1985 yılının Ramazan ayı herkes için zorlu geçen bir aydı. O yıl Mayıs ayına denk gelmişti. Gündüz sürelerinin uzun olması insanların oruç tutmakda zorlanmasına sebebiyet veriyordu. Sultanahmetteki esnafların çoğunu tanırım. Ramazan ayı tüm Sultanahmet için her konuda büyük bir önem taşıyordu. Bu yüzdendir ki hiçbiri orucunu aksatmazdı. Ama o yıl bir bereketsizlik vardı. Esnaflar sıcaktan bunaldıkları için oruç tutmuyor; tutmadıkları gibi de meydanda, dükkanlarının önünde orda burda şarıl şarıl su içiyorlardı. Bu durum kanımca oruç tutan insanlara karşı büyük bir ayıptır. Herkese göre öyledir. Ama onlar buna pek aldırış etmiyorlardı.
Adım Ali Bahtiyar(adımın Ali olduğunu ben bile çoğu zaman unuturum. Herkes bana Bahtiyar der.). 23 yaşındayım ve Sultanahmet yakınlarında -aslında tam olarak Beyazıt da denebilir- babadan kalma bir kuklacı dükkanı işletiyorum. Burda sabahtan akşama kadar tahtalardan çeşitli şekillerde kuklalar yapıyorum ve satıyorum. Bu mesleği babamdan öğrendim; o da kendi babasından. Babam bu mesleği layıkıyla sürdürdü. Ama ben bunu başarabilir miyim bilmiyorum. Bunun nedeni bu meslek bana çok sıkıcı geliyor. Sülalem bu mesleği yaptılar diye benimde yapıyor olmam beni zorunlu olduğum hissiyatına sokuyor. Kukla yapmakta iyiyim. Çeşitli hikayeler bulup Ramazan ayları gecelerinde Sultanahmette insanları eğlendirmekte de fena sayılmam. Ama hayalini kurduğum gelecek bu değildi. Beni bu kuklacılık cehenneminden kurtaracak günde o gündü.
Dükkâna gelmiştim. Babam yaşlandığından dolayı dükkânı artık tamamıyla ben işletiyordum. O da ara sıra uğrardı ama ara sıra… Vitrinde ki kuklaların tozunu almaya başladım. Bu benim için rutin bir işti. Her sabah yapmam gereken rutin bir iş. Kapının önünden geçen çaycı Osman emminin çırağı Şahin “çay alır mısın? Bahtiyar Abi’’ dedi. “Yok gülüm be niyetliyim.’’ dedim. Aslında dükkanımızın bulunduğu yer olan sahaflar çarşısında Ramazan aylarında çoğu esnaf oruç tutar ve bu yüzden Osman emmide bir ay dükkanı kapatırdı. Ama bu yıl birkaç esnaf dışında pek oruç tutan yoktu. Osman emmide dükkanı açmıştı. Toz alma işlemini bitirdikten sonra akşam Sultanahmette yapacağım kukla gösterisi için sağlam bir hikaye bulmaya koyuldum. Dün kü gösterimde beklediğim performansı verememiştim. İnsanlar hikayeme çok az gülmüşlerdi. Hatta sadece tebessümde bulundular. Oysa ki normalde insanlar bana kahkaha atarak gülerlerdi.
