yürütülmeden önce son kez gemide yağmalamadıkları bir şeyler var mı diye öğrenilmeye çalışılırken, Bebek yüzlü Thomas, kızın yanına gidip ona tatlı sözler söyledi ve isterse onunla kalıp ölümden kurtulabileceğini ima etti. Pek çokları kendini onun kollarına bırakmıştı. Çingene annesinin, cazibe tohumlarını oğluna devrettiği bir gerçekti ama bazen insanlar büyü gücünü de verdiğinden şüphelenirdi. İrade kırmakta üstüne yoktu.
Bu gün diğerlerinden farklıydı ya, kız genç adamın suratına okkalı bir biçimde tükürdü. Tüm tayfa ve kendisi şoka uğramıştı. Kızın iplerini kılıcıyla tek vuruşta kesti ve saçların tuttuğu gibi sürükleyerek denizin dibine fırlattı. Kızı yerde sürüklerken aklında hiçbir şey yoktu. Gözleri deliye dönmüş bir biçimde ilk defa tattığı yenilginin acısını taşıyordu sadece.
Gemilerine döndüklerinde kaptanları kamarasına kapandı. Odasında yere göğü yıktığı duyulmayacak gibi değildi hani, ama yanına yaklaşan olmadı. Bir iki kere, kızı denize atarak nasıl harcadığından hayıflansalar da, masum yüzlü kaptanlarının çileden çıkmış haliyle ne kadar da Sarı Bela Odin’e benzediğini fark ettikleri an sustular. O gün bir milat oldu genç korsan kaptana.
Pusuluya eline aldığında, artık iyice hava kararmıştı. Güvertede tek başına durmuş, içip sızmış tayfasını ve yerleri silerken müstehcen bir şarkı mırıldanan adamını izlerken, cebindeki pusulayı çıkardı ve altın kapağını açtı. Bunu geçen ay birinden yürütmüştü ama kim olduğunu hatırlamıyordu. Yıldızlarla dolu gecede, birkaç yıldızın ışığı birleşti ve altın puslanın açık kapağına vurdu. Kapağın ucundan yansıyan cılız bir ışık huzmesi ise, N yazan ve kuzeyi sembolize eden harfin üzerinden hareler oluşturdu. İşte o gece bunu ikinci bir işaret olarak kabul eden Bebek yüzlü, bugün olan yenilgisini atalarına yaptığı bir saygısızlık ve babasının vasiyetine ihanet ettiği olarak saydı. Annesine dair olan vasiyetine gelince, onu yanına almak istemişti ki savaşlarında büyüsüyle onlara yardım etsin diye ama adamları tıpkı babasına verdiği tepkiyi verip ayaklarına kapandı. Kadını görmeye tahammülleri yoktu. Onun etki alanında birer kukla olacaklarından emindiler. O da bundan vazgeçip annesini halkıyla bırakmıştı.
Konuya geri dönecek olursak, Bebek yüzlü Thomas o gece tayfasını uyandırdı ve içip sızmışları tekmeleyerek ayılttı. Rota kuzeye, buzların soğuk nefesinin insanı ürperttiği ve Sarı Bela Odin gibi daha nicesini kan kokusuna hasretle beklediği diyarlara çevrildi.
Aylarca süren yolculuk sonunda kuzeye vardılar. Thomas, tayfasını geri de bırakarak kabilesini bulmaya gitti. Aslında, var olmayanı aramaya gitti, zira kabilesi olan halk çürümüş cesetlerden ibaretti. Cesetlerin ortasında oturan kambur bir kadın vardı. Yaşlı cadının her yerinden uğursuzluk akıyordu. Çocuk etrafına dehşet içinde bakarken kadın aninden kafasını kaldırdı.
“Odin oğlu Thomas!”
“Benim!” dedi hiç düşünmeden. Kadını adını nasıl olup da bildiğini sonra düşünebilmişti.
“Senin büyükbabanın sana kalan mirasına iyice bak bakalım…” dedi kısık bir gülümsemeyle.
Thomas hiçbir şey anlamamıştı. O da büyükbabası gibi lanet kehanetini takmamıştı. Bir tek babası bunu düşünecek kadar duyarlılık göstermişti. O an, gerçekler yüzüne tokat gibi çarpmıştı. Babasını vasiyeti olan halkını ziyaret ona felaketi de mi getirmişti? Yoksa büyükbabasının oğluna verdiği isim, halkına tanrıların hiddetini mi taşımıştı?
