Öykü

Lanetli Melodi

Kan gölcükleriyle “süslenmiş” odaya girdiğinde Dedektif Tahsin bir süre duraksadı, midesi ağzına gelmişti. Yutkunup birkaç saniye kapalı tuttuğu gözlerini yuvalarında birkaç tur döndürüp tekrar açtı ve dikkatli adımlarla odanın ortasına doğru ilerledi.

– İntihar mı? diye sordu odada tahlil yapmakla meşgul memura

Adam başını salladı.

Burnunu çekip tekrar odaya bakmaya başladı… Yatağın ortasında büzülmüş yatan birisi vardı. Burnunu biraz daha çekti, bugün tıkalıydı… Hava ne zaman değişkenlik içine girse, sinüsleri tıkanıyordu Dedektif Tahsin’in…

Gözlerini daha dikkatle gezdirmeye başladı. Bir türlü odaklanamıyordu olay yerine… Elindeki tabancaya bakılırsa intihar(?) aracı o olmalıydı. Kafasının sağ tarafında tilki kovuğundan hallice bir delik vardı… Yaklaştı Dedektif Tahsin…

Biraz inceledikten sonra kafasını kaldırıp memura döndü. Bir an evvel işini bitirmesini ve cesedin otopsiye verilmesini emredip odadan çıktı. Birkaç adım attıktan sonra geri döndü, başını kapıdan uzattı.

– Kim bulmuş cesedi? diye sordu
– Komşusu silah sesini duymuş, içeri girmeye çalışmış… Başaramayınca 112’yi aramış…

Dedektif Tahsin dalgınca başını sallayıp geri döndü.

Arabasıyla teşkilata giderken aklında birkaç ihtimal belirlemişti.

İntihar olmaması halinde iki seçenek vardı; ya komşu öldürmüştü ya da komşunun tanıdığı ve çok samimi olduğu birisi öldürmüştü… Ama olası bir katil, komşu ambulansa telefon ettiği sürede de daireden çıkıp kaçmış olabilirdi…

Saçlarını eliyle karıştırıp müziğin sesini açtı. Eski bir şarkının yeniden söylenmiş haliydi… Sevdiği şarkıların, yeni nesil popçuların dilinde sakız olmasını sevmezdi Dedektif Tahsin.

Eliyle düğmeyi çevirip başka radyo kanalı aradı… Saçma sapan şarkılar yüzünden daha da gerilmiş bir halde büroya varmıştı. Arabadan inerken saatine baktı. Ortağı Necip çoktan büroya girmiş ve geçen davanın raporunu çıkarmıştır…

Nitekim içeri girdiğinde beklediği manzarayla karşılaştı: Masasının üstünde imzasını bekleyen bir rapor ve Fantastik Futbol Takımı için güncellemeler yapan bir Necip. Öksürdü, Necip usta işi bir hamleyle hemen bir diğer sekmeyi açtı: Otopsi Teknikleri.

Gülümsemesini bastırarak masasına ilerledi. Uzmanlık sınavı için hazırlanan Necip için karışık hisler içindeydi. Öncelikle, çocuğu uzun süredir tanıyordu. Zeki, çevik ve disiplinliydi… Rapora şöyle bir göz attı, mavi kalemini cebinden çıkarıp imzasını atıp tekrar masaya bıraktı. Çocuğu yetiştirmişti adeta… Şimdi uzmanlık sınavına girip olursa başka büroya geçecekti… Başarılı olmasını istiyordu Dedektif Tahsin, bir yandan onun kadar iyi bir yardımcı bulamayacağını da biliyordu… Ortaklaşa aldıkları kahve makinasına gitti, suyu ısıtma düğmesine basıp raftan bir kahve aldı.

Farkında olmadan radyoda dinlediği şarkılardan birini mırıldanıyordu… Necip koltuğunda şöyle bir dönüp hayret içinde baktı dedektife.

– Abi, sen o şarkıları dinler miydin ya!

Dedektif Tahsin bir süre duraksadıktan ve durumun farkına vardıktan sonra galiz bir küfür savurdu.

– Radyonun yüzünden be Necip! diye açıklama getirdi sonra…
– Abi, sabah olay yerine gittin mi? diyerek konuyu değiştirdi Necip
– Gittim gittim…

Kahve makinası “tık” etmişti. Suyu alıp bardağa boşalttı. Dolaptan Necip’in her sabah gelirken alıp koyduğu poğaçalardan kendi payına düşen iki tanesini alıp masaya geçti. Tam bir tanesini ısıracakken yüzüne bakan Necip’i gördü. Poğaçayı masaya bırakıp ellerini hafifçe birbirine sürterek silkeledi. Biraz yutkunup farklı yerlere baktıktan sonra öksürerek boğazını temizledi.

– Ya komşu, ya intihar… diye homurdandı.

Necip düşünceli bakmaya başlamıştı… Tekrar önüne dönüp merkezin bilgi arşivine girdi.

– Ben komşuyu araştırayım o zaman. diye kısa bir açıklama yapıp arşivin içinde gezinmeye başladı

Dedektif Tahsin, baktığı olayları çok kısa sürede çözebilmesiyle ünlenmişti. Necip’in ısrarlı sorusunun sebebi buydu. Aklına gelen ilk seçenekler çoğunlukla doğru olurdu. Poğaçalar bittiğinde çağrı cihazında bir ışık yanmaya başlamıştı: Otopsi hazır olmalıydı.

Ayağa fırlayıp ceketini aldı, kahvesinden son yudumları alarak Necip’e araştırmasının sonuçlarını iletmesini isteyerek Dok’a doğru ilerlemeye başladı.

Dok, otopsi memuruna taktıkları isimdi. Genelde hep aynı yerde oluyordu, işleri düştüğünde aramalarından şikayetçi olmayan ender memurlardandı. Gerçek adını bile çoğu kişi bilmezdi. Dok büronun demirbaşlarındandı, isimsiz kahramanlardandı.

Odanın kapısını çalıp girdi içeri. Masada sabah gördüğü büzüşmüş ceset duruyordu. Biraz daha düzgünceydi.

– Evet, nedir durum? diye söze girdi Dedektif Tahsin
– Büyük ihtimalle intihar. diye cevapladı Dok

Elindeki neşterle silahın açtığı deliğin çevresini gösterdi.

– Bak, çok düzgün. Tereddüt yok. Eğer bir katil varsa uykuda vurmuş diyebilirim. Hiç hareket etmemiş tetik çekilirken…

Neşterin keskin olmayan tarafıyla kulakları işaret etti.

– Ama ilginç olan şey bu işte…

Dedektif Tahsin başını salladı.

– Dok, dikkatimi ilk çeken şey o oldu… Kulakları kesilmiş. Öldükten sonra mı, önce mi?

Dok bir süre Dedektif Tahsin’e baktı. Dudağını kemiriyordu. Derin bir nefes koyverip tekrar cesede baktı.

