Matematik öğretmenim Sevim Öztürk’e ve edebiyat öğretmenim Burhanettin Düzçay’a…
“Nasıl bu kadar başarılı oldunuz?”
Bu sözler, henüz çok genç olmasına rağmen her ay bir milyon liradan fazla para kazanan Sarp Tağan’ın en alışık olduğu sözlerdi. Her konuşmasının ardından sorulan, onu tanıyan herkesin aklında olan soru. Başka şekiller de almıştı zaman içinde: “Başarınızı neye borçlusunuz?”, “Diğer insanlardan farklı yaptığınız şey nedir?”… Sarp bu soruların cevaplarını hiç bir zaman bilemedi, doğal olarak cevaplar da daima değişti: “Ailem beni hep destekledi”, “Kendi kendimi yarattım”, “Çalışarak” ve ya en azından: “Şanslıydım.”.
Onu tanıyanlar Sarp’ta bir değişim fark ettiler, yavaş yavaş ilerleyen, karanlıkta kol gezen bir delilik. Zaman içinde büyüdü, büyüdü ve Sarp’ı tüketti. Yaprakların dökülmeye başladığı aya girildiğinde, evini terk etmez olmuştu. Dış dünyayla bağlantısını yakın dostu Şebnem sağlamıştı, her sabah yanında olmuş, ona haberleri anlatmış, keyfini yerine getirmeye çalışmıştı.
Sararmış yaprakların ormanları doldurduğu gün, Sarp’ı ölü buldular. Cenazesi son yapraklar ağaçlardan düşerken yapıldı. Tüm servetine, şanına ve şöhretine karşılık Tağan bu dünyadan göçmüştü. Anne ve babasını geçen yıl kaybetmişti. Vasiyeti bütün eşyalarını, servetinin çeyreğini ve evini Şebnem’e bırakmıştı.
Şebnem eve ilk kez girdiğinde, arkadaşından kalan yalnızlığı hissedip duvarlardan birine dayandı, için çekilirken yıllardır sürdürdüğü kararlılığa ihanet etti ve oturup ağlamaya başladı. Güneş ışığı yavaş yavaş azalırken, çocukluğundan beri tanıdığı holün boşluğunu hissetti, tavandan sarkan devasa kristal avize bile gözünde etkileyici değildi, yukarı kata çıkan iki merdivenin arasındaki koridor ona mutlu anılar getirmiyordu artık, evde bir gariplik vardı, sanki bir zamanlar canlı olmuştu ancak şimdi ölmüştü ve bu cesediydi.
Zorla ayağa kalkan Şebnem karanlık koridoru gezmeye başladı, sanki bir trans halindeydi, eli duvarlarda geziyor, on yıllar öncesinden kalma duvar kâğıdının pürüzlerini hissediyordu. Ayakları ona geri dönmesini, bu evi kaçarak terk etmesini söylüyordu, ama nedenini kendisi de bilmese dahi, yürümeye devam etti ve koridorun sonundaki kapıya geldi.
Elini kapıya doğru yaklaştırırken, kollarındaki tüyler dikildi, ayakları geri geri gitmek istedi, elleri titreye titreye tutabildi kapının kolunu ve iki eliyle beraber ancak açabildi. Önce bir ayağı, sonra diğerini soktu yavaş yavaş.
En sonunda kendini bir çeşit ofiste buldu, oldukça eskiydi ve duvar kâğıdı yırtılmıştı, oda da pencere yoktu, sadece bir masa, gaz lambası ve sandalye vardı. Şebnem çekinerek sandalyeye oturdu. Derisinde sandalyenin derisi tekinsiz bir his oluşturuyordu, kulakları uzak zamanlardan ve boyutlar arası kimi dehşetengiz boşluklardan gelen bir uğultuyla doldu, etrafındaki dünyanın sesleri sustu ve yerini, bundan yüzyıl kadar önce burada oturup daktiloyla bir yazı kaleme almış adamın tuşlara vururken çıkarttığı ufak ding seslerine bıraktı.
Silkinip hissettiği garip duygudan kurtuldu ve önünde duran deftere göz gezdirmeye başlattı, defter deri kaplanmıştı ve üzerine bir takım eski işaretler kazınmıştı, anıları onu bundan on altı yıl önce, Sarp’ın doğum günündeyken, Sarp’ın amcasının Sarp’a verdiği hediyeye götürdü, deri kaplı bir defter. Sarp oldu olası günlük tutmayı sevmiş ve bütün hayatını detaylandırmak gibi ilginç bir isteğe sahip olmuştu, nitekim belki de bu yüzden hediyeyi bu kadar sevmişti ve defteri hayatının en önemli anlarını kâğıda dökmek için kullanacağına söz vermişti.
Defteri açıp açmamak arasında kaldı, sonuçta bu Sarp’ın özeliydi ve açmaya hakkı olup olmadığına emin değildi. En sonunda mantık galip geldi ve Şebnem defteri araladı, tekinsiz bir rüzgâr kapalı odayı gezdi ve içini ürpertti.
