Gece, çatı kiremitlerinden süzülüp uykularına çoktan sızmıştı. İki göz odalı, derme çatma evin duvarları dışarının ayazına direnmeye çabalarken uykular çoktan söndü sönecek sobanın geride kalan sıcaklığına karışmıştı.
En yakın kasabaya bile çok uzak kalan evin yalnızlığı yanı başındaki tepenin ardında kalan sahildeki kayalıklara vuran dalgaların uğultusuyla iyiden iyiye çoğalıyordu sanki. Ayın altında ışıldayan çatısı kimsesiz toprakların gece feneriydi. Hiç kimseye yol göstermekten öte gidemese de. Ve fenersiz deniz ise bugün arsızdı belki acımasızdı. Uğultusu insana üşümeyi işleyiveriyordu.
Mustafa yattığı divanda ayakucunda birikmiş battaniyesini beline kadar çekti. Pencerenin kenarındaydı divan ve perdelerin aralığından zifiri geceyi az biraz yumuşatan ay ışığı içeri sızıyordu. Bütün gece, uyumaya niyetli, dönüp durmuştu. Göğsüne bastıran sebepsiz kasvet uyumasına engeldi.
Arta kalan közlerin ışığı odun sobasının üsthava deliğinden çatıya sızıyordu. Çatıyı tutan çam ağacının kalınca gövdesinden yontulma kirişi aydınlatmaktaydı. Genç adamın uykusuz gözlerinin yangını, köz ışığının çiçeklenerek kirişin üzerinde oynaşmasına karıştı.
Bir odaya sığmış dört kişilik uyku bir kişi eksikti o gece. Babasının karşı divanda horlaması, annesiyle kardeşinin iki divan arası yer yatağında sesli nefes alışları yabandaki yalnızlıklarını delip geçmek, olmayan bir yerlere veya birilerine ses etmek içindi. Belki de öyle bir dertleri yoktu, sadece Mustafa içindi sesini eline alıp uzaklara doğru seyirtmek. Gecenin alacasında aile fertlerinin yüzlerinde birikmiş yorgunluğu izledi. Kardeşi bile bu birikmişlikten nasibini epeyce almıştı. Yağmur yağsaydı keşke. Birikmiş yorgunluğu hepsinden çekip alsaydı, yıkayıp akça pakça bıraksaydı. Bir de damlaların tıkırtısında uyumayı ne de severdi? Babasının o doğmadan hemen önce kiremit, çamur ve kargı karışımından yaptığı çatıda yağmur hayalini tırmalayan farelerin oynaşmasını duydu. Kiremitlerin arasında oradan oraya koşuştururken gürültü yapmışlar, yapmamışlar umursamayan bu pis hayvan sürüsüyle yan yana yaşamaya çoktan alışmıştı.
Gözlerini kapayıp saymayı denedi; dörtte sıkıntı bastı, zaten altıda tilkinin çınlayan sesi uzaklardan yankılanınca doğruluverdi. Çiftliğe mesafesini hesaplamaya çalıştı. Perdeyi iyice açıp evin arkasında, uzaktan kamburu çıkmış deve benzeyen yaşlı keçiboynuzu ağacının altındaki ağılda uyuklayan koyunları ve tavuk kümesini görmeye çalıştı. Geçen sefer iki tilki kümese dadanıp yarısını telef etmeye yetmişti. Gerçi tilkinin gecenin düzlüğünde her yana yayılan sesi uzun süre devam edemeden karşılığını aldı. Ağılın yanına zincirli Kopil zincirinin izin verdiği mesafe içerisinde bir o yana bir bu yana delirmiş gibi dönerken gırtlağı yırtılırcasına havlayarak altta kalmadığını göstermeye çalışıyordu. Sabahki yemeği hak etmeliydi? Tilkiler suspustu artık. Köpekse görevini yerine getirmenin kasıntısıyla daha bir heyecanlanmıştı.