Yan dükkanımız olan Labirent Kitabevinin kalfası Salih elinde bir bardak çay ile içeri girdi. “Bahtiyar Abi, noldu dün kü maç?’’ Fenerbahçenin Türkiye Kupası finalindeki maçını soruyordu. Salih’e bakarak gülümsedim. “Alamadı dimi?’’ dedi. “Hayır yine alamadı.’’ dedim. Salih neredeyse kahkaha atmaya başladı. Salih ve ben fanatik Galatasaraylıyız. “Adamlar en son kupayı 4 sene önce aldı ama bu futbol ile değil 4 sene 40 sene daha beklerler’’ dedi. Gülümsedim. “Haftasonu maça geliyorsun öyle değil mi?’’ dedim. “Elimde 3 tane bilet var’’ Salih biraz hüzünlü bir şekilde yere baktı.. “Babam derbi maçlarına gitmeme izin vermiyor’’ dedi. “Çok olaylar çıkıyormuş.’’ Salih’in saçını okşadım ve “ Babana beni orda Bahtiyar Abi koruyacak de. Muhtemelen izin verecektir’’ dedim. Salih çok sevindi. “Çok teşekkürler Bahtiyar Abi’’ dedi. Dükkandan çıkarken sanki bir şey unutmuş edasıyla arkasını döndü. “Çarşının gece bekçisi sizin dükkanda gece garip bir olayın olduğunu söylüyordu. Bu durum hakkında bir bilgin var mı?’’ dedi. Garip bir olay mı? Bir kuklacı dükkanında gece ne gibi garip bir olay olabilir ki? Şaşırmıştım. “Ne gibi bir garip olay’’ dedim. “Sadece belli belirsiz bir hareketlenme varmış sanırım’’ dedi. Olay hemen aklıma dank etti. Dün sokakta bulup dükkana aldığım kedi Aliş olsa gerek diye düşündüm. Salih’e endişe edeceği bir durum olmadığını anlatan bakışlarla “Kedidir kedi’’ dedim. Salih içten bir gülümsemeyle dükkandan çıktı. Sahi Aliş nerdeydi? Elbet çıkardı birazdan ortaya. Gece gösterisi için hikaye işine devam ettim.
Çok geçmeden gece bekçisi Muzaffer abi dükkana girdi. “Bahtiyar’ım nasılsın?’’ Endişeliydi. “İyiyim Salih abi, seni sormalı’’ dedim. “Ben de iyiyim ama gece olan olaylar hakkında bir bilgin var mı?’’ dedi. “Salih bir şeyler söyledi ama sorun olacak bir şey değil. Dün sabah çarşının girişinde küçük bir kedi buldum. Onu dükkana aldım. Gece de burda kaldı. Muhtemelen gece yalnız başına pek uslu durmadı.’’ dedim. Muzaffer abi biraz olsun rahatlamıştı. Aynı zamanda uykusuz olduğuda gözlerinden anlaşılıyordu. “Herhangi bir sorun olmasından korktum.’’ dedi. “Yok Muzaffer abi. Asayiş berkemal’’ dedim. “Evine gidip rahat rahat uyuyabilirsin.’’ Muzaffer abi gülümseyerek “ Tamam o zaman Bahtiyar’ım ben kaçtım. Babana selam söyle’’ dedi. “Aleykümselam abi. Hadi görüşmek üzere. Allah’a emanet ol.’’
Hikâyemi hazırlamıştım. Dört bölüm Hacivat ve Karagöz, iki bölüm Pinokyo ve bir bölüm de Kurbağa Kermit’i oynayacaktım. Hacivat ve Karagözü gölge oyunu ile diğerlerini ise kuklalar ile yapacaktım. Toplamda yedi farklı hikâyem vardı ve hepsini de hazırlarken seyircinin kahkahalarını duyuyordum. Dün yaşamış olduğum hezimeti bugün telafi edecektim. Hikâyeleri temiz bir kâğıda geçirdim ve müsveddeyi diğer günlerde yaptığım gibi dolabıma koymaya gittim. O sırada Aliş için dün doldurduğum bir kâse sütün yere dökülmüş olduğunu gördüm. Pek şaşırtmamıştı beni. Belli ki baya bir yaramazlık yapmıştı. Arka tarafa geçtiğimde yerde gördüğüm şey karnıma yumruk yemişim hissi yarattı. Elimle ağzımı kapattım. Hayretler içerisindeydim. Dün sabah bulduğum ve Aliş ismini taktığım kedimin cansız bedeni önümde seriliydi. Ölmüştü. Her halinden belliydi. Ama neden ölmüştü. Havasızlıktan olamazdı çünkü arka taraftan bir pencere açık bırakmıştım. Açlıktan da olamazdı çünkü önüne bir kâse dolusu süt bırakmıştım –ki o içmek yerine bunu dökmeyi yeğlemişti-
Kediyi hafif çevirip diğer tarafına bakmak istediğimde gördüğüm şey daha da bir şaşırtıcıydı. Zira kedimin tam karnına tahtadan bir bıçak saplanmıştı. Kanı yerde kurumuş ve vücudu da kas katı kesilmişti. Nasıl olabilirdi? Bıçak benim yaptığım malzemelerdendi. Ama ben hayatımda hiç kuklalarımın ellerine verebileceğim veya sahnelediğim oyunlarda kullanabilecekleri bir bıçak yapmamıştım. Babamda yapmazdı. Çünkü bu şiddet eyilimi olurdu. Biz oyunlarımızda insanlara daha çok komedi içerisinde insanların ders alabileceği şeyler sergilerdik. Bir bıçak asla olmazdı. Bu olay gerçekten kanımı dondurmuştu. Lavobaya geçip elimi yüzümü yıkadım. Nefesim kesiliyordu. Boğazım kurumuştu. Bir bardak su içtim ve çekmecelerimin birinden bir şişe kolonya çıkardım. Kolonyayı içime çekmem nefes almamı biraz daha kolaylaştırıyordu. Orucum artık bozulmuştu. Cebimden bir paket sigara çıkardım ve sigara krizimi geçirebilmek için bir sigara yaktım.