İlk girdi yazın yapılmıştı, Haziran’ın on beşinde, Şebnem kararsız kalıp dudağını ısırdı ve en sonunda okumaya başladı:
“ Tanrılar bugün benimle dalga geçiyorlar, gözümde ufak bir nokta göreli bir hafta oldu, çok küçük, minik, siyah bir nokta, görüş alanımda durup beni rahatsız eden, benimle alay eden kare bir nokta… Bilgisayar ekranlarındaki ölü pikseller gibi. Birçok doktora gittim, bana güvence verdiler – bir sorun olmadığı ile ilgili – ancak buna inanmıyorum, eğer sadece gözlerimde olsaydı anlayabilirdim, ancak rüyalarımda ve hayallerimde bile orada duruyor.
Başlangıçta ciddi bir problem değildi, ancak iki gün önce, bir toplantıdayken, birdenbire gözlerimde çizgiler oluştu ve görüntü kaybolup geri döndü. Toplantıyı ansızın terk etmem sanırım diğer insanlar için ufak çaplı bir şok oldu.
Bir gün önce, liseden arkadaşım olan ve okülte ilgi duyan Çetin ile görüştüm, bana sakin olmam için tavsiye verdi ve durumumun paranormalle bir bağlantısı olmadığını söyledi. Ancak bundan o kadar emin değilim çünkü belli belirsiz anılar zihnimde dolanıyor ve beni rahatsız ediyorlar. Oldukça uykusuz geçen bir gecenin ardından yaşadıklarımı not almaya karar kırdım.”
Bir sonraki girdi hemen ardından yazılmıştı, eğikti ve çiziktirilmişti:
“16 Haziran 2016 – Sabah Saat 03:15
Uykusuz geçen iki günün ardından sonunda uyku beni ele geçirdi. Kendimi anlamsız koridorlarla kaplı bir köşkte buldum. Saatler boyu bir çıkış aradıysam da bulamadım…
En sonunda aramaktan vazgeçtiğimde, ağlayarak yere çöktüm, gözyaşlılarım akarken, bir kapıya dayandığımı fark ettim… Kapı ahşaptandı ve altından bir tokmağı vardı, içimde yükselen saf dehşet hissini baskılayarak kapı kolunu çevirdim. İçeride, sakallı ve genç yaşlarında bir adam vardı, arkasındaki duvara devasa bir sembol kazınmıştı ve bir daktilonun başında duruyordu. Bana gözlerinin olması gereken boş deliklerle baktı ve “Büyük büyük torunum… Bende seni bekliyordum.” diyerek bir kahkaha patlattı. Dişleri yoktu, duvarlardan akan siyah zift odayı boğup yok ediyordu. İçimdeki dehşet hissine karşın adamı tanıdığımı fark ettim… Çocukluğumdan bir anı gibi.
O anda terler içinde sıçrayarak uyandım ve mutfağın yolunu tuttum. Ancak koridorda bir portrenin yanından geçerken dona kaldım. Bu o adamın portresiydi… Ve hatırladım.
Ah o dehşet saatinde geri geldi anılarım, bu adamın ismi Çağrı Bey’di. Osmanlı döneminde yaşamış ve zengindi… Ancak, bir deliliğe tutulmuş ve ailemizin fakirliğe düşmesine neden olmuştu. Kendisinden kurtulan iki şey vardı, biri egoistliğinin zirvesinde İtalyan ressamlara resmettirdiği portresi, biri ise notları…
Ah onları okumamış mıydım? Daha ufak bir çocukken, yarı anlayan aklımı bile dehşete düşürmemiş miydiler? Notlar bir şeytandan bahsediyordu, yüzlerce insanı hapsedip onlara yalan bir dünyayı gerçek dünya gibi sunacak bir şeytandan, bir iblisten bahsetmişti: ‘Genius Malignus’. Elbette bu fikirler yeni değildi, insanı kandıran ve onu hapsedip etrafında sahte bir dünya yaratacak şeytan Descartes’in fikirleriydi… Fark? Atam ona gerçekten inanmıştı.
Ancak elbette, atam bilgisayarlar çağında yaşamamıştı… İnsanları kandırabilecek doğruluktaki simülasyonları bizzat şirketim üretmiyor muydu?
Hepimiz kandırılıyor olabilir miydik?
Çağrı Bey ölmeden kısa bir süre önce notlarına bir sembol kazımıştı, bu sembole Freyja’nın Anahtarı diyordu. Kendisine göre Anahtar, Genius Malignus tarafından kandırılan ruhları bu sahte dünya içinde İblis’in erişemeyeceği yerler yaratmaya yarıyordu…
Şüphelerim olmasına karşın, bu günceyi Anahtar ile mühürledim.”