Çocuk kendi içinde gelgitler yaşarken, yaşlı cadı yerden kalkıp usulca ona yaklaştı.
“Sen, baban ve büyükbabanın günahlarından arınmanın tek bir yolu var… Benimle gel de sana gerçeği göstereyim!” dedi ve çocuğu kolundan çekti.
Afallamış bir biçimde kadını takip eden Bebek yüzlü Thomas en sonunda bir mağaranın önünde durdu. Kadın mağarayı kapatan sarmaşıkları açtı ve içeriden birine seslendi. Biri, ağır adımlarla kapıda belirdi. Thomas, gözlerine inanamayarak şoka girdi ve gözlerini kapatarak bu görüntüye daha fazla bakmaya devam edemedi. Karşısında, çırılçıplak bir kadın vardı ama bir kadından çok yaratıktı. Yer yer mantarlaşmış cildi ve hiç güneş görmemiş yüzüyle, gözbebeksiz gözleri onu daha da itici yapıyordu. Ellerini çocuğa doğru uzattı ve hiç kesilmemiş, kırık dökük ve sarı tırnakları ortaya çıktı. Çalı gibi saçları yer yeryüzüne düşüyordu. Dudaklarının olması gereken yerde yeşil bir yosun tabakasına benzer, tanımlanamayan bir katman vardı. Bir şeyler söylüyordu ama sesi o kadar derinden ve ürperticiydi ki genç adam daha fazla tahammül edemedi bu görüntüye. Bir bağırış koptu kırmızı dudaklarından. Gerilemeye başlamışken yaşlı cadı onu yakaladı:
“Kızımla evlenmeden buradan asla çıkamazsın!”
Kadını kemikli elleri genç adamın beyaz tenine battı. Hala daha gelin adayı tüm ucube varlığıyla ona doğru seğirtiyordu. Korkunç kız kollarını adamın boynuna dolayacakken boynundaki muska patladı. Ucube kız, genç adamın kollarında yandı. Adam dehşete kapılmış halde kıpırdayamadan kalsa da, ateşler ona hiçbir zarar vermedi. Annesinin büyüsü ona zarar vermezdi elbette.
O an, o kıpırdayamadığı ve sonsuz gibi gelen saniyeler içinde baştan çıkarıcı bir ses beyninde yankılandı.
“Sana söylediğimi unutma sevgili oğlum. Kadınlar… tehlikeli canlılardır. Erkekler savaşır, ama kadınlar entrikalar çevirir. Bir kadın, asla masum değildir…”
Her şey gün gibi açıktı artık. Yanan yığını kendinden itti ve cadı kadın boğazından yakalayarak havaya kaldırdı.
“Kabilemi sen öldürdün! Bunların hepsi, ama hepsi planlıydı! O çirkin ucubeyle beni evlendirip kızını bana yamayacaktın!”
Cadı ise tiz bir kahkaha attı.
“O benim kızım değil, başka bir kurbanımdı. Onunla olan birlikteliğin ise, sadece bana yeni bir güç kaynağı olacaktı, Odin oğlu Thomas!” ve tiz kahkahaları doruğa ulaştı.
Bebek yüzlü Thomas, ona zarar veremeyeceğini biliyordu ve yapabileceği en iyi şeyi yaptı: kaçtı. Gemiye binip arkasına bakmadan uzaklaştı. Ertesi sabah ise, lanetiyle yüzleşti. Sabah kalkıp yüzünü yıkadıktan sonra aynaya baktığında, en değerli hazinesinin orda olmadığını gördü. Eğer babası bağrışını duysa, bir kadın gibi çığlık attığı için onu gemi direğinde sallandırırdı, ama o bunu yapmıştı. Bebek yüzlü olarak anılmasına neden olan incisi, yüzü orada değildi. Annesinin Çingene büyüsü onu ucube kızdan korumuştu ama, muskanın işini bitirip yok olmasıyla birlikte savunmasız kalan adamı, yaşlı kuzeyli cadının lanetinden koruyamamıştı…
Rivayetlere göre, Bebek yüzlü Thomas, eski sevgilisi ve temasını hiç bırakmadığı karadul Kanlı Mary’e gitti. Yanında da tüm hazinesini götürmüştü. Bunu yapmak için, ona izin vermeyen tüm adamlarını kesmesi gerekmişti ve Kanlı Mary onu büyük bir zevkle buyur etmişti. Hele o hediyeden sonra…
Sevgilisinin yüzünü geri alması için onu ortağı yaptı. Artık Thomas ona genç bakireler bulurken, o da bunun karşılığında geçici olarak kullanması için, tuzağına düşürdüğü genç adamların yüzlerini veriyordu. Sonrası ise tam bir muammadır.