Akşam ezanının okunmasına az bir süre kalmıştı. Hemen kendimi toparlamalıydım. Ama bu olay gerçekten kanımı donduruyordu. Üstüne üslük orucumda bozulmuştu. Ceketimi çıkardım ve kediyi ceketin içine sardım. Yerdeki kanı temizlemem gerekiyordu. Büyük bir bez parçasını parçalara ayırarak yeri güzelce temizledim. Kokuyu bastırması içinde bir tütsü yaktım. Dükkana ağır bir koku hakim oluyordu. Dükkanımızda bir tane bulunan üçlü kanepeye kendimi attım. Hiçbir şey anlayamıyordum. Bir gün önce sokakta bulup dükkanıma aldığım kedi bugün nerden geldiği hakkında bir bilgim olmayan tahtadan bir bıçak ile öldürülüyordu. Bunu kimin yaptığı ise en büyük muammaydı. Ezan okunuyordu. Tüm İstanbul ibadetini bitirip yemek yemek için sofralardaydı. Dükkandan içeri Salih girdi. Elinde bir poşet ve yüzünde de manasız bir gülümseme vardı. “Bahtiyar abi oruçlu olduğundan sana yemen için bir şeyler getirdim.’’ dedi. “Eyvallah gülüm ama beni biraz yalnız bıraksan iyi olur.’’ dedim. Muhtemelen çocuğa ayıp etmiştim. O beni düşünüp yemek getirmişti bense onu dükkandan kovuyordum. Ama tüm bunları düşünecek halde değildim. “Bahtiyar Abi iyi misin?’’ dedi. “Evet sadece biraz yalnız kalmam gerekiyor.’’ diye bağırdım. Çocuk iyice şaşkına dönmüştü. “Peki abi ben yemeği masaya bırakayım. Sen istediğin zaman yersin.’’ dedi ve çıkıp gitti. Hiç yemek yiyecek halde değildim. Akşam ki kukla gösterim için kendimi toparlayıp son bir kez daha hazırlanmam gerekiyordu. Ama tek düşünebildiğim kediydi. Nasıl ölmüş olabilirdi? O bıçak oraya nasıl gelmişti? Bunu kim yapmıştı? Kafamda bu sorular cirit atıyordu.
Malzemelerimi toparlayıp kukla gösterimi yapacağım yere gittim. Burası Sultan Ahmet Meydanı oluyordu. Ayasofya Camii’ni arkama almıştım. Çok kalabalıktı. İnsanlar, evlerinden yemekler getirip iftarlarını burda yaparlardı. Sonra Sultanahmet Camiisinde namazlarını kılar ve benim gösterilerimi izlerlerdi. Bu onlar için bir rutin değildi. Bunu sadece eğlence olarak görürlerdi ve genelde tatil günlerinde yaparlardı. O yüzden burda hergün karşımda farklı insanlar görüyordum. Çantamda getirdiğim küçük portatif platformu kurdum. İnsanlar yavaş yavaş çevremde toplanmaya başlamaışlardı. Kuklaları çıkardım ve oyun sıralamarına göre dizdim. Aklımda hala kedimin trajik ölümü vardı. Ama şu anda olmazdı. Bu düşünceleri kafamdan atıp işime odaklanmalıydım. Önce Hacivat ve Karagöz gösterimi yapacağım için perdenin arka tarafına ışık yansıttım. Kuklaları aldım ve elimden geldiğince iyi bir performans gösterebilme umuduyla gösterime başladım.