Kopilin kulak çınlatan sesine rağmen rahatlamıştı. Babasını kontrol etti, hiçbir şeyden habersiz adam uykusunda çiftliğin hangi işleriyle boğuşuyordu kim bilir? Varsın uzaklardaki tilkilerle ilgilenmeyiversin bu gece. Babası gibi olmak istemiyordu Mustafa. Onu ilkokul üçüncü sınıftan zorla alıp tarlaya koşan adam olmak niyetinde değildi ama elden de şu an için bir şey gelmiyordu. Kimsenin uğramadığı bu ıssız yer onu mengene gibi kavramıştı. Canı ne kadar yanarsa yansın bırakmaya da niyeti yoktu besbelli. Oysa Mustafa çiftlikten ayrılıp şehre gitmek istiyordu. Bir an durdu; acaba bunu sesli mi söyledi diye odayı dinledi? Her gün diğerinin aynısı bir sıkıntı girdabıydı ve Mustafa şehirdeki hareketliliğe bir iki kez şahit olduğundan geleceğini orada şekillendirmeye karar vermişti. Yaşına uygun bir iş bulunurdu elbet. Yaşından büyük de bir hayat kurulurdu. Nasılsa her şeyin kolay sanıldığı yaştaydı.
Başını yastığa koyup sobanın iyiden iyiye kendinden vazgeçmiş köz ışığına daldı.
Gözleri ne zaman kapandı ne zaman uykuya daldı bilemeden sanki biri boğazını sıkmış gibi nefessiz, gözlerini açtı. anlaşıldı, bu gece uyku ondan ötedeydi. Göğsünü tutarak yattığı yerden doğrulup nefesi düzene girene kadar oturdu. Gece habersiz ilerlemişti. Soba sönmüş, Kopil susmuş, Dalgayutan Kayalıkları’nın tepeyi aşıp gelen sesi az da olsa çekilmişti. Gecenin ay ışığıyla puslanmış örtüsünün altında, her şey tüm sakinliğiyle kuytuya kaçmıştı. Oda da ise uykunun ağırlığı sadece uyuyanlara artmıştı.
Kendine gelip kafasını yine yastığa bıraktığında… işte o zaman çatı kirişindeki şeyi fark etti.
Ala uykulu gözleri ilk başta anlayamadı ne gördüğünü. Fare sandı. Tiksinerek daha dikkatli baktığında… yaratığın gözlerine değdi bakışları ve Mustafa’yı uykusundan çekip alan, nereden geldiği bilinmez sıkıntı bir anda yeniden belirip genç adamın başını yastığa bastırır gibi oldu. Ağzına korkunun bozuk tadı doldu. Vücudunun her kası, eklemi buz kesti. yaratığın gözleri genç adamı kaçışı olmayan çemberin içinde kıstırdı.
Kirişteki bulduğu boşlukta kendine yer edinip odaya doğru azda olsa uzanmış sessizce Mustafa’yı izliyordu. Besbelli, bakmaktan, izlemekten öteydi o gözlerdeki niyet. Gözlerin kızıl rengi, gecenin ötesinden almaya geldiğini alacağını bilen kıpırtısızlık ve kaygısızlıkla Mustafa’nın zihnine karışıyordu. Karanlığı yarıp toprağı delip geçmiş ve yolunu bulmuş bir garabetin alevlenen yoğunluğuyla genç adam üzerine çöken görünmez elin onu divana doğru iyice bastırdığını hissediyordu. Hareket etmeyi bırak nefes almak bile zorlaşmıştı. Yaratığın kadifemsi gövdesini tamamlayan kor gözleri odadaki başka birini değil sadece Mustafa’nın üzerindeydi. Ve Mustafa bunu gayet iyi anladığından onu bastıran elden kurtulmak için daha bir çabaladı. Bu yaratığa verecek neyi vardı ki? Görmeyen bir alevin yuttuğu bakışlarını ne kadar zorlarsa zorlasın alevlerden alamadı. Karabasan olmuştu, kabuslar boğmuştu. Acaba anacığına seslense de bir okuyup üflese ferahlar mıydı? Babasına dese de tek kırmasının saçmalarını musibete gömüp gecenin kalanını barutla arındırsa? Rüyada an gelir de ne kadar uğraşsan sesini çıkaramazsın. Diyemedi anasına, ses edemedi babasına. Onu alıkoyan güce karşı bir süre sonra yorgun düştü, direnmekten vazgeçti de rahatladı az.
