“Hurufu mukataa, Kuran’da bazı surelerin ilk ayetlerini oluşturan harflerdir. Gelişigüzel harfler gibi görünseler de birtakım anlamlar içerdiklerine dair görüşler de mevcuttur.” Yunus önsöz okumayı asla sevememişti. Elindeki kitabın 35 sayfa önsözü vardı ve o sayfaları atlayınca 15 sayfa okumuş sanacaktı görenler. Belgesel gösterimi öncesi konferans salonundan bozma sinemada henüz kimseyle konuşma ya da kimsenin dikkatini çekme şansı olmamıştı ama muzip bir gülümsemeyle 37. sayfadan okumaya devam edecek olduğunu, bunun da görenleri “Ne kadar da entelektüel birisi…” minvalinde düşüncelere sevk edeceğini getirdi aklına. Zaten belgesel gösterimine gelmesinin bir nedeni de birinin gizli iltifatını almaktı. Evet, ona gelip ne kadar entelektüel bir görüntü arz ettiğini söyleyen olmayacaktı, o filmlerde olurdu ama kafalarda kendisine dair bir beğeninin oluşması bile hoşuna gidiyordu. 23 yaşındaydı ve eline henüz kadın eli değmemişti. Hevesle devam etti kitabına:
“Kasas Suresi 1. ayet hurufu muataa örneklerinden “ta sin mim”dir. Sure firavun ve Musa hikayesinden bahseder. İlginçtir, Antik Mısır’da ta ve sin harflerinin karşıladığı bir varlık olan ve TsTs şeklinde de telafuz edilen Tutu mevcuttur. Görünüş olarak aslan vücutlu, kuş kanatlı, yılan kuyruklu, insan yüzlü, kral başlıklı bir kötü oluşumdur. Mezmurlar’da ve Eyüp’te kıyamet alameti olan kötü yaratıklardan Leviathan firavunla özdeşleştirilir. İslam’daki Dabbe tarifine benzeyen bu Tutu tasviri, yine bir firavun hikayesinde karşımıza çıkması açısından ilginçtir. Daha da ilginç olanı mim ya da m harfinin hiyeroglifte aslanı ifade ediyor olmasıdır. Aslan başlı iyi savaşçı Maahes’in ilk harfi aslan ile resmolunur. Maahes’in ünvanları ve özellikleri ise şöyle: Prens, kırmızı lord, suyu bile ikiye ayıracak keskinlikte bıçağı var, inek ve yılan öldürücü, işçi ve zanaatkar tanrısı Ptah’ın oğlu, Ra’nın Mahrem Ev’den Güneş Evi’ne olan gece yolculuğunda yardımcısı, lotus çiçeğinin (umarım Davut yıldızıyla olan benzerliği dikkatinizi çekmiştir) lordu…”
Saatine baktı. 10 dakika sonra film başlayacaktı. Himalaya’ya tırmanmış önemli Türk dağcılardan Nasuh Kaplan’ın Kocaayak mitinin doğuşuna kendi deneyimlerinden, tanıklıklarından yola çıkarak; genel olarak ise bu mitin iflasına dair hazırladığı 120 dklık belgeseliydi beklediği. Okumakta olduğu kitap gibi yayınlar o sıralar çok gözdeydi. Sanki bir kurtarıcı bekleniyormuş da o kurtarıcı kendisiymiş gibi bir motivasyonla kutsal metinlerde kod, şifre ve ileri teknoloji arayan; kadim anlatılara hatta altyapısı oldukça karmaşık bilimsel iddialara gönderme yakalama peşinde olan, sayısı neredeyse binleri bulmuş kitaplardı bunlar. Nasuh Kaplan’ın mit yıkma iddiasındaki belgeseli bu gibi ezoterik çalışmaların hat safhaya ulaştığı dönemde epey sansasyonel bulunmuştu. Aynı şekilde Kocaayak’ın ilk defa Himalaya’da görülmüş olduğuna dair 1950’lerde ortaya atılmış iddiaya rağmen onu ABD’de, Rusya’da, Kanada’da arayanlar ve Kocaayak’a dair “mühim izler” hakkında TV şovları yapanlar da artık sayılamayacak kadar çoktu. Belki bu nedenle, Nasuh Bey oldukça sevilen biri olmasına rağmen salon çok da kalabalık değildi. Yunus çaktırmadan 15 sayfa daha atlayıp okumaya devam etti:
“Adını bir diğer hurufu mukataa kombinasyonundan alan Taha Suresi de ilginç done’ler içerir. Kuran’da p harfinin kullanılmadığını da göz önünde bulundurarak burada yine bir Antik Mısır tanrısı olan Ptah’tan bahsediliyor olması muhtemeldir. Ta ile başlayan ve önceden değindiğimiz bir diğer surede Maahes’ten (Grekler ona Mosi de derdi) bahsettiğini ve kendisinin Ptah’ın oğlu olduğunu hatırlayalım. Nitekim şimdiki surede bahsedilense Musa’ya yardımcı olarak kardeşi Harun’un verilmesidir. Ptah’ın bir diğer oğlu olan Khonsu bu nedenle bahsedilesidir. Kendisi bir diğer Mısır tanrısı olan Iah ya da Yah’la aynı şekilde Ay ile temsil edilir. Harun isminin anlamı olan “ışık saçmak, parlamak” Khonsu’nun hep yaptığı şeydir anlayacağınız. Daha da ilginci Khonsu, şakaklarından sarkan kaküllere/ buklelere sahiptir. Onun lordluğunu yaptığı lotus ise daha günümüzden bir Davud yıldızı ayrıntısı gibi mavidir.” Filmin başlamak üzere olduğuna dair anons yapıldı. Işıklar kapanmadan kaldığı yere ayracını koydu hemen Yunus. Ama ışıklar kapatılmadı. “Tam da Abgal.NUN ve Yunus peygamber hakkındaki kısma gelmiştim…” diye düşündü. Salon biraz daha doluydu şimdi. Işıklar kapanmadan motor odasından makara sesi gelmeye ve film perdeye yansımaya başladı. “Reinhold Messner’in Anısına…” ithafı geldi perdeye. İthaf yavaşça kayboldu ve Nasuh Kaplan’ın sesi duyulmaya başlandı:
“Neydi o? Bir göktaşı mı? Yoksa kozmik uçurumun sakinlerinden bir ziyaret mi? Öyle ya da böyle, küçük ülkemiz bir mucizenin doğuşunu gördü: Zona. Oraya derhal birlikler gönderdik. Geri dönmediler. Sonra polis kordonuyla orayı kuşattık. Belki de yapılması gereken en doğru şey buydu.” Nobel Ödüllü Profesör Wallace’ın RAI’ye verdiği röportajdan alınmış bu cümleler de Nasuh Bey’in sesiyle eş zamanlı olarak perdeye geldi. Nasuh Bey devam etti:
“Sovyetlerin, diyalektik materyalizmi fazla kaçırmış despotizmine başkaldırı niteliğindeki 1979 yapımı Stalker filmi bu sözlerle başlar. İşlerin o kadar da ufkumuzun yettiği yerde olup bitmediğini haykırıyordur usta yönetmen.” Stalker’ın setinden görüntüler gösteriliyordu şimdi. Tarkovsky Anatoly Solonitsyn’e bir şeyler söylüyordu. Filmin tamamlanmış ilk rulosu film gösterime girmeden stüdyoda yangın çıkması sonucu kaybolduğundan tüm ekip filmi yeniden çekmek üzere bir araya gelmişti. O nedenledir belki, bıkkınlık hemen herkesin yüzünde son derece net bir şekilde okunuyordu. Işıklar nihayet kapatıldı. Tam o anda, ışıklar söner sönmez perdeye yüzlerinde beyaz kar maskesi olan, altlı üstlü beyaz peluştan imal tulumlarıyla kendilerini Kocaayak taraftarı olarak niteleyen, ve bu nitelemeyi sanki Kocaayak taraftarı olmanın dışında kendilerini kendileri haline getirmiş başka hiçbir yanları yokmuş; başkasının dünyasında anne- baba, eş, aşçı, öğretmen, arkadaş, vs. değillermiş gibi yapıveren üç kişi ve ortalarında elleri bağlı, kaş ve burnundan kan gelen, alnında bir şey yazıyormuş da o gösterilmek isteniyormuş gibi saçlarından çekilirken dizleri üzerinde durmaya çalışan Nasuh Kaplan geldi. Adamlar aksansız bir şekilde İngilizce konuşuyorlardı. İnfaz gerçekleşip film kaldığı yerden devam ettiğinde Yunus başka bir boyuttan şimdiki ana geçivermiş gibi kendini koltukta buldu. Diğer koltuklarda da insanlar olduğunu fark etti. Bu hissi ilk defa yaşamıyordu elbette ama az evvel ne olup bittiğini hatırlamaya çalıştığı ama bunu bir türlü başaramadığı bu gibi anların en şiddetlisini yaşıyordu.