– Tahsin, bana sorarsan önce kesmiş. Raporun çıkmasını bekleyebilirsin tabii ama daha önce kesildiğini düşünüyorum. İlginç olan şey de bu; gene benzeri bir şey söz konusu. Tereddüt yok. Hatta, tekleme bile yok gibi görünüyor. Tek harekette…

Cümlesini tamamlarken eliyle de kendi kulağını kesiyormuş gibi yaptı, işaret parmağını tek hamlede kulağının üzerinden geçirdi. Dudağını büken dedektif, tekrar cesede baktı.

– Sana akşam ayrıntılı bir rapor iletirim Tahsin. diye kestirip attı Dok

Tahsin dalgınca başını sallayarak dışarı çıkmak için kapıya yöneldi.

– Tahsin! Bana bira sözün vardı?

Omzunun üzerinden geri bakıp gülümseyerek başını salladı.

– Tamam, bu dava bitsin, söz.

Dok elindeki neşterle birlikte elini yuvarlak hareketlerle salladı:

– Ohooo, kaç dava geçti be oğlum!

Dok’la muhabbet asla bitmezdi, Tahsin kısa kesip döndü ve eliyle “aman sen de” dercesine omzunun üzerinden bir hareket yaparak odadan çıktı. Her halükarda komşuyla görüşmek zorunda kalacaktı; niye geciktirsin?

Büronun kapısından başını uzattı. Necip geldiğini görmemişti.

– Podolski’yi alma takıma, bu hafta cezalı! diye seslendi Dedektif Tahsin

Necip telaşla sekme değiştirmeye çalışırken masasındaki bardağı devirdi. Sonra üzerine dökülmesin diye ayağa fırlamak zorunda kaldı. Komik bir görüntü oluşmuştu, dedektif de yüksek sesle gülmeye başlamıştı. Necip ise şaşkınlığını üzerinden atamamış halde Dedektif Tahsin’e bakarak çıkıştı:

– Abi oluyor mu böyle ya…
– E olmaz tabii… 4-3-1-2 oynatan teknik direktör mü kaldı len!

Hala fantastik futbol takımının ekranda açık olduğunu fark eden Necip dönüp hızlı bir şekilde monitörü kapattı. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra ikisi de gülmeye başlamıştı…

– Hazırlan, gidiyoruz… diye eliyle peşinden gelmesini işaret ederek çıkışa yöneldi dedektif.

Ceketini kapan Necip “Nereye gidiyoruz?” soruları eşliğinde arabaya bindi. El frenini indirip vitesi değiştirirken duraksayıp Necip’e baktı Tahsin.

– Davayı bitirmeye… diye kısa bir açıklama yapıp gaza bastı.

Cinayet mahallini de içeren, altı dairelik apartmana kısa sürede varmışlardı. Aracın içindeyken ceketinin cebinden birkaç dosya kağıdı çıkarıp hızlıca göz attı dedektif. Bunlar görevli memurların tutanaklarıydı. Bu tutanaklara göre sesi duyup ambulansı arayan komşu, 4. dairedeki Metin Özipek’ti.

Kapısını çaldıkları Metin Özipek, fazla bekletmeden kapıyı hafifçe aralamıştı. “Kimsiniz?” dercesine bakan Mehmet Bey, polis olduklarını öğrenince klasik “Sabah memur beylere de ifade verdik ama…” hayıflanmasıyla ikiliyi içeri buyur etti.

İçeride otururken ve Mehmet Bey’in ikram ettiği çayı içerken ikili bir yandan evi ve olası katillerini inceliyorlardı.

Mehmet Özipek kırklı yaşlarının sonlarında olmasına karşın hayli bakımlı, dinç ve derli toplu bir görüntü içindeydi. Parmağında yüzük yoktu, evli olmayabilirdi ama sevgilisi olma ihtimali hep göz önünde tutulmalıydı.

Evi tanımlamaları istenirse, Dedektif Tahsin’in de Necip’in de muhtemelen ilk kullanacağı kelime “sükunet” olurdu. İnsanı rahatsız edecek kadar derli topluydu ev.

– Sabah da anlattım, dün gece saat iki civarında bir ses duydum… Tabanca sesi olup olmadığından emin olamadığım için biraz ağırdan alarak Özkan Bey’in dairesine yanaştım. Bir süre sesleri dinlemeye çalıştım, takdir edersiniz ki o saatte hiç ses gelmedi. Merak edip kapıyı çok uzun süre çaldım, gene ses gelmeyince 112’yi aradım… Elimden başka bir şey gelmiyordu çünkü…

Susup önüne eğilerek çay tabağını bir süre parmağıyla oynattı. Necip, dedektife de bakarak göz onayı aldıktan sonra söze girdi:

– Özkan Bey’le ilişkiniz nasıldı? İyi tanır mıydınız?

Mehmet Özipek dalgınca gülümseyerek başını salladı.

– Özkan çok genç bir kardeşimizdi… Onu tüm apartmanca severdik. Bir ihtiyacı olduğunda yardımına koşardık hep…
– Son dönemde bir sıkıntısı var mıydı, intihara kadar gidebilecek? diye biraz da bezgince sordu Tahsin

Mehmet Bey kısa bir tereddüdün ardından başını onaylarcasına salladı.

– Hani, bilemiyorum ama… Birkaç ay önce ayrıldığı bir sevgilisi vardı… Uzun süre içine kapandı çocukcağız, çok boşladı her şeyi… En sonunda dayanamadık apartmandan Sabri Bey, ben, Hakan Abi çıkarttık bu çocuğu bir gece dışarı… İçtik içtik muhabbet ettik… Sonra biraz düzelir gibi oldu…

Dedektif, ortağına bakarak gözüyle işaret edip tüm ismi geçenleri not ettirdi.

– Peki Mehmet Bey, sağ olun yardımlarınız için… diyerek ayağa kalktı Dedektif Tahsin.

Tam kapıdan çıkacakken dönüp, birkaç saniye duraksayıp sordu dedektif:

– Mehmet Bey, siz ne iş yapıyorsunuz?

Mehmet Özipek birkaç saniyelik duraksamadan sonra dudağını hafifçe yalayıp cevap verdi:

– Müzisyenim ben dedektif…

Başını sallayarak tekrar teşekkür ederek vedalaştı Dedektif Tahsin.

Apartman girişine kadar inip kapıdaki zilleri inceledi. Hakan Altıparmak 6. dairede, Sabri Hersal da 2. dairedeydi.

2. dairenin kapısını uzun süre çaldılarsa da içeriden hiçbir şekilde cevap alamamışlardı. Altıncı daireye gittiklerinde kapının biraz aralık olduğunu fark ederek telaşlanan ikili, sakin ve usta bir şekilde kapıyı ittirerek ellerinde pek kullanmadıkları –ama herhangi bir ihtiyaç anında kullanmaktan zerre tereddüt etmeyecekleri- silahlarını kavrayarak içeri girdiler.