Kor gözlü hayvanı izledi. Hareketsizliğinde bir umut bir anlam aradı, bulamadı. Sadece bakıyordu ve bakışları Mustafa’nın gözlerini delip arkasına geçiyor, aklına fısıltılar sokuyordu. Hayvandan yayılan hastalıktı bu fısıltılar. Mustafa gözlerini kapattı ve fısıltıları dinledi. Aklında dolanan, solucana benzer yeni düşüncelerin kıvrılarak zihnine yayılışını takip etti. Göz kapaklarının ardından bile sadece kızıla çalan iki yuvarlak da olsa görülebilen gözlerin düşüncelerini tek tek ele geçirdiğini hissetti.
Üç beş masaldan bilirdi yarasa denen musibetin pek hayra alamet olmadığını. Nedense bir süre sonra söylenenlere inanmayası geldi. Aklına dağılan her yeni fikir Mustafa’nın isteklerine, arzularına ne kadar uygundu. Gitmekten bahsediyordu ve o fısıltılar gitmekten bahsederken çoğaldı ve çoğaldıkça seslerin ağırlığı da arttı. Kulaklarını yırtan çığlığa dönen bu sesleri geri itmek istedi, yapamadı. Elinden o ana kadar pek bir şey geldiği de söylenemezdi bu yüzden sesleri uzaklaştıramayacağı da ortadaydı. Kontrol başından beri, çatıdan uzanmış onu yeniden şekillendiren hayvandaydı. İçine dadanan, kanına karışan hastalıklı gözlerin ışığının çığlığa dönen olmayan sesi çoktan kontrolü ele geçirmişti.
Mustafa zor da olsa yanına dönmeyi başardı ve ailesine baktı. Bu hastalık yayılmaya müsaitti. Ailesinin bu dertten mustarip olmasına izin veremezdi. Gitmeliydi, uzaklara kaçmalıydı. Zaten hayvanın istediği de bu değil miydi? Mustafa’nın derdi de…
Kafasında dört dönen sesi az biraz arka plana itip hayvana bakmamaya çalışarak ayağa kalktı. Sessizce odadan çıktığında yüzüne vuran ayazla gücü yerine gelir gibi oldu. Buna rağmen hayvana karşı koymak niyetinde değildi. Uzaklaşmalı, içindeki hastalığı beraberinde götürmeliydi.
Aceleyle tepeye tırmandı. Ayazdan çok korkudan titriyordu. Tepeye varınca evin çatısından ötelere baktı. Ay ışığında uzaklara doğru puslanan düzlükleri izledi. Zirvesi ışıl ışıl Toloz Dağı’nın masallardan fırlayan girintili çıkıntılı gövdesinin bir gölge deve dönüştüğünü gördü, denize doğru uzanan canavarımsı kollarına bakıp yutkundu. Dağın doğu yamacından ötede göğe bulanık, kirli bir aydınlık yansıtan şehrin ışıklarına doğru yürümesi gerekmekteydi. Evinin gömülüp kaldığı sessizliğine gıpta etti. Zoraki olsa da gitmeye bu kadar çabuk karar verebilmesinde kor gözlerin fısıltısı bahanenin ilk kıvılcımlarıydı.
Rüyaların nasıl başlayıp bittiğini bilemezsin. Oradadırlar. Mustafa da tepeden evini izlerken oraya nasıl çıktığına dair aslında pek bir şey bilmiyordu. Kafasına doluşan fısıltıların boyunduruğunda hareket ettiğini savunsa da gerçekten hiçbir şey bilmiyordu. Çatıdan onu izleyen yaratık tarafından ele geçirilmişti. Bu kadar basitti. Garip ama basit. Arkasını dönüp zifire bulanmış denizi ve kayalıkları görmeyi denedi. Başaramadı. Sadece dalgaların kayalıklara vurunca çıkardığı ses vardı. Ve o sesler kayalıkların orada olduğunun kanıtı değil miydi? Kulağına sızan bir diğer ses ise yola çıkmasını buyuruyordu. Yoksa kalıp içindeki hastalığı onlara yayarak ailesinin onun yüzünden acı çekmesini izlemek zorunda kalacaktı. Mustafa anneciğinin yüzünü gözünde canlandırmak istedi, kafasını hızla sallayıp o görüntüyü uzaklaştırdı. Kalmasını sağlayacak şeyleri kendinden öteye itti. Ya da zihnindeki yaratığın anlattığı tatlı yalanlar bunu yapmaya mecbur kıldı. İşini şansa bırakmıyor, kuklasının iplerini sıkı tutmasını iyi biliyordu.
Tepenin Toloz Dağı’na bakan yamacına doğru yürüdü. Aşağı inip şehre giden otobana ulaşmak için kullanacağı patikaya varmadan önce son kez evine baktığında…
Evin her bir hücresi yanmış odun misali kararıp küle benzeyen kara toza dönüşerek geceye doğru yükseliyordu. Babasının eliyle yaptığı her şey un ufak parçalanıyor, toz olup yıldızsız gökyüzünün boşluğuna çekiliyordu. Ay ışığında kiremit çatı artık kara bir buluttu, yavaş yavaş kayboluyordu. Mustafa gökyüzünü dolduran kara toz bulutunu izledi. İçi acıyordu. İçinde bir yerler de tozlaşıyordu. Dayanamadı, başını önüne eğdi, yoluna devam etti.
Yürürken… omuzunun üzerinden uzanıp ona yangınlardan kopup gelmiş gözlerini diken yaratığa bakmamaya çalışarak yürümeye devam etti. Ev ve Mustafa ayaz gece güne ağarırken gözden yitene dek.
Merhaba Gökhan. Öncelikle eline sağlık diyorum. Çok hoş bir öykü olmuş.Konuyu işleyişin, çocuğun çatışması, çözüme yarasa vasıtasıyla ulaşması, yarasa ile arasında oluşan bağ.Bunları iyi işlemişsin bence.Hikaye kafamda bir soru işareti yarattı. Finalde meydana gelen olayın sebebi karakterin kendisi miydi? Burası muğlak. Sanırım bu muğlaklığı bilerek bıraktın? Bilerek ya da bilmeyerek, bence güzel olmuş. Şahsen ben bunla alakalı karakterimizi sorumlu tuttum. Son olarak Betimlemelerin çok güzel. Gerçekten çok hoş. Nacizane bir tavsiyem olacak. Girişte iki paragraf dolusu betimlemeyle boğuşmak zorunda kaldım. Bence bu okuyanı biraz yorabilir. En azından benim için öyleydi.Bu şekilde yapmayıp, betimlemeleri genele yayman ve biraz daha seyrek kullanman, öykünü daha da zengin hale getirir diye düşünüyorum. Ellerine sağlık tekrar.
Merhaba.
Öncelikle teknik tavsiyeler için çok teşekkürler. Beğendiğine çok sevindim.
Zihnimizde dolanan körlemesine fısıltılar ve bu fısıltılarla attığımız, hayatımızı değiştiren adımlar, ayrılışlar, gidişler üzerine yazmak istedim. Bence bu fısıltılarla yol alan herkesin öyküsünün sonu belirsizliklere mahkum ve en önemlisi de geri dönüp baktıklarında asla bıraktıklarını eskisi gibi bulamazlar. Sanırım böyle bir şey. Saygılar, sevgiler.