İşte böylelikle bitti yapbozun içinde saklı hikâye. Ama belki de yeni başlıyordur? Neyden emin olabiliriz ki?
Yapboz parçaları, sanki yanmış ya da çürüyor gibi içe doğru kıvrıldı. Resim giderek karardı ve üzerine katran dökülmüş gibi bir hal aldı. Yanmışta, uçları kıvrık kıvrık olmuş gibi bir hal alan parçalar un ufak oldu ve içinden bir karaltı yükseldi. Çocuk uyuyordu. Kara siluet ona doğru eğildi ve yüzüne dokundu. Bir zamanlar sahip olduğu gibi bir masum yüze dokundu. Onun yüzünü ondan almadı, artık hikâye anlatılmış ve bitmişti. Adını anılması bile ona yetmişti. Açık penceren gökyüzüne, uzun yıllardır aradığı huzura yükseldi ruhu ve hikâye bitti…
Aslında yapboz parçaları en başından beri tamdı. Yüzü olmayan biri için, oraya bir parça yerleştirmek ne kadar doğru olurdu ki…
- Şehir Dağları Aşındırır - 15 Haziran 2016
- Bay Kuş - 15 Temmuz 2015
- İsyan - 15 Temmuz 2011
- El - 13 Eylül 2010
- Dört Mevsimin Hanımları - 9 Nisan 2010
Bana sorarsanız seçkideki en iddialı öykülerden bir tanesi. Böyle bir öykü beklemiyordum açıkçası seninle ilk başta konuşruken. Sağ gösterip sol mu vurdun ne? :))
Ortaya çıkardığın karakterler kurgudan daha öte hoşuma gitti. Neden dersen, tasvir biçimin ile tamamen aklımda canlandı görüntüleri. Bir yerde çok fazla durmayışın, her paragrafta yeni şeyler anlatışın ile sanki beş sayfa yerine kısa bir roman okumuşum hissiyatı oldu.
Açıkçası bayağı beğendim, ellerine sağlık. 🙂
5 sayfa olduğuna iki kere kontrol etmeden inanamadım söyliyim. hikaye akıcılığın yanında ilk paragraftan itibaren bi aşinalık kazandırıyor okuruna. ayrıntılar tesadüften ziyade yapbozun parçaları gibiydi. rahmetli dayımın hikayelerini anımsadım sayende hazal. teşekkür ederim
başta uzun bir öyküydü,sonra hakan ın dediği gibi bir roman gibi geldi ama bana sorarsan bu kız gizli gizli bir korsan gemisine gizlice girip kaptanın kamarasını kapıdan dinlemiş 🙂 kadın onlara uğursuzluk getirmez umarım 😀 güzel öykü. hele de geçen ayki öykünün gerisinde kalmamak kolay olmasa gerek.
Harika bir öykü. Söylediklerin üzerine ben de bu kadarını beklemiyordum açıkçası sana da yaptım yorumumu buraya da yazayım.
İnsanı içine alan ve anlattığın -özellikle- mekanlarn havasını harika yansıtan bir üslup. Tebrikler.
Tam bir fantastik hikaye olmuş, biraz onarım ile ustaca haline adamakıllı kavuşur. Tebrik. 😀
Fırtınakıran ne yazsa okurum 🙂 Güzel bir hikaye. Daha da iyi olabilir hem de. Hikayenin potansiyeli yüksek. E yazarın potansiyeli zaten ortada 🙂 Tebrikler Fırtınakıran. Kalemine sağlık.
“Beyler! Hedef saat 6 yönünde!” gibi bir cümle var; geminin burnundan baktığına göre kaptanın öyle söylememesi gerekir. 🙂
Geniş bir hayalgücü, dinamik ve renkli bir öykü olmuş; eline sağlık.