Hacivat ve Karagöz, Pinokyo, derken seyirci hiç gülmüyordu. Ara sıra kafamı kaldırıp seyircilere baktım; yoksa karşımda seyirci yok mu diye ama seyirci vardı ve gösterimin giderek artan ivmesiyle iyice azalmaya başlamışlardı. Tam Kurbağa Kermit’i elime almıştım ki birden seyircilerin arkasından bir kedi sürüsünün geçtiğini gördüm. En az yirmi kedi sanki bir ordu gibi yola koyulmuşlardı. Kermit’i elimden çıkardım ve bir avuç seyirciye dönüp “Bugünlük bu kadar’’ dedim. İnsanların homurdanmlarını duyabiliyordum. Sanki çok umurlarındaydım. Normalde gösterilerimden sonra tüm seyircilere dükkanımın kartını verirdim ki insanlar beğendikleri kukla karakterleri alıp evde çocuklarına minik bir gösteri yapabilsinler diye. Ama bugün alel acele çantamı topladım ve dükkana doğru koşmaya başladım. Nedense o gördüğüm kedi sürüsünün benim dükkanıma gittiklerini düşünüyordum. Yanımdan koşarak başka bir kedi geçti. Kedinin çok acelesi varmış gibi görünüyordu. Acaba sürüye yetişmeye mi çalışıyor diye düşündüm. Bu sırada çantamda bir hareketlenmeler başladı. Omzuma taktığım çantam karın bölgemde beni gıdıklayacak şekilde hareket ediyordu. Çemberlitaş’a gelmiştim. Burası gösteriyi yaptığım Sultanahmet ile dükkanımın bulunduğu Beyazıt arasındaki kısa mesafenin tam yarısı sayılırdı. Çantamda artık karşı konulamaz derecede hareketlenmeler başlamıştı. Buna dayanamamıştım. Bir an önce dükkana gitmek istiyordum ama meraktan dolayı çantamı yere indirdim ve fermuarını açtım. Herşey normal gözüküyordu. Minik platformum ve kuklalarım içinde paşalar gibi yatıyordu. Fermuarı kapattım ve tekrar yola koyuldum. Bu sefer adeta koşuyordum. Sahaflar çarşısına gelmiştim. Hemen karşımızda ki Kapalı Çarşı kapanmak üzereydi. Bizim çarşının içinde ki çoğu dükkanda kapanmıştı. Koşa koşa kendi dükkanımıza doğru gittim. Karşılaştığım manzara fantastik filmlere taş çıkaracak cinstendi. İçeride yaklaşık otuz kedi ile kendi yaptığım kuklalar savaş halindeydi. Tahtadan hançerler, uçlarında sivrilikler bulunan topuzlar havada uçuşuyordu. Kediler tahtaları kırmaya çalışıyorlardı. Ortam tamamen savaş alanıydı. Karnıma bir tahtadan mızrak yedim. Derime temas bile etmemişti ama acıdan iki büklüm hale gelmiştim. Mızrağı yere attım ve dükkandan dışarı çıktım. Çarşının sonlarına doğru baktım. Dükkanların hepsi kapanmıştı. Gece bekçisi ise çarşının dış kapısının önündeki kulübesinde bekliyordu. Onu buraya çağırmam hiçbir fayda sağlamayacaktı. Tam o sırada bayılmışım.