Dedektifin üçüncü “Hakan Bey?” seslenişine hırıltılı ve boğuk bir cevap gelince silahlarını geri kılıflarına sokup, tetikte bekleyerek içeri girdiler. Sallanan bir sandalyede oturan, yaşlı ve iki büklüm bir adamcağız meraklı gözlerle ikiliyi süzüyordu.

– Ben Dedektif Tahsin, bu da yardımcım Necip… Size birkaç soru sormak istiyoruz, müsait misiniz? diye lafa girdi dedektif.
– Efendim? Ne? diye kulağının arkasına perde yaparak kafasını uzattı Hakan Bey.

Tahsin dudağını yalayıp gözlerini hafifçe devirerek söylediklerini daha yüksek perdeden ve daha vurgulu tekrarladı. Adam başını sallayarak karşısındaki kanepeyi işaret etti oturmaları için.

– Öncelikle, kapınızın neden açık olduğunu sorsam Hakan Bey? diye aynı yükseklikte sordu Tahsin

Adamcağız gülümsedi.

– Ben, görebileceğiniz üzere, yaşlı bir adamım memur bey… Bakkala çakkala gidemiyorum… Apartmandakiler sağ olsunlar yardım ediyorlar. Getirdikleri şeyleri bana bağımlı olmadan içeri koyabilmeleri için hep açık tutarım kapımı…
– Ya hırsızlık? diye lafa karıştı Necip

Yaşlı adam başını hararetle iki yana salladı:

– Olmaz öyle şey, tanımadık insanlar apartmana giremez…

Tam kendilerinin nasıl girdiğini anlatacakken Necip’i durdurdu dedektif.

– Efendim, bu sabahki olayı duymuşsunuzdur…

Yaşlı adam yerinde hafifçe doğruldu.

– Ne oldu ki?

İkili birbirlerine hafifçe baktı.

– Sizin alt katınızdaki Özkan Bey, öldü veya öldürüldü…

Yaşlı adam şok olmuştu. Bir süre ağzı açık kalakaldı. Sonra bu durumun farkına varınca utanarak eliyle ağzını kapattı.

– Deme ya hu… Pek de gençti!

Başlarını sallayan Necip ve dedektif, bir süre adamcağızın kendine gelmesini beklediler.

– Sizin onunla ilgili bir bilginiz olabilir diye size geldik… İntihar etti ama biz öldürüldüğü ihtimalinin de üzerinde duruyoruz… Bir gariplik görüyor muydunuz?

Yaşlı adam bir süre durduktan sonra başını salladı.

– Hayır, garip bir şey yoktu… Bildiğim kadarıyla yani…

Birkaç dakika daha, mevcut bilinçsizliğin değişebileceği ihtimaliyle bekleyen ikili; durumun değişmeyeceğinden emin olunca ayaklandı.

– Peki o halde, kusura bakmayın, sizi rahatsız ettik…

Tam odadan çıkacakları anda ihtiyardan inleme ve hırıltı arası bir ses çıktı:

– Durun, durun… Bir şey anımsadım!

Dedektif Tahsin atik bir şekilde dönerek ihtiyarın dizinin dibine konuşlandı. Necip de not defterini çıkarmıştı.

– Bana gelmişti… Bir ay önce… Bir derdinden yakınmıştı…

Elini hafifçe kaldırıp işaret parmağını havaya doğrultmuştu yaşlı adam. Sanki görünmeyen bir tahtada beliren kelimelere parmağıyla tıklıyor ve onları söylüyor gibi bir hali vardı.

– Ayrıldığı kız arkadaşıyla ilgiliydi… Bir şarkı… Sürekli bir şarkıyı beyninin içinde duyduğunu söylemişti… Çok yıpranmış gibi duruyordu… Bir daha da görmedim zaten çocukcağızı…

Durdu, bitmişti. Dedektif Tahsin hayal kırıklığına uğramıştı.

– Amca, bu çok da garip değildi ama sağol, eminim bir şekilde işimize yarayacaktır. diye kinayeli bir ifade kullanarak ayağa kalktı.

Yaşlı adam bilgece gülümsüyordu. Başını dalgınca sallıyordu.

– Yoo, gayet de garip evlat… Gayet de garip…

Tahsin’in siniri atmaya başlamıştı ama belli etmiyordu. Belli belirsiz “İyi günler” dileyerek kapıya yönelmişti ki, yaşlı adamın söylediği cümleyle yerinde çakılı kalıverdi.

– Çocuk doğuştan sağırdı…

Başını hayretle döndürdü dedektif. Yaşlı adam, haklı çıkmasının gururuyla gülümsüyordu.

– Yani, doğuştan sağırdı ve bir melodi mi “duyuyordu”?

Yaşlı adam başını salladı.

Dedektif şaşkınca yardımcısına bakakalmıştı. Tekrardan iyi günler dileyerek evden çıktılar. Ofise dönerken ikisinin de ağzını bıçak açmamıştı…

Ofise girdikleri an çağrı cihazı öttü dedektifin. Yardımcısına, gün içinde bulamadıkları üçüncü apartman sakini hakkında bir şeyler bulup bulamayacağını araştırmasını istedikten sonra Dok’un yanına gitti.

Odadan girer girmez kendisine yeni bir kıta keşfetmişçesine bakan Dok’a bakmaya başladı.

– Adamım, bil bakalım şu senin delik deşik çocuk neymiş!
– Sağır… diye kestirip attı Tahsin.

Dok’un ağzı açık kalmıştı.

– Bu haksızlık seni piç… Bu bilgiyi ben verip seni şaşırtmalıydım! diye işi haylazlığa vurdu
– Dok, uzatma… İş biraz boka sarıyor, sen elindeki raporu ver ve herkes yoluna gitsin… diye adamın eline uzandı.
– Biram? diye sorarak kağıdı geri çekti Dok
– Bu cuma, iş çıkışı… diye kısa kesti Tahsin.

Ve kağıtları aldığı gibi dışarı çıktı. Koridorda hafifçe göz atıp ofise girmek üzere yönelmişti… Bir gariplik yoktu, bilinen tek hastalığı işitme engeliydi… Ofise girdi. Canı kahve istiyordu, hem de acilen!

Ancak tam su ısıtıcısına yönelmişken Necip’in seslenmesiyle bir süre bu arzusunu erteledi… Necip’in yanına vardığında ekranda çok eski bir haber kupürü vardı.

Türkiye’nin Gururu: Hakan Altıparmak”

Tüm metni okumaktansa yardımcısına baktı dedektif. Necip başını hafifçe sallayarak açıkladı:

– Hakan Altıparmak, işitme engellilerin duyması için yürüttüğü projesini Oxford’a sunmak üzere yarın İngiltere’ye uçuyor…
– Sene? diye sordu Tahsin, durum ilgisini bir hayli çekmişti
– 1967…

Derin bir nefes alıp sıkıntıyla koyuverdi dedektif. Yardımcısıyla göz göze geldiler, ne düşündüğünü soruyormuşçasına gözünü kırptı Tahsin. Necip yutkundu, bir şey demeden başka bir sekme açtı.