Perdede yeniden Stalker’a dair görüntüler görülmeye başlandı. Altlı üstlü bindikleri oto- drezinle, ölüm tarafından kovalanırken silahlı güçlerce kuşatılıp hapishaneye çevrilmiş köhne ve “ters- Gulag” gibi bir tarife oturtulabilecek olan Bölge’ye giden üç aktör etrafa bakıyorlardı. Ters- Gulag denilebilecek olması belki de karedeki yolcuların Bölge’ye isteyerek gidiyor olmasıyla alakalıydı. Patır kütür ayak sesleri… Herkes, Yunus dahil, oradan kurtulmak üzere çıkışa koşmaya başlamıştı. Gulaglarda Soljenitsin’in ve eski mahkumların uygulanan muameleye dair iddiaları velev ki asılsız olsun, artık (ve epeydir) Gulaga gönderilmiş olmak bir onur nişanesi, dervişane bir arayışın hatta arınmanın, dışında konumlanmış olmanın ve saf kalmışlığın ifadesi olagelmekte. Bir süre sonra mahkumlar isteyerek, daha yerinde bir ifadeyle “direnç göstermeden” bile gitmiş olabilirler Gulaglara bu sebeple. Hem Stalker Bölge’nin vaat ettiği “her istenileni yerine getirme” yönünün asılsız olduğunu çok da bilmiyor değil gibiydi.
Nihayet yüzünde serin havayı hissetmeye başladı. Kalabalık caddenin gürültüsü ve gözleri kısan gün ışığı da kendilerini afişe etti. Nihayet çıkmıştı oradan. Kaldırımda telaşla sigara yakanlar vardı. Sigara içme alışkanlığı olsa o da hiç düşünmeden bir tane yakardı.
Tesadüf ya da değil bilinmez ama tütün dumanının kokusu ona hep dedesini, dedesinin erik dalından oyduğu narin ağızlığı ve sararmış beyaz bıyıklarını hatırlatırdı. Dedesi de Kocaayak’a inananlardandı. Hatta büyükannesi de… Kocaayak’ın olduğuna inanmak başka; Kocaayak’ı bulmak, görmek, var olduğunu belgelemek başkaydı ikisine göre. “Kocaayak’ı bulsaydım başkasına da gösterirdim, o da görürdü bana hak verirdi. Ama daha ben bulamadım ki…” dermiş hep. Yunus hatırlamıyor dedesinin böyle bir şey söylediğini, babası bahsetmişti ona bundan. Yorum katmayı biraz fazla severdi babası, kesin bu bahsinde de dedenin cümlelerini kesip biçmiştir ama olsun.
“O koca dağların, elini uzatsan göğe dokunacağın zirvelerin bir yerinde göremediğimiz ama gözden kaçması hayret uyandıracak kadar büyük, ayan beyan ortada olan bir Kocaayak olduğuna inanıyorum. Bulamadım ama arıyorum. Bulsaydım herkese çoktan göstermiş olurdum; gerçekten Kocaayak’sa gösterdiğim, itiraz edemezlerdi. Kibir kötüdür, hiç kimse benden daha kör değil.” Ardından kahkahayı basıp şişe dibini hatırlatan gözlüklerini gösterirmiş. “Baksana şunlara… Hem insan, Kocaayakla olan muhabbetinden ibaret değildir ki.”
Çarpıntısı azaldı, ellerinin üşümesi geçti. Kendisini yine bir anda oraya ne zaman geldiğini hatırlamadığı bir yerde bulmuş gibi oldu. Ama ne yazık ki kaldırımdakilerin telaşı, ağlayanlar, ses tonlarını ayarlayamayanlar ve polis sireni beyaz perdede gördüklerini çok çabuk getirdi aklına. Oraya nasıl geldiğine dair anlık görüntü silsilesi birbirini tamamladı. Bir süre polis ifadesini alır mı diye bekleyecek, ardından eve gitmek üzere durağa yürüyecekti. O akşam gördükleri ise aklından asla çıkmayacaktı.
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.