Uyandığımda herşey daha da kötüydü. Savaş artık tüm çarşıya sıçramıştı. Heryer kedi cesetleri ve tahtalarla doluydu. Elimle ağzımı kapatıyordum. Tüm bunlar gerçek olamazdı. Saat kaçtı? Ne zamandır böyle savaşıyorlardı? Gece bekçisi hiç gelmiş miydi? Tüm bu sorular kafamı kaplıyordu. Çarşının en köşesinde bulunan Osman Emminin çayhanesinin önüne oturdum. Artık sadece çaresiz çaresiz savaşı izliyordum. Gözüme bir şey takıldı. Bizim dükkandan çıkan kaba bir cisim benim oturduğum yere doğru yaklaşıyordu. Dikkatlice izledim. Gece boyunca yaşadığım şaşkınlıklardan dolayı bana doğru gelen şeyin ancak ayaklarımın dibinde durduğu an ne olduğunu anlamıştım. Bu, sabah Aliş’in ölü bedenini sarmak için sardığım ceketimdi. Artık iyice şaşkına dönmüştüm. Ceketin içinden minik kedim Aliş fırladı ve ayaklarımın dibine oturdu. Tüm bunların şaşkınlığı içerisindeyken bir ses duydum. Başımda biri konuşuyordu galiba. Başımda dikilen çarşının gece bekçisi Muzaffer’i görünce “ha?” şeklinde bir ses çıkardım. “Bereketsiz bir Ramazan” dedi. Muzaffer’e tüm umutlarını yitirmiş birinin gözleriyle baktım. “Neler oluyor Muzaffer Abi. Şimdiye kadar niye gelmedin? Nerdeydin?” diyebildim. Muzaffer gurur duyulacak bir şey yapmış edasıyla gülümsüyordu. Ellerini gür saçlarının arasına daldırdı ve “Cennetteydim Bahtiyar’ım.” dedi. Hiçbir şey anlayamıyordum. Karşımızda hala bir savaş sürüyordu.
Muzaffer, hava durumu tahmininde bulunan birinin sakinliğiyle “Hiç hayatında bir Yahudiyle tanıştın mı?” dedi. Bu soruda neyin nesiydi? “Konumuzla ne alakası var?” diyebildim. Yüzündeki gülümsemeden zerre ödün vermeden “Aslında bu durum konumuzun temelini oluşturuyor.” dedi. “Hayır Muzaffer, hiç hayatımda bir Yahudiyle tanışmadım’’ dedim. Muzaffer hain gülümsemesini bir kenara bırakarak ciddi bir tavır takındı. “Bak evlat bu gece burda yaşadığın herşeyin bir anlamı var. Olmalı da.’’ dedi. Sanırım şaşkınlığım biraz daha artıyordu. Muzaffer burda yaşadığım herşeyin anlamını biliyor muydu? O sadece bir gece bekçisiydi. “Peki tüm bunların anlamını sen biliyor musun?” dedim. Anında “Elbette” diye cevap verdi. “En başından beri seni bu konuda bilgilendirmem için görevlendirildim.” Yok artık! Muzaffer yalnızca bir gece bekçisi değildi. Birisi için çalışıyordu. Bu birisi bazı konularda benim aydınlanmamı istiyordu. “Anlamıyorum Muzaffer; seni kim beni bilgilendirmen için yolladı?” dedim. “Tanrı’’ diye yapıştırdı cevabı. Tüm bu saçmalıklara artık dayanamıyordum. “Lanet olsun Muzaffer ne biliyorsan anlat artık.” dedim. “Hz. Musa, İsrailoğullarına elçilik yapmak adına Tanrı tarafından peygamber olarak gönderildi” diye söze başladı. “Hz. Musa tüm Yahudilere yapmaları gereken ibadetlerin yanında birde Yahudi takviminin ilk ayı olan Tişri ayının 10. günü yaklaşık 26 saat boyunca tutulan bir orucuda emretti. İsrailoğulları maddecidir. Herşeyin kanıtını isterler. Tanrı’da bunun için mucizevi bir şekilde Hz. Musa’ya üstü yazılı tabletler gönderdi. O yıllarda kendi ümmeti tarafından bile fazla önemsenmeyen Hz. Musa’nın böyle bir emri insanlara kabul ettirmesi çok zor olmuştu. İnsanlar uzun yıllar boyunca bu emri yerine getirdiler. Ama gelen her yeni nesil bu ibadeti daha fazla sorgulamaya başladı. Gereksiz ve saçma bir ibadet olduğunu düşünüyorlardı. 