Talihsiz Kaza”

– İstanbul Beylikdüzü’nde genç çocuk evinden bakkala giderken belediyenin açtığı çukura düştü… Son anda boğulmaktan kurtarılan çocuğun çarpmanın şiddetiyle işitme yetisini yitirdiği öğrenildi. Baba Murat Hersal, oğlunun hakkını gerekirse AİHM’de arayacaklarını ifade etti…

Dedektif hayretle monitöre yöneldi.

– Murat Hersal… Sabri Hersal’ın babası mı? Sene kaç?
– 1982…
– Oğlum, burnuma pis kokular geliyor… diye homurdandı Tahsin.

Bir süre sessizce monitörde açık olan kupürler arasında geçiş yaptılar. Duyulan tek ses fareye Necip’in tıklatmalarıydı… Tahsin bir müddet geri çekilip pencereden dışarı baktı… Aniden dönüp:

– Kız arkadaşı vardı… Onunla muhakkak görüşmemiz lazım… diye homurdandı.
– Nasıl bulacağız abi, tekrar o apartmana mı gidelim? diyerek aklındaki soruyu dillendirdi Necip
– Telefonu uzatsana…

Elini uzatıp telefonu aldı dedektif ve birkaç numarayı tuşladı… Görevli memurdan sabahki olay yerinin komşusunun numarasını alıp, tekrar birkaç numara tuşladı…

– Alo, Mehmet Bey… İyi günler, ben Dedektif Tahsin… Şu, bahsettiğiniz kız arkadaşın adı neydi? Evet evet Özkan Bey’in… Tamam, teşekkürler.

Telefonu kapattıktan sonra Necip’e not defterini çıkartmasını işaret etti.

– Yaz oğlum, Ayla Şen… Araştırmaya da başla, ben bir saate kadar geleceğim…

Necip sessizce başını sallayarak tekrar bilgisayara döndü. Bir iş verildi mi, sonuna kadar yapardı… O yüzden gözünü arkada bırakmadan gidebilirdi Dedektif Tahsin. Saat akşam üstüne yaklaşıyordu, birazdan bir yemek molası veren Necip tekrar araştırmaya dönerdi…

Genelde sinirleri bozulduğunda tek bir yere giderdi. Kimsenin haberi olmazdı… Gene öyle yapmış ve Balıkçı Nevzat’a gelmişti… Nevzat yaşı ilerlese de sık sık dalgalı denizde sandalıyla balık avladığından olsa gerek dinç görünen bir balıkçıydı. Kabarık beyaz sakalları ve yaz kış çıkarmadığı mavi beresiyle tam bir semboldü…

Dükkanda gene kimse yoktu, ki Balıkçı Nevzat çok popüler bir lokanta işletmiyordu zaten! Birkaç müptelası vardı, o kadar. Yaşlı adama yetiyor da artıyordu… Gene sipariş vermesine gerek kalmadan Nevzat balıkları kızartıp masasına getirmiş, leziz bir de salata tabağını eklemişti menüsüne… Sonra karşısına da oturup bir sigara çekti cebinden. Tahsin’in sigara içmediğini bildiği için sormuyordu…

Arkada açık olan televizyonun eşliğinde koyu bir sohbete giriştiler. Tahsin, son davasıyla ilgili bazı şeyleri anlatırken yaşlı balıkçının da kendisiyle aynı şekilde şaşırdığını görünce biraz olsun rahatlamıştı.

Anlatması bitince, sırtını yaslayıp önündeki balığın kılçıklarını çatalıyla ayıklamayı sürdürdü Tahsin. Balıkçı Nevzat da sırtını yaslamış, şaşkınlıktan sus pus olmuştu…

– Şimdiye dek böyle bir şey hiç duymadım Tahsin! Saçmalık desem, diyemem… Neler neler gördük, biliyorsun…

Balıkçı Nevzat eski bir özel harekatçıydı. Bir teknik takip aşamasında davasına yanlışlıkla dahil olan Dedektif Tahsin’le biraz “kötü” bir tanışma süreci yaşamışlarsa da kısa sürede başka davalar için birbirlerine fikir alışverişi yapmışlardı.

Tahsin’in davalarında şaşırtıcı bir şekilde doğaüstü unsurlar çok oluyordu… Nevzat sıklıkla bu duruma dikkat çekip imalı imalı göz kırpar ve delinin deliyi görünce şapkasını sakladığından, belanın belayı çektiğine dair nice kelamlar sarf ederdi…

– İşitme engelli, hem de doğuştan! Bir de melodi duyduğu için kulaklarını kesiyor demek… Dostum, dizlerine kadar battın… diyerek yanındaki boşalan bardağa tekrar su döktü ve su grimsi bir renk aldı.

Eliyle susmasını işaret etti dedektif.

– Kumanda… Kumanda nerede? diye telaşla bağırarak iki büklüm doğruldu

Balıkçı Nevzat bu ani değişikliğe şaşırmıştı, eliyle yan masaya uzanıp kumandayı alarak dedektife uzattı. Televizyonun sesi açılınca da merakla dönüp televizyona baktı. Bir yangın haberiydi…

– Orospu çocukları… diye mırıldandı Tahsin. Bu o, o apartman Nevzat…

Daha dikkatli baktığında, bu apartmanın yemeğin başından beri konuştukları davanın tam göbeğindeki apartman olduğunu anladı… “Tahsin ve üstün betimleme yeteneği…” diye içinden geçirdi. Bu sırada Tahsin sandalyeye astığı ceketini almış, dışarı yönelmişti.

– Dur dur, ben de geleyim seninle… diyerek doğruldu ve aceleyle ışıkları, televizyonu ve lokantayı kapattı Nevzat.
– Abi ne gerek vardı şimdi… diye çıkışsa da, aslında keyif almıştı bu öneriden Tahsin.

Necip gibi bir toydan ziyade Nevzat’la dava yürütmeyi tercih ederdi. Tam o esnada telefonu çalmaya başladı Tahsin’in, ekranda “Necip” yazısını görünce bir müddet irkildi dedektif. Ama sersemliği çabuk üzerinden atıp telaşlı bir “Alo!” efektiyle açtı telefonu.

– Abi, şimdi yanımda Ayla Hanım var, apartmana doğru geliyoruz… diye hızlı hızlı konuştu Necip
– Apartman mı? diyerek şaşkınlığını belli etti Tahsin
– Evet abi, haberleri izlediğini düşündüm… Yangın var sabahki apartmanda… Çabuk gel! Diyerek hevesle cevapladı
– Biliyorum Necip, ben de oraya geliyordum… Şaşırdım sadece… Görüşürüz birazdan.