Şebnem dehşet içindeydi. İki nedenden ötürü, Sarp mantıklı bir insanken böyle bir düşünceye nasıl düşmüştü, ölümüne nasıl sebebiyet vermişti?
Ve haklı mıydı? Haklı olabilir miydi?
Yavaş yavaş deliliği giderek artmıştı Sarp’ın, öyle ki bir noktadan sonra tarih atmayı da bırakmıştı: “Gerçek olmayan bir dünyada, ne anlamı kalır tarih ve sayıların?” diyordu. Araştırmalarını derinleştirmiş, evrende kusurlar aramıştı. Bulduğuna inanıyordu:
“Neden dünyada sınırsız sayılar yok? Gerçekten, en uzun sayı olan pi sayısının bile sonunu bulmadık mı, yüz doksan bir basamak. Şayet her şeyin bir sınırı varsa, sonsuz olması gereken sayıların bile, öyleyse nasıl olur da bir simülasyonda yaşamadığımıza kendimizi inandırabiliriz?”
Zamanla yazıları daha da anlamsızlaşmış, ritüellerle dolu bir hale gelmişti, farklı inançlardan toplanıp bir araya getirilmiş ritüeller ile. Son sayfalar artık bilinmeyen alfabelerde yazılmıştı.
En son sayfayı gerginlikle açtığında, bir mektup yere düştü. Üzerinde Şebnem yazılmıştı.
Şebnem mektubu alıp okumaya başladı:
“Öldüm, yok oldum, küllerim savruldu ve bir daha dönmeyecekler. Bu gerçek çok fazla, kabul edilemez bir gerçek.
Ölmek dışında bir seçeneğim yok, Malignus zaferini benim üzerimden kazanıyor, ah Şebnem…
Ancak… Sen ölmek zorunda değilsin dost. Tek gerçek dostum, benim arkadaşım, benim tek sevdiğim insan, bir yolu var…
Saat dördü vurduğunda, karanlık saatlerden sonraki ilk anda, bir büyü ve ya sihir, dünyanın antik zamanlarından gelen, etkinleştirilebilir.
Başlarda Malignus’a inanmamış, bunun dijital tabanlı olduğunu düşünmüştüm. Atam ise sadece iblisi suçlamıştı, oysa şimdi anlıyorum ki, iki taraflı bir olay bu. İblis teknolojiyi kullandı ve bizi hapsetti…
Bu sayfanın altında bir taş var, Freyja’nın Anahtarı. Saat dördü vurduğunda, bunu omzuna dağlamalısın… Sana acı yaşatmayacağımı biliyorsun Şebnem.
Eğer bana inanıyorsan, taşı alevlere bastır ve omzuna daya, şayet bana inanmıyorsan, bu kapıyı kapat çek ve git. Bir daha da asla dostum diye anma beni.
Sarp Tağan”
Şebnem düz taşa baktı, saat dörde beş vardı. Yıllar önce kardeşinden duyduğu sözler geldi aklına, “Bazen inanmalısın. Sadece inanmalısın.” Taşı şöminenin alevlerine bastırdı. Bir dakikası kalmıştı ama hala tam kararlı değildi, acıdan korkuyordu…
Taş ona fısıldıyordu sanki: “Acı anlamlıdır. Acı bizi biz yapar.”.
Saat dördü vurdu, Şebnem taşı omzuna bastırdı ve dayanılmaz bir acı içini kapladı. Gözleri kapandı.
Gözlerini açtığında o odada değildi artık, önünde odayı görebiliyordu ama bedeni yatıyordu, gözlerine bir şey ağırlık yapıyordu. Gözlerinden bir gözlüğü çekti, oda gözlüğün ekranındaydı.
Nefes alıp verişleri düzensizleşirken, Şebnem çıplak ayaklarıyla metal zemine ayak bastı. Etrafındaki elektroniğe ve makinelere bağlanmış yüzlerce insana anlam vermek için biraz zaman harcadı.
Sonra bulunduğu geniş odanın ortasında oturan, bilinen dünyanın dışından gelmiş yaratığı gördü ve kusmaya başladı.
O anda duvarlardan biri patladı ve içeriye gün ışığı ilk kez girdi. Silahlı adamlar helikopter seslerinin arasında içeriye girdiler ama hepsi birer buğudan fazla değildi Şebnem için, gün ışığı gözlerini kör ediyordu.
Bir karartı ona doğru geldi ve ilk kez bir insan yüzü gördü Şebnem, kızı az buz seçebiliyordu, görebildiği tek şey mor gözleriydi.
Gözleri karardı ve yere düştü.
Ayak sesleri, koşuşturmalar, yaklaşan helikopter sesi.
Uyku.
merhaba, güzel fantastik bir öyküydü. Hatta fantastik bir film izler gibi okudum öyküyü. Kaleminize kuvvet.
Konu güzel, öykünün uzunluğu tam ayarında ve anlatım yalın. Bence ideal öykü budur.