1293 yılında oruç tutmakla ile ilgili tabletlerin hepsi bertaraf edildi ve Yahudilik dininde böyle bir ibadetin hiç olmamış olduğuna inanıldı. Bazı muhafazakar kesim bu yapılanların yanlış olduğunu düşünerek her yıl oruçlarını tutmaya devam etti. Fakat bu dine mensup birçok insan o tarihten sonra oruç tutmayı bıraktı. Bereketsizlikler yaşanmaya başladı. Halk karnını doyuramıyordu. Kıtlık başlamıştı ve inanılmaz bir şekilde ülkede kedilerin sayısı artıyordu. Sanki halkın erzaklarını kediler yiyordu. Bu kediler toplu halde geziyor ve Tişri ayının 10. gününde sanki elleriyle koymuşlar gibi oruç tutmayan insanlara saldırıyor ve dükkanlarını yağmalıyorlardı. Bir süre sonra muhafazakar kesimden oruç tutan insanlar ülkenin yüksek mertebelerine gelmeye başladı. Hepsi önemli insanlar oldu. İçlerinden birisi bu savaşı nasıl durduracağını bildiğini söyledi. İnsanlar bu adama bel bağlamışlardı. Bu adamınsa çözümü ise öncelikle herkesin tekrar oruç tutmaya başlamasıydı. Kedilerden kurtulabilmek ise onun işiydi. O adam bir kuklacıydı. Ülkenin her yerine kuklalar dikti. Bu kuklalar sanki birer askermişde kedilerde düşmanmış gibi tüm kedileri öldürdü. Ama işin en önemli kısmı ülkenin tekrar oruç tutmaya başlamasıyla başarılmıştı.” Ağzım açık bir şekilde dinlemiştim tüm hikayeyi. “Peki ülkeyi kedilerden kurtaran kişi neden bir kuklacıydı? Neden kuklalar bunu başardı?” dedim. Aklıma gelen ilk soru bu olmuştu. Muzaffer’in yüzüne o eski gülümseyişi tekrar gelmişti. “Çünkü kuklalar insan biçimindedir ve yemek yemezler yani bir nevi sürekli oruç tutarlar.” dedi. Bu bana göre çok saçma bir cevaptı. “İyi de yemek yemeyen ve insan şeklinde olan tek şey kuklalar değildir ki.” dedim. “Mesela” dedi. Birden sorunca aklıma sadece tek bir seçenek geldi. “Mesela heykeller” dedim. “Sabit olarak bir yerde duran heykellerin kedilerle savaşmasını beklemiyorsun değil mi?” dedi. “Kuklalar ise hareketlidir ve ipler Tanrının elindedir.” dedi. Ağzıma bir fare girebilirdi. Hemen kapattım. Muzaffer sözüne devam etti. “1293 yılında İsrailoğullarının oruç konusunda yaptıkları devrim onlara birşeyi öğretmişti. Oruç yoksa berekette yok. Farkındaysan yalnızca bu konudada olsa artık Türkiye’de gitgide İsrailoğullarına benzemeye başladı. Bunu en iyi sen bilirsin ki; havaların çok sıcak ve gündüz süresinin çok uzun olduğunu bahane eden Sahaflar Çarşısı esnafı ve Sultanamhet oruç tutmamaya başladı. Baksana hiçbir Ramazan ayında dükkanı açmayan Osman Emmi bile bu yıl kimsenin oruç tutmayacağını bildiği için dükkanını açmaya başladı.” Sanki Osman Emmi arkamda belirecekmiş gibi arkamı dönüp dükkana baktım. Muzaffer bu duruma pek aldırış etmemişti. “Dün sabah çarşının girişine o kediyi ben bıraktım. Gece boyunca benim kulübemin dibinde dolanıp durdu ve bunun bir mesaj olduğunu anladım. Doğruca Tanrı’dan gelen bir mesaj… Kediyi kulübeme aldım ve onu sabaha kadar orda tuttum. Kediyi senin alman gerekiyordu. Çünkü çarşıda ki tek kukla dükkanı senindi. Sabah senin çarşıya doğru geldiğini görünce onu çıkarıp merdivenlere bıraktım. Senin gibi iyi niyetli, yardımsever birinin o kediyi orda bırakmayacağını biliyordum. Nede olsa Sahaflar Çarşısına kaç defa küçücük bakıma ve beslenmeye muhtaç kedi gelir ki. Kediyi aldın. Tamda istediğim üzere… Gece olunca onu dükkanda bırakıp gitmen ise iplerin koptuğu an olmuştu. Gece o küçücük