Telefonu kapatıp cebine attı. Birkaç saniye sonra tekrar çalmaya başlayınca sinirle açtı. Ancak telefonun ucundaki Necip değildi.

– Tahsin, büroya gel. Davadan alındın…

Bu kuru ve itici ses Müdür’ün sesiydi. Müdür, Tahsin’den sonra emniyete getirilmiş; “öbürleri” diye nitelendirdiği güruhun temsilcilerindendi. Adını bile sormamış, sadece “Müdür” olarak bilmişti. Çoğu davada takışırlar, zıtlaşırlar ve Müdür’ün engelleriyle de mücadele etmek zorunda kalırdı Tahsin.

Telefonu, tek kelime etmeden kapatıp direksiyonu yumrukladı. Yüzü asılmıştı. Nevzat’ın dikkatinden kaçmamıştı bu durum. Yine de, tecrübesi gereği, Tahsin sakinleşene kadar pek bir şey sormadı. Birkaç dakika sonra Tahsin’in soluk düzeni eski haline dönünce “Hayırdır?” diye laf attı.

– Müdür, abi. Davadan aldı beni. Bir gün cinnet geçirip bürodaki herkesi öldüreceğim, sonra dava dosyalarını alıp Müdür’ün…

Nevzat gülümseyerek lafını kesti Tahsin’in.

– Tamam, sakin ol… Planı değiştirelim. Muhtemelen Necip’i davadan almazlar. O çok dikkat çeker. Ama senin Necip’le diyaloğunu da olabildiğince engelleyeceklerdir… O yüzden, sen benimle iletişim kur… Ben de Necip’le. Hatta ben de elimden geldiğince yardımcı olurum…

Tahsin bıyık altından gülerek direksiyonu hafifçe büroya doğru kırdı.

– Özledin değil mi eski günleri Nevzat? Sana bırakma diye az mı dil döktük… Bok vardı bıraktın…
– Bırakmasak Müdür gibilerle uğraşacaktık Tahsinim… Yapacak bir şey yok.

Tahsin cevap veremedi. Beş dakika sonra büroya varmıştı. Arabadan indi, direksiyona Nevzat geçti. Adresi tarif ederek Müdür’e gitmek üzere girişe yöneldi…

Nevzat direksiyonu apartmana giden yollarda döndürürken derin derin düşünüyordu. Tahsin davadan alındığına göre bu işin içinde “öbürleri”nin oluşu garantiydi. Ama neden… Ne olabilirdi?

Telefonu çalınca daldığı düşüncelerden sıyrıldı. Tanımadığı bir numaranın aradığı çok vaki değildi, şaşırarak açtıysa da telefonu; hattın diğer ucunda Necip vardı.

– Abi, bu Ayla Hanım’ın telefonu. Bu güvenli diye düşündük, geliyor musun buraya?

Geldiğini, beş dakikaya kadar da varacağını söyleyerek kapattı telefonu Nevzat.

Necip’in büroya ilk geldiği günleri biliyordu, çok küçümsemişlerdi çocuğu… Sonra hırslı çıkmıştı! Şimdi bir de uzmanlık sınavına girecekti… Gülümsedi Nevzat. Kendi ilk zamanlarını düşünüyordu. İtfaiye sirenleri kulağını delecek kadar yakından gelince dikkatini çevresine verdi. İleride bir kadın ve bir adam sırtı dönük duruyordu, onlara doğru sürdüğü araba iyice yaklaşınca ikili döndü; doğru tahmindi.

Necip koşarak geldi ve kapıyı açtı.

– Abi, Ayla Hanım’ı güvenli bir yere götür… Seni burada görmesinler…
– Tamam, lokantaya gel işin bitince… Arama, çağrı bile bırakma. Sadece gel… diye cevaplayıp kadının arabaya binmesini bekledi Nevzat.

Kadın gelip ön koltuğa oturdu ve araba inleyerek U dönüşü yaptı…

Necip dudaklarını ısırarak itfaiye ekibine döndü. Hala binaya su sıkıyorlardı. Bir tanesine yaklaştı.

– Ben Cinayet Büro’dan Necip… Birkaç soru sormak istiyorum, mümkün mü? diye kimliğini adamın görebileceği şekilde kaldırıp cebine soktu.

İtfaiyeci boştaydı, başını salladı. Yine de gözleri apartmandaydı hala.

– Yangın neden çıkmış olabilir? diye sorarken not defterini çıkarttı.
– Şu an bir şey söylemek zor ama ilk patlama ile ikinci patlama arasında çok uzun bir süre olmadığı için kimyasal atıklar ilk ihtimal… Birbirini körükleyebilecek şeyler de olabilir… Şu an daha çok erken… Ama çok güçlü bir ilk patlama olduğu aşikar… diye kesik kesik konuştu itfaiyeci

Necip düşünceli bir şekilde başını salladı. İtfaiyeci birden hareketlenerek boşta duran bir diğerine doğru bağırdı. Necip anlamamıştı, itfaiyecinin koluna dokunup ne olduğunu sordu.

– Yukarıda biri var… Düşecek! diye bağırdı itfaiyeci

İtfaiye arabasından bir branda alıp diğer itfaiyeciyle gerdiler. Necip kendisini huzursuz hissederek boştaki uçlarından birisini tuttu brandanın ve iyice gerilen brandanın başında, yukarıdaki karartıya doğru bakmaya başladılar.

Asırlar gibi geçen beş dakika sonunda yukarıdaki karartının boşlukta süzüldüğünü görür gibi oldular… Ve beklemedikleri bir anda brandaya sert bir düşüş yapan karartıya hayretle bakakaldılar.

Necip ilk bakışta tanımıştı; bu Hakan Altıparmak’tı. İhtiyar zorlukla nefes alıyordu ve düşüşün etkisiyle bir hayli sersemlemiş gibiydi… İtfaiyeci eğilip bazı tetkikler yaptıktan sonra kenarda bekleyen ambulansa işaret etti, iki ilk yardımcı gelerek sedyeye koydukları Hakan Altıparmak’ı götürdüler.

Necip kararsız kalmıştı, Hakan Altıparmak’ın ifadesini alamayacağı aşikardı. Ama ne yapacaktı? Burada mı beklemeliydi, yoksa restorana mı gitmeliydi? Bir süre düşündükten sonra itfaiyeciye kartını uzattı.

– Bir gelişme olursa beni ara, muhakkak! dediği sertçe bir vedadan sonra arabasına binip restorana doğru gazladı.