kedi, Tanrı’nın askerleriyle tek başına başa çıkamadı. Ertesi gün akşam ezanında sonra da bildiğin üzere büyük savaş patlak verdi. ” Hayretler içinde ayağımın dibinde ki Aliş’e baktım. “Ama ama bu kedi hala yaşıyor.” dedim. Muzaffer iğrenç bir espiri yapmaya hazırlanan birinin edasıyla konuştu. Aslında öyle de yaptı. “Kediler dokuz canlıdır. Şaka bir yana Tanrı’nın, senin ve tüm çarşının doğru yolu bulmasını sağlayacak kediyi hemen yanına alacağını mı düşünüyordun?” Açıkcası bilmiyordum. Muzaffer’iin anlattıkları gerçekti. Tanrı bizi yedi asır önce Yahudileri soktuğu sınavla aynısına sokmuştu. Muzaffer pet şişe içinde bir şişe su uzattı. “Sabah ezanına az kaldı.” dedi. Suyu kana kana içtim. Tekrar kendisine uzattım ama yerinde yoktu. Ayağa kalktım ve çevreme baktım. Yoktu. “Muzaffeeer” karşılık gelmiyordu. Küçük çaplı süren savaşın içinden geçip dükkana baktım. Yoktu. Bekçi kulübesine gidip baktığımda gördüklerim ise tamamen içler acısı ve insana şaşkınlık veren türdendi. Muzaffer kulübenin içinde ki sandalyede cansız bir şekilde oturuyordu. Kafasında tahtadan bir topuz tam kalbinin üzerindeyse tahtadan bir bıçak vardı. Çarşıya girdim ve Osman Emminin dükkanın önünde az önce oturduğum yere oturdum. Aliş bana dikkatli bir şekilde bakıyordu. Hiç ses çıkarmamıştı ama gözlerinden yaşlar geliyordu. Onu kucağıma aldığımda Nuru Osmaniye Camii’nin müezzini sabah ezanını okumaya başladı ve hiç bitmeyecek gibi duran bir şey anında bitti. Karşımda savaşan kuklaların hepsi birden yere yığıldı ve kedilerinde hepsi farklı bi yere kaçıştı.
27 Yıl Sonra
Sabah Sahaflar çarşısındaki dükkanımı açmaya geldiğimde Salih ile karşılaştım. “Bahtiyar Usta, bu senede Fenere kupa yok” dedi. Gülümsedim. Dükkana girdim. Her sabah düzenli ve rutin olarak yaptığım gibi kitapların tozunu aldım. Yirmibeş yıldır kuklacılıkla bir alakam yoktu. Ben artık bir kitapçıydım. Mesleğimi seviyordum.
Dükkanın kapısına çıktık ve Salih’le birlikte tavla oynuyorduk. Çarşıya gelen bir salepçi bize “Salep alır mıydınız beyler?” diye sordu. İstemsiz olarak Salih ile aynı anda aynı şeyleri söyledik. “Yok be gülüm niyetliyim” Birbirimize bakıp gülümsedik ve oyuna devam ettik. Salepçi “Bereketsiz bir Ramazan ha?” dedi. Başımı oyundan hiç kaldırmadan “Aslında tam tersi. Son derece bereketli bir Ramazan” dedim. Salih salepçinin arkasından “Turistlere odaklan. Bu ay buranın esnafından sana müşteri çıkmaz.” diye bağırdı. Gülümsedim yine. Salih benim gerçekten dostumdu ve tabi Muzaffer’de. “Kim kazanıyor bakayım beyler?” Salih kafasını kaldırmadan cevap verdi. “İki el üst üste mars… Bundan sonra senin hesabını da alıcam Muzaffer” dedi. “İyi bakalım görüşüceğiz.” dedi Muzaffer bir sandalye çekip yanımıza otururken.
Samimiydik. Mutluyduk. Sıkı dosttuk ve oruçluyduk. Hayattan beklediğim gelecek kuklacılık değildi belki ama kesinlikle buydu. Herşeyden önemlisi Muzaffer’in yirmiyedi yıl önce Osman Emminin dükkanının önündeyken söylediği gerçekti. Tanrı insalığa doğru yolu gösterecek kişileri hemen yanına almıyordu. Gerekirse onlara bir şans daha veriyordu. Sonucu her ne olursa olsun.
Adı sebebiyle ilgimi çeken ve bir çırpıda okuyup bitirdiğim bir öykü oldu bu. Oldukça güzel, biraz daha uğraşılsa şahane bir öykü olabilirmiş. Tek tük eksikleri ve uzun paragrafları dışında takdir ettim.
Yazmaya devam etmeniz dileğiyle, kaleminize sağlık. 🙂
Teşekkürler 🙂
Selamlar;
Oldukça sürükleyici ve bir o kadar da güzel bir hikayeydi. Bir solukta, keyifle okudum. Öykünün içindeki hiçbir ayrıntıyı boşta bırakmamanız (oruç, cekete sarılı kedi vb.) takdir edilesi bir ayrıntıydı. Tek sorun bazı yerlerde -de ve -ki eklerini yanlış şekilde ayırmanız. Onun dışında gayet kaliteli bir hikayeydi.
Kaleminize sağlık…
Beğendiğinize sevindim. (Bağlaçlardan oldum olası nefret etmişimdir.)
Sürükleyici bir öykü olmuş. Okumaya başladıktan sonra bağımlılık yaptı desem yeridir. Kaleminize yüreğinize sağlık.
Eyvallah canım kardeşim. Seninde gözlerine sağlık 🙂
Merhabalar,
Öyküyü merak edip okudum. Çok hoşuma gitti. Beyazıt’ı çok güzel betimlemişsiniz. Sadece de ve ki eklerini ayırmakta bazı zorluklar yaşıyorsunuz. Bir ara ben de bu dertten muzdariptim; ama yazmaya devam edince bu da düzeliyor. Kalemnizie sağlık…
Güzel yorumlarınız için teşekkür ederim. İstanbul’da her insanın kişiliğini yansıtan bir semt vardır. Benimkisi kesinlikle Beyazıt… Orda belkide adım atmadığım yer kalmamıştır. He birde ahh o bağlaçlar yok mu? 🙂
turkiye kupasi haric her sey cok iyiydi
kalemine saglik…
Eyvallah kardeşim ama o da tuzu biberi olsun 🙂
Merhaba:
Uzun bir hikaye olmuş. Bilmiyorum bilerek mi yoksa bilmeden mi dini öven dinin icaplarını gerekli bulan bu yönde telkinler yapan Hollywood vari bir hikaye. Kırmadan bazı eleştiriler yapmak istiyorum. Umarım darılmazsınız.
Dün kü kelimesi bildiğim kadarıyla bitişik yazılır. İki defa tekrar olunca ardarda uyarma gereği duydum. Bir kaç yerde kullandığın “Sultan Ahmet Meydanı oluyordu.” şekli de yazılan ifade nedense beni rahatsız etti. Bir başka konu ise neredeyse hikayenin yarısını tutan tek bir paragraf oldu. Neden… Diğer yönlerden imla hatası pek yok. Zaten imla hataları düzelebilecek hatalar. Önemli olan kurgu ve hayal gücü.
“Kuklalar ise hareketlidir ve ipler Tanrının elindedir” doğru bir cümle mi? O zaman kuklacılar Tanrı mı oluyor…
İyi bir kapıdan girip güzel bir hihaye yakalamışsınız. Din de Yahudilikte böyle bir olay var mı merak ta edecek kadar iyi yazılmış ama öykü detaylarla boğulmuş sanki. Takımları maçları bu kadar detaylı anlatmaya gerek var mıydı. Hani Oguz Aral’ın sık sık kullandığı sözcük olan “gereksiz taramalara yer vermişsin” gibi olmuş. Uzun paragrafın sonunda Muzaffer Ölüyordu. Ama ilk tanıştığımızda “Cenneteyim” demişti. O zaman Muzaffer bir Melek mi? Melek se nasıl hikayenin sonunda bir sandalye çekip otırdu. Sanırım bu okuma akşam saati yorgun dimağıma denk geldi.
Sonuç olarak iyi bir hayal gücü ve güzel bir hikaye. Gözden geçirilir se daha da güzel olacak…
Gecenin 02,00 sinde okumaya basladım sadece göz gezdirip yatacaktım ama nasip olmadı hepsini okumaya basladım amansızca 🙂
Tek Kelime ile ”Harika” bir öykü 🙂 🙂
gecenin 5 ve hayretler icinde okudum ve cokta hoşuma gitti ve en cok hoşuma giden ise boyle bi hikaye senin tarafından canlandırılması