Restorana vardığında dışarıdaki arabayı görmese, kimsenin olmadığını düşünebilirdi. Perdeleri sıkı sıkıya çekili, içinde belli belirsiz bir ışık olan balıkçı restoranına baktı uzaktan. Anlaşılmaması için arabayı sokağın başına park edip koşar adımlarla restorana ilerledi. Kapıyı Dedektif Tahsin açmıştı… Buna şaşırdıysa da belli etmedi Necip ve içeri girdi. Nevzat, Ayla ve üçüncü boş sandalyenin sahibi Tahsin bir masada oturup kahve içiyor olmalıydılar… Necip, bu kadar soğukkanlı olmalarına şaşırarak apartmanı ve Hakan Altıparmak’ı anlattı… Beklediği şaşkınlık naralarını duyamamış olmaktan dolayı hayretler içindeydi…

Dedektif, kahvesinden birkaç yudum daha alarak Ayla’ya baktı. Ayla dudağını kemiriyordu…

– Ben gizli polisim… diye söze girdi.

Necip’in şaşkınlığı artmıştı.

– Ve bu apartmandaki olayları üç aydır takip ediyorduk… Yapılan her şeyden haberimiz var… Ve emin ol, bu olay tablonun bütününe yansıdığında devede kulak kalıyor!

Bilgiç bir edayla, dalgınca gülümseyerek kahvesinden birkaç yudum aldı.

– Ama tesadüfen girmiştim bu olayların ortasına… Biz Özkan ile üniversiteden arkadaştık, flört etmeye başladığımızda ve bazen evine gidip geldiğimde apartmandakilerle tanıştım… Benim gizli polis olduğumu Özkan bile bilmiyordu, onlar da anlamamıştı tabii… Yaptıkları deneyleri, sonuçlarını, ilerlemelerini… Hepsini not ediyordum. Evlerine gizlice girip çıkarak bu delilleri topladığım için de tabii ki hepsi geçersizdi… Ama açıklarını bekliyordum… Tam açık verdiklerini düşündüğüm sırada, bir şeyler ters gitti ve Özkan… Delirdi.

Susup burukça bakındı. Bu hatıranın ona acı verdiği çok belliydi.

– Ayrıldıktan sonra oldu hepsi… İşitme sorununu kafaya taktı durdu… Oysa ben biraz da apartmanı uzaktan gözleyebilmek için aramızda mesafe koymuştum Özkan’la…

Bunları söylerken gözlerinden ufak damlacıklar süzülüyordu.

– Siz aslında bağlantıyı zaten çözmüşsünüz… Sabri Hersal için yürütülen deneyde Özkan’ı denek olarak kullandılar. Hakan Altıparmak’ın da suçlu olduğuna inanmıyorum… Adam uyurken evinden dosyaları çaldıklarını çok gördüm…

Necip merakla atıldı:

– Ne tür dosyalar?
– Hakan Altıparmak, biliyorsun, bir bilim adamı. Yaptıkları kadar yapmadıkları da çok… Ve yapmadıklarının projeleri… Hepsi arşivli… Ayrıntılı bir şekilde hem de… E, yemek tarifini verdikten sonra yemeği pişiremeyecek insan sayısı da azdır… Diğerlerinin işi oldukça kolaylaşıyordu…
– Kaç kişi bunlar? diye lafa girdi Nevzat
– “Bunlar”dan kastının ne olduğuna bağlı! diye kestirip attı Ayla.

Bir süre sessizlik oldu. Herkes kafasındakileri iyice netleştirmeye çalışıyordu.

– “Öbürleri”ne bağlı çalışıyorlar… Mehmet Özipek’in resmi olmayan bağlantıları olduğunu adım gibi biliyorum…

Her şey netleşmişti.

– Peki bu melodi olayı nedir tam olarak? diye sordu merakla Tahsin.
– Bir çip yerleştiriyorlar, tam buraya…

Bunu söylerken sol eliyle hafifçe saçlarını kaldırıp beyaz ensesinin tam ortasını işaret etti. Ve sözlerini sürdürdü Ayla:

– Sonra bazı sinyaller gönderiyorlar… Şimdilik duymanı değil, sadece duyduğunu sanmanı sağlıyorlar. Bu kısmı çözemedim henüz, ama bazı matematiksel formüllerle boğuştuklarına şahidim…
– Yine de garip! diye homurdandı Nevzat
– Evet! Üstelik bu tarz bir çiple neler yapabildiklerine inanamazsın. Bilinç altına yolladıkları sinyallerle rüyalarını bile belirleyebiliyorlar…

Herkes daha da şaşırmıştı. Suskunluk çöktü restoranta…

– Abi, davayı nasıl sürdüreceğim? diye sıkıntılı bir edayla Tahsin’e sordu Necip

Tahsin hala düşünüyordu… Soruyu bir kez daha tekrarlayınca Necip, daldığı düşüncelerden sıyrıldı.

– Valla, bu işin arkasında “öbürleri” varsa, kesinlikle kendiliğinden kapanır dava… diye homurdandı

Masadakiler sessizce başlarını salladı. Bir süre daha muhabbet ettikten sonra vaktin iyice geç oluşu herkesi evine gitmeye zorladı… Sabahsa, telefon trafiği nedeniyle çok erken uyanacaktı Necip.

İlk gelen telefon, saat 06.45’teydi. Hakan Altıparmak’ın hastanede hayatını kaybettiği bilgisi verildi… Necip biraz doğruldu, geri yatacakken tekrar telefon çaldı. Saat 07.00’ı gösteriyordu ve davayla ilgili olarak, apartman yangınının tüp kaçağından çıktığı bilgisi veriliyordu. Şüpheli bir durum olmadığının altı, ısrarla çizilmişti. Teşekkür eden Necip, bu kez kalkmaya niyetlenmişti ki, 07.20’de son kez çalan telefonla geri yattı.

Apartmandaki diğer sakinlerden Sabri Hersal ve Mehmet Özipek’in bir jiple otoyolda bariyerlere çarparak kaza yaptıkları, ambulansla götürülürken de hayatlarını kaybettikleri bilgisi verilmişti…

Tam uykuya dalarken dedektifin sözleri kulağında çınladı; “Bu işin arkasında “öbürleri” varsa, kesinlikle kendiliğinden kapanır dava…”

Nitekim kapanmıştı…

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de cumartesi günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü.* Yedi romanı yayımlandı, on kolektif kitapta yer aldı. Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

Lanetli Melodi” için 22 Yorum Var

  1. Bu öykünün ilk yorumu benden olsun. İlk paragrafatan itibaren çok sürükleyici buldum. Kurgusunu da, anlatım tarzınızı da. Cümleleriniz insanı yormuyor, kim kimin nesiydi, o olaydan nereden çıkmıştı falan diye de kafa karıştırmamışsınız. Gayet net ve duru. Tebrik ederim. Biraz daha uzatılsa romana dönüşebilecek tarzda bir hikaye olmuş bence. Fakat takılmadığım birkaç yer de olmadı değil. Üç nokta konusu mesela. Lisedeyken yazdığım her kompozisyon, deneme, hikaye vs. yazılarında ben de bol bol üç nokta kullanırdım. Edebiyat öğretmenim ise bitirilmiş ve yargısı belli cümlelerimin sonuna eklediğim üç noktanın gereksiz olduğunu söylerdi. Bu belki basit bir ayrıntı, ama belirtmek istedim. Ukalalık olarak algılamayın lütfen. Özellkile konuşma kısımlarında her cümlenin sonuna eklediğiniz üç noktanın çok da gerekli olmadığını düşünüyorum.

    1. Merhabalar.

      Açıkcası öykünün net ve duru oluşu bir polisiye için bulunmaz nimet olsa gerek, böyle düşünmeniz beni çok mutlu etti. Üç nokta konusunda ise haklısınız, çoğu dostumun “Üç nokta koyacaksan bize e-posta yollama” diyebileceği kadar takıntılıyım üç noktaya… (Bak yine)

      Bunu azaltma adına güzel bir uyarı oldu ve hayır, niye ukalalık olarak göreyim. Bu tarz seçkilere öykü gönderiyorsak her türlü yorumu kabullenebilecek düzeyde olmalıyız diye düşünmüşümdür daima..

      Okuduğunuz ve yorumladığınız için sonsuz teşekkürler, darısı diğer seçkilere 🙂

      1. Doğrusu, ‘üç nokta’ konusu beni o kadar da rahatsız etmedi. Ben de çoğu öykümde üç noktayı kullanırım ve bazen aşırıya kaçtığımı düşünsem de öyküde daha ‘dramatik’ bir hava yarattığını düşünüyorum. 🙂

  2. İlk bir kaç paragrafı okuduğumda; ‘acaba melodiye nasıl bağlayacak’ diye düşünüyordum.
    Gerçekten güzel bir öykü olmuş. Biraz daha uzatsaymışsınız, ikinci dedektiflik romanınızı da – 🙂 – bu konudan oluşturabilirmişsin 😛
    Sanırım CSI:NY hepimizi büyülemiş?? 😀
    “Dok” karakterine bayıldım!

    1. Ah, teşekkürler 🙂

      Ayrıca, sanırım Dedektif Tahsin ve yardımcısı Necip’i başka yerlerde görebileceğiz ileride, sanki uzun ömürlü gibiler, hı? 🙂

  3. Her ne kadar sonu açık uçlu bırakılmış olsa da (evet, bitmemiş öykülere gıcığım var) oldukça beğendiğimi söylemem gerek. Bir tek şey dışında keyifle okudum, üç nokta işaretleri… Daha önce “bir başka” hikayende de değindiğim gibi bu kötü bir alışkanlık ve amatörce görünüyor. Bundan vazgeçmeni şiddetle tavsiye ediyorum. Sadece yüklemle kapanmamış cümlelerde kullanman doğru olacaktı.

    Bu ufak ayrıntıyı bir kenara bırakırsak oluşturduğun kurguyu beğendim. Tahsin, Necip, Dok ve Nevzat’tan oluşan bu ekibi ve Öbürleri fikrini de… (üç noktaya verilen bilinçsiz bir örnek 🙂 ) Şurası kesin; Tahsin ve Necip’in yeni maceralarını görmek ilginç olacak.

    Son olarak; 4-1-3-2’den şaşma 🙂

    1. Hocam selamlar, üç nokta koyan ellerim kırılsın diyerek dramatik bir anaç giriş yapmak istedim yorumuna cevaben. Şaka şaka. Tamam, not alındı; dikkat edilecek artık!

      Ayrıca, son nasıl açık uçlu bırakılmış ya :/ Gayet kapattım :/ Dava kapandı işte… :/

      Dok için bir arkadaş daha beğeni ifade etti, sanırım otopsi tekniklerini iyice öğrenmem gerekecek :p Ayrıca, umarım diğer maceraları da beğenirsin 🙂

      4-1-3-2 iyidir ama 4-3-3 daha çok gol getirir! 🙂

      1. Dava kapandı kapanmasına ama açıklıklar var işte ortada 🙂 Mesela deneyi yapan grubun asıl amacı neydi? Sadece sağırlığı engellemek değil, başka bir şeyin peşinde oldukları açık. Ama ne?

        Sonra Öbürleri bu işe neden el attı? Ve kim bunlar? Bir nevi Mystere’deki “Kara Adamlar” mı yoksa daha mı farklı bir organizasyon?

          1. Cevap veriyorum 🙂 Kalmaz tabi. Sorun şu; sen hikayeyi yazarken sürüp gidecek bir kurgu olarak düşünüyorsun, biz ise okurken tamamlanmasını bekliyoruz. Demek ki sonunu merak ettirecek kadar iyi bir şey koymuşsun ortaya 🙂 Ve hayır, sonunun kötü olduğunu düşünmüyorum. Sadece daha fazlasını görmek istiyor bünye. Sevgiler…

  4. Kurgu muhteşem, betimlemeler süper, üç noktaların yerleri keza… Ama son… Birçok öykünüzden iyi gerçi. Yine de bilmiyorum ama bence şu son yazma olayına biraz daha ağırlık verseniz… Kusura bakmayın ne zaman öykülerinizden birisine bir yorum yapsam sonlarınızı eleştiriyorum; ama bence bu kadar güzel bir üsluptan sonra sonun -kendimce- yetersizliği size bunu belirtme gereğini duymama neden oluyor. Kolay gelsin… Bu arada kitabınızı en uygun zamanda alıp okuyacağım.

    1. Evet sizin yorumlarda sonlara dair eleştiriler var ama buna katılmıyorum. Özellikle bu öyküde, hiç katılamıyorum zira öyküyü bir dizi bölümü olarak izlediğinizi düşünün öncelikle. Böyle bir son yeterince makul kaçardı kannımca. Siz olsanız, bu öyküyü nasıl bitirirdiniz peki?

      Ya da genel olarak, bir son nasıl olmalı cidden?

  5. Kurgu iyi, üslup sade, olayların akışı ise çok hızlı… Ama bu hıza rağmen olaylar ve ipuçları kendini hissettiriyor, okuyucu hiçbir şeyi kaçırmıyor. Bu açıdan güzel. Polisiye bir öyküde böyle fantastik deneylere yer vermek ise ayrı bir etkileyici.
    Üç nokta hataları pek sorun olmadı benim için.
    Yalnız, bir Türk polisine “dedektif” diye hitap etmek biraz absürt geldi bana. Umarım beni yanlış anlamazsınız, amacım sadece bana pek doğru gelmediğini belirtmek. Zaten bunun haricinde taş gibi bir öykü. Tebrikler…

    1. Yoo, yanlış anlamadım katiyen, ama gelecek bölümlerde anlaşılacağı üzere Dedektif Tahsin, resmi bir polis değil 🙂 Bir özel dedektif.

  6. Sonlar kurgusal olarak sizin kendi tercihiniz. Ama lap diye bitmesi benim sorun ettiğim. Bir hazırlık yok. “Abi işte sabah kalktım. Yumurta yedim, süt içtim. Süt içmek süper. Adamın birisi bana çarptı. Sonra gün bitti uyudum işte…” gibi gelişiyor öyküleriniz benim fikrimce…

  7. Kısa özet: Öykü hoş olmuş 🙂

    Detay: Açıkçası gün geçtikçe yazdığın öykülerden daha bir keyif almaya başlıyorum. Özellikle ikinci yıl temasındaki öykünden sonra, bu yeni seri ilaç gibi geldi. Ben her zaman söylediğim gibi bir kurguda ilk olarak sürükleyiciliğe ve anlatım tarzının sadeliğine-kolaylığına bakıyorum. Çünkü senin kurgun ne kadar mükemmel ne kadar akıl dışı, ne kadar kendine özgü olsa da, bunu gerekli bir akıcılıkta anlatamayıp, okurların gözünde canlandıramadın mı pek bir manası kalmıyor. Buna nazaran basit bir kurguyu sadece ama etkili cümlelerle süsleyip sanki çok mühimmiş gibi, gerekli akıcılığı da katıp, sunabilirsin ve inanılmaz övgü alır.

    Burada ise sürükleyicilik de çok iyi, yeni başlayan polisiye serimizin karakterleri de sağlam. Uzun diye ilk başta okumaya ara versem de çabucak bitti öykü. Sanıyorum devamında neler olacağını hep birlikte göreceğiz.

    Sonuç: Ellerine sağlık 🙂

    1. “Yeni seri” demişken, kül serisini tamamen unuttuğumu fark ettim Kaptan. Ne yapsak, en kısa zamanda dönsek mi o aleme 🙂

      Övgüler için teşekkürler, senin öyküleri okumayalı uzun zaman oldu!

  8. daha çok bir romanın giriş bölümü tadında olmuş hikaye. yalnız bazı noktalarda mantık hataları var. bunun sebebi de konuya tam hakim olamayışınızdan kaynaklı diye düşünüyorum. nevzat ın eski bir özel harekatçı olduğunu biliyoruz ama nevzat büro da falan çalışıyor, teknik takip yapıyor. özel harekatçılar operasyonel birliklere tabidir yani teknikten çok taktikle meşguldürler. bir ikincisi ceset bulunduktan hemen sonra tahsin dedektif olay yerinden büroya ne kadar zamanda dönüyor? kısa bir süre olduğu radyoda çalan abuk subuk şarkılar arasında gezerken büroya varmasından anlaşıylıyor. bu kadar kısa sürede bir cesedin -ki savcı gelip olay yerini inceleyip tutanak hazırlattırmadan cesede dokunulmaz ve kesinlikle morga vs yerlere gönderilemez. bu kadar kısa sürede, tahlil yapan memurun işini bitirip cesedin morga taşınması ve yüzeysel de olsa otopsi yapılması imkansızdır. ve son olarak doğuştan sağır insanların rüyalarına bile müdahale edebilecek kadar teknolojik çip yapabilen insanların bu kadar özensiz ve güvenlikten yoksun olması dikkatimi çekti. yani gizli polisin evlere girip çıkması vs vs. kim böyle bir işi bir apartmanda yapar?

    konu ve anlatımı güzel ancak teknik detaylar yanlış ve yetrsiz. sanırım zaman darlığından kaynaklanan bir problem bu. yeterince araştırılmamış bu konular.

    1. Selamlar, sonunda beklediğim ayarda eleştiriler geldi, evet, zaman konusu araştırmayı baltalayan bir etmen… Benimle iletişim kurabilirseniz size bazı sorular sormak istiyorum. (E-posta adresim web sitemde var)

  9. Genelde edebiyat sitelerinde yorum penceresi pek bulunmaz, burada bulunduğunu görünce görüşlerimi yazmak istedim. İlk sırada olduğunuz için de önce sizi okudum. Yukarıdaki yorumlara da baktım ve öykünüzün doğru biçimde eleştirilmediği kanısı uyandı bende. Noktalama işaretleri redaksiyonla ilgili bir olay mesela, basım aşamasında düzeltilebilir. Ben oraya pek takılmadım. Ayrıca öykülerde okurun gözüne sokulan keskin bir son beklentisini de yersiz bir takıntı olarak görüyorum. Edebiyat tarihindeki ustaların çoğu öyküsünün sonu da ucu açık biter, sanki o noktadan sonra da öykü bizim dışımızda devam edecekmiş gibi gelir insana. Mesela Çehov öykülerinin çoğu böyledir, hayat karşısında kıstırılmış insanın varoluş çabasını anlatır Çehov öyküleri. Sadece öykülerde değil, sanki bittikten sonra da bizim bilmediğimiz bir yerlerde sürecekmiş hissini veren nice roman da vardır edebiyat tarihinde. Dolayısıyla bir metni başlangıç, gelişme, sonuç gibi kuru ve yavan bir şablona indirgeyemeyiz. Bu belki lise edebiyat derslerinde başvurulan bir yaklaşım ama o derslerin de insanları edebiyattan soğutmaktan başka bir işlevi olmadığını zaten biliyoruz. Benim eleştirim daha radikal olacak izninizle, kuşkusuz ki varolmayanı kurgulayan her metin bir zihinsel emek ister, öncelikle bu emeğinize sonsuz saygı duyduğumu belirtmek isterim. Fakat dürüst olmak gerekirse, öykünüzde insanı yoran bir ardışıklık var, herşey çok doğrusal bir çizgide ilerliyor. Evet, bir olay anlatılıyor, ama sadece anlatılıyor. Bir metnin edebiyat tadı vermesi için bundan fazlasına ihtiyaç var ne yazık ki. Ayrıca, son zamanlarda sayıları hızla artan ve hepsi birbirinin benzeri olan polis dizilerinin etkisini hissettim metninizde. Bilirim, bir sanatçı eserini sahiplenir, üzerinde emek vermiştir. Bu yüzden onun hakkında hep güzel şeyler söylenmesini ister. Ben sevimsiz olmayı göze alarak eleştirimi yapmayı ve size bu yönde katkıda bulunmayı uygun gördüm. Çok ünlü yazarların bile beğeneni olduğu kadar beğenmeyeni de vardır, böyle düşündüğünüzde beni de hoş görürsünüz umarım. Emeğinize sağlık.

    1. Bu yorumu yeni gördüm ve size kesinlikle hak verdim. Karakterlerin işlerinin zorlaşması elbette ki okuyucunun da yazarın da işine gelen bir durumdur. Fakat vaktimin kısıtlılığı ve öykü seçkisine çok uzun (daha uzun diyeyim) bir öykü yollamama isteğim nedeniyle durumu biraz “kısa kestim”.

  10. Sonların nasıl olacağı tamamen yazarın tasarrufundadır zaten; ama benim eleştirdiğim şey sonun açık uçlu bitmesi falan değil. Bazı yazarların sona gidildikçe üsluplarını sallapatileştirmeleri.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *