Öykü

Mavi Makarna

Gri bulutların arasından sadece bir saniyeliğine kendine fırsat bulan güneş ışığı, yatağında uymakta olan Rin’i uyandırmaya yeterliydi. Heyecanla gözlerini açtı. Pencerenin hemen yanındaki yatağından kalkıp, perdeyi açması ve gökyüzüne bakması toplam iki saniyesini aldı. Yine geç kalmıştı… Belli ki Tanrı bugün de dileğini kabul etmemişti.  Niçin kabul etmiyordu ki? Oysa sadece bir anlığına da olsa Öykücü Kathan’ın anlattığı o mavi gökyüzünü görmek istiyordu. Her zaman ama her zaman bu adam mavi gökyüzünden bahsedip dururdu ve bu Rin’in ona gittikçe devasa bir hayranlık duymasına neden oluyordu. Sonuçta maviden bahseden biri ve hatta belki görmüş biri nasıl kötü olabilirdi ki? Rin hep böyle düşünüp, böyle ayırırdı insanları.

Tanıştığı her yeni insana “Mavi sever misin?” diye sorardı fakat çoğu kişi onun ne dediğini anlamayan gözlerle ona bakardı ve Rin onları direk listeden silerdi. Mavi bir gökyüzünün düşüncesi, onun her zaman hüzünlü görünen yeşil gözlerinin parlamasına neden olurdu ama bugün yine bir fırsatı kaçırdığı için suratının asılmasına engel olamıyordu. Çünkü Öykücü Kathan gökyüzünün mavisinin ancak güneş ışığı yeryüzüne ulaştığında görülebileceğini söylemişti.

“Perdeyi kapat Rin. Saat sabahın yedisi, şunu yapmaktan vazgeç artık!”

Rin, abisi Zac’in uyarısıyla irkildi ve daha asık bir yüzle perdeyi isteksizce kapattı. Onu rahat bıraksalar bütün gün pencerenin önünde dikilip, mavi gökyüzünü görmeyi bekleyebilirdi. Besbelli sırf bu yüzden çabucak hazırlanıp evden çıkıyor, önce Barnabas Hanı’na oradan da kuzeydeki Rüzgar Tepeleri’ne gidiyordu. Henüz beş yaşında olmasına rağmen bu yolculuk onu hiç de yormuyordu.

Sessizce dikilmekte olduğu pencerenin önünden çekildi. Küçük çantasını da alarak, parmak uçlarında merdivenleri dikkatlice indi. Hemen kapının önünde duran, uçları giymekten ve küçülmekten açılmış pabuçlarını hızlıca ayağına geçirdi. Minik parmaklarını görebiliyordu ama bu Rin’in umurunda değildi. Hatta parmaklarını gördüğünde içini tuhaf bir huzur kaplıyordu. Nefesini tuttu ve ahşap kapının gıcırdamaması için Tanrı’ya küçük bir yalvarış gönderdi. Neyse ki kapı gıcırdamadan açıldı ve telaşla kendini taş yola attı. Kapı kapanırken arkasından annesinin ona seslendiğini duyar gibi oldu ama çoktan koşmaya başlamıştı. Parmakları taş yola değdikçe soğuğu hissedebiliyordu. Çok geçmeden köşeyi döndü ve Barnabas Hanı’nın huysuzca sallanan tabelasını gördü. Hana yaklaşırken adımlarını yavaşlatıp, arka tarafta pek de dikkat çekmeyen, her zaman pis olan o pencerenin altına geçip, dizlerini kendine çekerek oturdu.

Han gerçekten de berbat kokan, eski ve yıpranmış bir yerdi. Tavandaki örümcek ağları az daha büyüyecek olursa hanın tüm tavanını kaplayacak, örümcekler de masalardaki yemeklerden payını alabilecekti. Birazcık aklı olan biri burada herhangi bir şey yemenin akıllıca olmadığını bilirdi. Neyse ki buradaki hiç kimsede bu akıl mevcut değildi yoksa hancının hali nece olurdu? Hancı alışılageldiği gibi göbekli biri de değildi. Aksine oldukça cılız ve kırılgan görünüyordu. Onu en iyi tarif eden şey; gülerken hiç çekinmeden açığa çıkardığı simsiyah dişleriydi. Görünüşüne tezat olsa da üç koca şarap bardağını tek eliyle taşıyabilmesi, çoğu zaman handakilerin bahis konusu olmuş ve mütemadiyen, kolu kırılacak diyenler çokça paralar kaybetmişti.

Tüm bunlar ve soğuk esen rüzgar Rin için önemli değildi, onun ilgilendiği sadece tek bir kişi vardı. Nefesini tutup, kulak kesildi. Öykücü Kathan’ın orada olup olmadığını anlamaya çalıştı. Yaklaşık bir yıldır onun öykülerini dinlemek için bu pencerenin altında her gün birkaç saat bekliyor, eğer buradaysa kesinlikle öykülerini dinliyor ve daha sonra Rüzgar Tepeleri’ne gidip, anlatılan öykünün hayalini kuruyordu. Birkaç saat boyunca hanın içindeki hastalıklı öksürükleri, devrilen bardakları, tabak, kaşık şıngırtılarını, küfürleri dinleyip, sıkıntıyla ayak parmaklarına bakarak homurdandı. Umudunu tam yitirdiği sırada alışkın olduğu o hırıltılı, diğer herkese göre daha keyifli olan yaşlı Kathan’ın sesini duydu. Onu hep beyaz sakallı, biraz tombul, oldukça güleç bir yaşlı adam olarak hayal etmişti. Maalesef ki görülme korkusundan dolayı pencerenin kenarından dahi olsa ona bakma cesaretini gösterememişti. Bu korku Rin’in biraz canını sıkıyordu, elbette bir gün bakacağına olan inancı ise her daim tastamamdı.

“Hakikatle eminim ki en melun topraklar bile insanların yaşamasına engel olamaz,” dediğini duydu Rin ama ne dediğini pek de anladığını söyleyemezdi. Yine de sesini duymak bile onu oldukça mutlu etmeye yetiyordu. Besbelli burada olması onun bir şey anlatacağına işaretti. Biraz daha hanın duvarına yanaştı ve rüzgarın biraz daha az uğuldaması için dua etti.

“Kapa çeneni Kathan. Senin safsatalarını dinlemekten sıkıldım!”

“Demek safsatalardan sıkıldın,” dedi Öykücü Kathan, elini çenesine götürerek. “Belki de sana gerçek bir öykü olan Kan Çağı’nı başlatan Melanet Kral’ın öyküsünü anlatmalıyım.”

Adam sarsak adımlarla ayağa kalkarken “Dur tahmin edeyim, bunda da mavi bir gökyüzü mü var yoksa?” dedi ve kahkahaları bütün hanın içinde yankılanmaya başladı. Çok geçmeden kahkahalar korkunç öksürüklere dönüştü ve adam masanın üstüne yığıldı.

“Siz ona bakmayın Öykücü Kathan,” dedi naif bir kadın sesi. “Dün geceden beri bir fıçı şarap bitirdi.”

“Sanırım sevgili dostumuz gerçek bir öykü dinleyecek kadar bile dayanamadı,” diye söze başladı.

Deminki huysuz adamın masada yatan bedenini umursamayarak etrafına göz attı. Handa bulunan diğer adamların dikkatini çekebilmiş olması onu memnun etmişti. Kahkahalar kesildiğinde önündeki ahşap bardağa uzanıp, şarabından bir yudum aldı ve devam etti.

“Şehir sokaklarının savaş çanlarıyla inlediği, tellalların bile okumaya yetişemediği emirleri bağırdığı, tüm yeşil ve kahverengi verimli güzel toprakları kaplayan kanı on bir gün yağmurlarının bile temizleyemediği bir günde; uzak diyarların ötesindeki doğu topraklarında bulunan büyük krallıktan çatık kaşlı, korkutucu bir heybeti ve göğsünde derin bir yara taşıyan bir adam, kızıl atına bindi ve kızıl ordusuyla birlikte yeryüzünde ayak basılmadık hiçbir yer bırakmadı,“ durdu, bir yudumluk bir ara vererek handakilerin anlattıklarını sindirmesini bekleyip, devam etti.

“İnsanlar kapalı kaplılar ardında ona Melanet Kral diyor fakat rüzgar onun yaklaştığını fısıldadığı anda ayaklarına kapanıp merhamet dileyebilecek kadar vakitleri olması için Tanrı’ya yalvarıp duruyorlardı. Kral Raghâr ise tüm yeryüzünü kanla boyarken gözlerini mavi gökyüzüne dikip gülümsemekten başka, ayaklarına kapanan halkların ona bir Tanrı olarak tapmasını istiyordu. Bu isteğine en küçük bir tepki, kıpırtı veya kaş bile çatsalar onları kılıçtan geçirip kanlarıyla şehirleri ve toprakları yıkamaya devam ediyordu. Derler ki Kral Raghâr’ın gökyüzüne bakmasındaki tek amacı; Tanrı diye bir şey varsa eğer ona büsbütün ve tüm vahşetiyle meydan okumasıydı.

“O kalbine bir hançer yemiş, ölümün şarabından içmiş ve tekrar yaşamaya devam etmişti. Bu da kendisini Tanrı olarak ilan etmesine yetmişti. Göklerin ve yerlerin yaratıcısına artık yerlerin tek hükümdarının kendi olduğunu apaçık dile getirdiğini düşündüğü ve yeryüzünde tek bir insanın bile Tanrı Raghâr’dan başka kimseye inanmadığı o günün sabahında Uğultulu Tepeler’e çıkarak, tekrar yüzünü gökyüzüne döndü ve Tanrı’ya seslendi. Denir ki Raghâr o kızıl sabahta, o tepede her ne söyledi ise onu Tanrı’dan başka hiç kimse duymamıştı. Melanet Kral daha tepeden aşağıya inmeden mavi-kızıl gökler gri ve kasvetli bulutlarla kaplanarak on bir gün yağmurları başlamış ve yerkürenin en ücra köşelerindeki renkler bile solarak geriye sadece kan rengi kalmıştı. Raghâr ise Uğultulu Tepeler’de o sabah son defa görülmüştü ve bir sır olup yağmurlarla birlikte ortandan kaybolmuştu.”

“ Ne zaman ki yağmurlar dinmiş, insanlar sokağa çıkmış, işte o zaman yeryüzünün de mavi göklerle aynı bedbaht kaderi paylaştığı anlaşılmıştı. Her yer hastalıklı ve solgun bir griye teslim olmuş, nehirler ise kızıl bir ırmak gibi akmaya başlamıştı. İnsanlar bitmek tükenmek bilmeyen günler boyunca Tanrı’ya bir parça güneş için yalvarırken kimsecikler lanetlendiklerini anlamamıştı. Günler aylara, aylar ise yıllara dönüştüğünde herkes artık maviyi büsbütün unutur olmuştu. Mavi, onlar için aslında hiç var olmamış bir olgudan başka bir şey değildi. Derler ki Tanrı bir gün onun yarattıklarına sevgi duyacak birileri çıkarsa gökleri tekrar açacak, yeryüzünde canlılık ve yaşam tekrar var olacaktı.”

Rin bu öyküyü daha önce dinlemediğine emindi. Soğuk rüzgar bile bu hikaye kadar rahatsız etmemişti. Hatta düşündüğünde onu bu öykü kadar rahatsız eden hiçbir şey bugüne dek olmamıştı. Ne zaman bir öyküyü dinlese, bir zamanlar vadilerin de mavi olduğunu, mavi meyvelerin ve hatta birçok mavi şeyin solup gittiğini düşünürdü. Aynı anda hem heyecanlanır hem de derin bir üzüntü ile eksiklik duyardı fakat bugün ek olarak bir de dehşet hissetmişti.

Bugün her şey ne kadar da mutsuz edici, diye düşündü Rin. Rüzgarın esintisi gittikçe şiddetlenirken titremesi de durdurulamaz bir hal almaya başlıyordu. Rin dinlediklerinden dolayı mı yoksa günün tamamının verdiği bu kasvetten ötürü mü böyle olduğuna emin olamadı. Emin olduğu tek şey titremekten kendini alıkoyamadığı idi. Keyfi büstünün kaçmış olduğundan artık ne Rüzgar Tepeleri’ne gitmek istiyor ne de en ufak bir şey yapmak istiyordu. İstediği tek şey yatağında öylece uzanıp, sanki hiç orada değilmiş gibi yapmaktı.  Pek tabi bu mümkün değildi. Rin eve girdiği anda annesinin onu azarlayacağını, artık büyümekte olan bir genç kız olduğundan ve bir takım hayalperest düşüncelerin yerine daha gerçekçi şeylere kafa yorması gerektiğinden bahsedecekti. Ne var ki Rin bütün gün bunları dinleyip, eline tutuşturulan sıkıcı işleri yapmaktansa bu soğuk rüzgarda kalmayı yeğlerdi.

Gittikçe soğuyan taş yola dizlerini ve ellerini koyarak yavaşça camın altından çekildi; bunu yaparken sessiz olmaya çok özen gösterdi. Titreyen dişleri neredeyse kırılmak üzereydi. Üstelik titrediği için kolları ve ayakları da tam olarak ona itaat etmiyor, tuhaf bir biçimde sendelemesine neden oluyordu. Belki ahırlardan birine saklanabilirim, diye düşündü ama onu orada çabucak bulabilir ve annesine şikayet edebilirlerdi. Bunu da pek istediğini sanmıyordu. Ne yapacağını düşünerek emeklemeye devam ederken az ötede mavi bir şey gördüğünü sandı. Çöplerin içinde bir renklilik vardı sanki. Bir an için soğuktan ötürü yanıldığını sandı ve gözünü kapatıp, açtı. Fakat hayır, çöpün kenarında gerçekten de mavi bir şey vardı. Hızla ayağa kalktı fakat zayıflamış dizleri onu fazla taşıyamadı, yere düştü. Pes edecek değildi. Mümkün olduğunca hızlı emekleyerek o mavi şeylere ulaşmaya çalıştı. Aklı başından tamamen gitmişti. Gözleri parıldıyordu ve sonunda minik parmaklarını onlara uzattı ama son anda durdu. Ellerinin kirli olduğunu görünce yüzünü buruşturdu. Çoktan kirlenmiş soluk gri ve yamalarla dolu elbisesinin eteğine ellerini iyice temizledi ve mavi şeyleri eline aldı.

Bu bir rüya mı? Kendini çimdikledi. Annesi her zaman böyle yapardı. Görülen o ki bu bir rüya falan değildi. Elinde tuttuğu şeyler basbayağı mavi makarnalardı. Sonunda, dedi sonunda annem galiba haklı. Gerçek olmayan mavi şeyler görecek kadar kendimi kaptırdım. Kendini adlandıramadığı bir şekilde hissediyordu. Mavi makarnaların verdiği heyecan, dehşet, korku, karmaşa ile bedeni titremeyi unutmuştu. Tabi bunu fark eder etmez tekrar titremeye başlaması bir oldu. Annesine hak veriyor olması ise korkunç geliyordu.

Bir gece Rin daha uyuyamamışken yatağında mavi çiçeklerin, mavi ağaçların, masmavi insanların olduğu bir dünya düşlerken, annesinin endişeli sözleri ona kadar ulaşıyordu. Nasıl ulaşmayabilirdi ki? Küçücük bir evde sadece bir boy yukarda duran, korkuluklarla çevrelenmiş küçük bir bölmede abisiyle birlikte yatıyordu. Yatağında doğrulduğunda bile mutfağı, yemek masasını, kanepeyi rahatlıkla görebiliyordu. Annesi ve babası da çok uzakta değil hemen altlarındaki yatakta yatıyorlardı.

“Bilemiyorum Harold,” diyordu annesi. “Rin konusunda çok endişeliyim. Bir şeyler yapmazsak kendini büsbütün mavi saçmalığına kaptıracağını düşünüyorum.”

“Kaygılanacak bir şey yok Liz. O sadece beş yaşında bir çocuk. Hepimiz o yaşlarda biraz hayalperest oluruz.”

“Rin birazdan çok daha fazlası Harold. Yakında gerçek olmayan mavi şeyler görecek kadar kendini kaptırmasından korkuyorum.”

“Eğer için biraz olsun rahatlayacaksa onunla konuşurum Liz,” demişti babası ve konuşma burada son bulmuştu.

Rin’e tuhaf gelen ise babasının onunla bu konu hakkında hiç konuşmamış olmasıydı. Belli ki annesiyle aynı şeyleri düşünmüyor ve bu konuyu fazla önemsiz buluyordu. Bu konuda kendi adına hiç emin olamıyordu. Ne zaman bu konuyu düşünse kafası karışıp duruyordu. Eğer ben fazla abartılı ve takıntılı isem Öykücü Kathan ne oluyor o zaman? Bu tip durumlarda düşünmeyi bırakıp hayal kurmaya devam ederdi. Ancak şimdi elinde tam altı tane mavi makarna duruyordu. Dakikalar geçmesine rağmen hala orada olmaları, şaşkınlığını daha da arttırıyordu. Gözünü kararttı ve en hızlı şekilde eve gitti.

Babasının çoktan çıkmış olduğunu anlaması için eve girmesi yeterliydi. Annesi de kanepe oturmuş bir şeyler yamamaya çoktan başlamıştı. Kapının önünde azarlanmayı bekleyerek bir süre durdu ama annesi onunla ilgilenmedi. Bugün her zaman olduğundan daha solgun, saçları her zaman olduğundan daha dağınık ve yıpranmış duruyordu. Sürekli öksürüyor olması ise daha da dikkat çekiciydi. Küçük pabuçlarını hala azarlanmayı bekleyerek dikkatle çıkarttı ve kapının hemen yanına koydu. Mavi makarnalarını arkasında sakladı. Bir ayağıyla öteki ayağının üstünü kapatarak annesine seslendi.

“Anneciğim bana kızmayacak mısın?”

Bekledi… Bir çocuk için fazla sayılabilecek kadar bekledi. Ellerinin terlemeye başlaması endişelenmesine sebep oluyordu ama annesinin bu tavrı da onu endişelendiriyordu. Acaba artık annesi onu sevmiyor muydu? Küsmüş müydü? Kızgın mıydı? Bir daha hiç konuşmayacak mıydı? Bir daha hiç başını okşamayacak, ona bağırmayacak veya onu sevmeyecek miydi? Durduğu yerde kafasından bir sürü soru geçip duruyor ama kıpırdamaya da korkuyordu. Bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyor ama ne yapacağına da bir türlü emin olamıyordu. Ya daha fazla kızmasına neden olursa ne yapacaktı? Ama sonra daha fazla kızacak olsa bile annesinin onunla bir şekilde konuşmasının bile yeterli olacağını düşündü. Çünkü onu her türlü seviyordu. Hem de çok seviyordu. Dikkatlice kapıyı açıp, tekrar ve bu sefer daha sert bir şekilde kapattı. Annesi kıpırdamadı bile. Rin o kadar çok korkuya kapıldı ki makarnaları bile unuttu. Koşarak annesinin yanına gitti. Onun saçlarını düzeltmeye çalıştı bir eliyle.

“Anneciğim, özür dilerim,” dedi.

Annesinin solgun yüzü Rin’in irkilmesine neden oldu. Grimsi bir teni vardı kadının, gözlerinin ise feri çoktan sönmüş gibiydi. Sesi çatallaşmış ve bitkin geliyordu.

“Ne için özür diledin yavrum?”

“Ben… sabah biliyorsun… şey…” Rin ne diyeceğini bilemiyordu. Sanki söyleyecek bir şeyi yokmuş ama özür dilemesi gerekiyormuş gibi hissediyordu.

“Sen hiç özür dilemezsin Rin,” dedi annesi.

“Evet, ama anneciğim sen de beni hep azarladın?”

Annesi Rin’in saçlarını titreyen elleriyle düzelterek gülümsedi. Yüzündeki gülümseme Rin’in acı çekmesine neden olacak kadar ıstırap doluydu. Kendini büsbütün acayip hissetmeye başlamıştı. Hatta ne hissettiğinden ve ne hissetmesi gerektiğinden bile bir türlü emin olamıyordu. Rin kendi içindeki o dalgın karmaşasından, annesinin zayıflamış sesiyle sıyrılabildi.

“Annene bugünlük biraz istirahat hakkı ver benim mavi kızım,” dedi Liz.

Küçük kız ister istemez gülümsemeden edemedi. Annesi ona ilk kez böyle bir şekilde hitap etmişti ve bu da annesinin de onu ne kadar sevdiğini anlamasına yetecek bir şeydi. Rin’in içinde buruk bir sevinç vardı. Annesine dikkatlice sarıldı ve onu yanağından öperek, gizlice kokladı. Ne de olsa onu çok fazla koklama fırsatı bulamıyordu. İtiraf etmesi gerekirse mavi bir meyvenin tıpkı annesi gibi güzel koktuğunu zaman zaman düşünürdü. Bu hayatında ona huzur veren hayallerden sadece bir tanesiydi.

Sessizce annesinin yanından ayrılıp yatağının olduğu yere çıktı. Annesinin onu görmediğinden emin olacak kadar kuytuya girerek, elbisesindeki yamalardan birinin dikişlerini gevşetti ve mavi makarnaları dikkatlice içine sakladı. Çok fazla elbisesi olmadığı için endişe etmesine de gerek yoktu. Nasılsa annesi sadece haftanın bir günü çamaşırları yıkardı ve Rin’in de sadece üç tane kıyafeti vardı. Makarnaları kolaylıkla diğer elbiselerinde de saklayabilirdi.

Günün devamı oldukça sessiz geçmişti. Rin annesine yemeği hazırlamasında ve masayı kurmasında yardım etmişti. Annesinin bundan memnun olduğu açıkça belli oluyordu ama solgunluğu sanki gitgide daha kötü bir duruma geliyor gibiydi. Abisi ve babası bile neredeyse hiç konuşmamışlardı. Rin hayatı boyunca yedikleri en sessiz yemeğin bu olduğunu düşündü. Bulaşıkları yıkama işi abisine kalmıştı. Pek tabi Rin daha çok ufak olduğu için bir tabağı bile zor taşıyabiliyordu. Üstelik boyu da yeterli değildi. Üstüne basmakta olduğu küçük tabure bile çoğu zaman yetersiz kalırdı.

O gece herkes erkenden yataklarına çekilmişti. Rin uyuyamıyordu. Abisine baktığında abisinin de uyuyamadığını, sıkıntılı bir şekilde aynı onun gibi annesinin yürek parçalayan öksürüklerini dinlediğini fark etti. Annesi gerçekten de o kadar kötü öksürüyordu ki bazen Rin korkuyla sarsılıyor, dua etmeye başlıyordu. Tanrı’ya belki de uzun süre sonra ilk defa başka bir konuda dua ediyordu.

İlerleyen saatlerde annesinin öksürükleri kesilmeksizin tekrar edip durdu. Babası artık doktoru çağırmaya karar vererek hızla evden çıkmıştı. Doktor gelip annesini muayene edip gitmişti ve birkaç tane öneride bulunmuştu. Rin annesinin daha önce de böyle hasta olduğunu az çok hatırlıyordu. Sabaha karşı Rin artık oturduğu yerde uyumuştu. Abisi de ondan çok farklı sayılmazdı.

Rin gözlerini daha önce hiç açmadığı bir sabaha açtığına yemin edebilirdi. Babasının haykırışı ve ağlaması Rin’i dehşete düşürmüştü. Tam olarak ne olduğunu anlaması ise biraz zamanını aldı. Annesi, babasının kollarında donuk gözlerle sanki tam arkasındaki pencereye bakmaya çalışıyor gibiydi. Ya da Rin öyle düşünmek istemişti. Muhtemelen yaşadığı süre boyunca hafızasından silemeyeceği bir tabloya gözlerini kırpmadan bakıyordu. Annesinin dudaklarının arasından sızan kanı gördüğünde ise başı dönermiş gibi oldu. Sanki saçlarının ucundan, ayak parmaklarının ucuna kadar sarsıldı. Bir şey onu sanki yere yatırmak istermiş gibi hissetti. Gözlerindeki görüntü bulanıklaştı. Bakmakta olduğu tablo sanki yamuldu ve yere yığıldı.

Gözlerini açtığında annesini kaybettiğini biraz sindirmişti ama annesinin boş bakan mat gözleri, babasının kulaklarında çınlayan sesi, vücudunda hissettiği o anlam veremediği his hala yerli yerinde duruyor gibiydi. Öyle ki mavi makarnaları bile çoktan unutmuştu.

Kasabadaki bir sürü insan -ki özellikle kadınlar- babasına gelip üzüntülerini dile getiriyor ama kulağına da Rin’in duyamadığı bir şeyler fısıldayıp, Rin’in saçlarını okşayarak gidiyorlardı. İçinde nedenini anlamadığı bir öfkenin oluşmasına neden olduklarından haberleri olsa, acaba hala böyle yapmaya devam ederler miydi, diye merak etti Rin. Sanki hepsinde onu rahatsız edip, midesinin burkulmasına neden bir şey vardı. Rin, bu hissin ne olduğuna uzun süre boyunca pek bir anlam veremedi ama sonra bir şey oldu.

Babası Merie adında yuvarlak hatları, dudakları olması gerekenden daha kırmızı hatta yanakları bile olması gerekenden daha pembe, rahatsız edici gülümsemesi ve fıldır fıldır hareket eden gözleri olan bir kadın getirdi. Bu kadının yeni annelerini olduğunu söyleyip ağabeyi Zac’i de alıp demirhaneye gitti. Abisi alışkın olduğu gibi, tek bir kelime bile etmeden babasına itaat etti ama Rin bu kadından hiç hoşlanmamıştı. Ayaklarını yine birbirinin üstüne sürterek babasının bıraktığı yerde kalakaldı. Ne yapmalıydı? Hiçbir fikri yoktu. Neyse ki çok fazla düşünmesine gerek olmadı.

“Orada ne diye dikiliyorsun çocuk? Görmüyor musun masa toplanacak!” dedi Merie.

Kadın eline aldığı bir bezle sağı solun tozunu alırken Rin de mümkün olduğunca dikkatli masayı toplamaya koyuldu. Bu sırada Rin bir şey fark etti. Bu Merie denilen yeni anne hiç susmuyordu. Durmaksızın sürekli bir şeylerden şikayet ediyordu.

“Olacak iş değil her gün kasaba zengininin evini topla, temizliğini yap, kaprislerini çek sonra da gel kendi evindeki pisliği topla. Ah ben bunun için mi evlendim? Neyse ki bir kez düzene sokunca her şey yoluna girer. Ah bu kadın hiç mi temizlik yapmamış. Tanrım!”

Bitmek bilmeyen şikayetler Rin’in boğuluyor gibi hissetmesine neden oluyordu. Neyse ki masa bitmişti ve dışarı çıkıp hana bakabilirdi. Belki şanslıysa bir öykü dinleyebilirdi ama saatin çok geçmiş olduğunun da farkındaydı. Küçük taburesini bir kenara kaldırdıktan sonra Merie önüne bir kova ve bir fırça bıraktı.

“Yerleri fırçalasan iyi edersin. Burayı tek başıma adam edecek değilim. Başla!”

Rin ayaklarının dibindeki fırçaya baktı. İki ayağı bile bu fırçadan oldukça küçüktü. Avucunun içine bile sığmıyordu. Fırçayı kovaya batırdıktan sonra tahta zemine düşürdü. İçini bir korku kapladı. Hemen Merie’ye baktı ama kadın neyse ki başka şeylere söylenmekle meşguldü. Uf bu çok ağır, diye mırıldandı ama yapacak başka bir şey de yoktu.

Rin yerleri ovalamaya çalışırken kapı açıldı ve içeri abisi girdi. Şaşkınlığı gözlerinden okunuyordu. Rin ona gülümsedi ama abisi yine tek kelime etmeden asma kata çıktı ve pencerenin pervazına oturarak dışarıya bakmaya başladı.

Rin elinde fırçayla oyalanırken Merie tepesine dikildi. “Ver şunu!”

Ayaklarını birbirine sürtmeye başladı yine. Ellerini yıkamaya karar verip taburesini dikkatlice alıp el yıkama yerinin önüne özenle koydu. Tam üstüne çıkacaktı ki Merie’nin bağırışları onun yerinde sıçramasına ve tabureyi devirmesine neden oldu.

“Sen ne yapıyorsun öyle? Görmüyor musun orayı yeni düzelttim.”

“Ama… şey… ben ellerimi…” dedi Merie’nin ellerini görmesi için havaya kaldırarak.

Merie dizlerinin üstüne inerek Rin’i omuzlarından kavradı.

“Artık,” dedi “bir hanımefendi olmanın vakti geldi ve hanımefendiler taburelerin üstüne çıkmazlar.”

Rin tek kelime bile edemedi. Küçük bir çıkıntının üstünde duran kovaya bakmam için bile kafamı yukarı kaldırmam gerekirken ona nasıl uzanabilirim ki? Gerçi bu detayın yeni annesi Merie’yi ilgilendirdiğini sanmıyordu. Kenardaki küçük ibriği aldı. Dikkatlice parmaklarının üstünde yükseldi. İbrikli eli ağırlığın altında sanki eziliyor gibi hissediyordu ama gözlerini ona dikmiş olan Merie’ye olan korkusu ibriği düşürmesine engel oluyordu. Bir parça su dökmeye çalıştı fakat her şey buraya kadardı. Kadının gözlerinin irileşip, suyun etrafa saçılması aynı anda olmuştu. Rin hayatı boyunca hiç tecrübe etmediği bir şeyi de tam o anda tecrübe etmişti. Kafasına inen sert bir darbeyle başını demir kovaya çarptı. Alnındaki acı onun için öyle dayanılmazdı ki gözlerine yaşlar hücum etmeye başladı. Dudakları büzüldü ve tam ağlayacakken Merie’nin gözleriyle karşılaştı. Kadın gülümsedi.

“Eğer bundan babana bahsetmezsen sana çalıştım zengin evinden mavi boya getiririm. Maviyi seviyorsun değil mi?” dedi.

Rin durdu. Gözlerini kırpıştırdı. Sanki tüm acısını ve gözyaşlarını bir yutkunmaya bertaraf etmişti. Başını sallamakla yetindi.  Bir an sonra gözleri parıldamaya başladı. Bu kadın hakkın da yanlış izlenime kapıldığını düşündü. Ona mavi boyalar getirecek biri nasıl kötü olabilirdi ki? Kendisini çok suçlu hissetti. Akşam babası alnındaki morluğu sorduğunda ise düştüğünü söylemekle yetindi. Merie’nin hoşnut bir biçimde başını salladığını sadece Zac görmüştü.

Ertesi sabah kahvaltıdayken Merie, Harold’a Zac’in eğitimiyle alakalı önerilerde bulunuyordu.

“Ben diyorum ki Harold, oğlan oldukça becerikli. Onu güneydeki denizcilerin yanına verebiliriz.”

“Bunu daha sonra düşünürüm Merie,” dedi Harold.

“Ah Harold. Daha sonra düşünülecek ne var? Çocuğun hayatı kurtulur. Güney denizcilerinin ne kadar kazandığını kasabada bilmeyen yok. Herkes çocuğunu oraya göndermeye çalışıyor ama bizim elimizde bir fırsatımız var.”

“Ne fırsatı?” Harold yemeği bırakmış dikkatlice Merie’ye bakıyordu.

“Biliyorsun ki ben Bay Frau’nun evinde çalışıyorum ve güney denizcileri de onun emrinde. Pekala ondan bunu rica edebilirim. Ne diyorsun Harold? Bir düşün…”

Harold kısa bir süre düşündükten sonra Zac’a döndü.

“Sen ne diyorsun evlat?”

Zac önce babasına sonra da Merie’ye baktı ve omuzlarını silkmekle yetindi. Onun için hiçbir şey önemli değildi. Hayatı zaten sıkıcı buluyordu. Burada kalsa da gitse de bu sıkıcılıktan bir şey kaybetmezdi.

“Tamam,” dedi Harold. “Sen bir konuş bakalım.”

Merie’nin sevincini yine tek fark eden Zac gibi görünüyordu. Merie mutluydu çünkü isteklerine çok geçmeden kavuşabilecekti. Rin’in çok kolay bir çocuk olduğunu düşünüyordu. Ona mavi bir şeylerden bahsetmek onun uysallaşması için yeterliydi fakat rahatsız edici bakışları olan Zac için bir şey yapması gerekiyordu. Gri denizlerin ötesine açılıp da sağ kalan çok fazla kişi olmuyordu. Hele ki onun yaşındakiler çok çabuk ölüp gidiyorlardı. Bunu Bay Frau’nun yanında çalışmasa asla bilemezdi. Neyse ki hem orada çalışıyor hem de kulakları diğer herkesten daha çok şey duyuyordu. Rin de büyüyüp serpilince, onu iyi bir ücret karşılığında bir adamla evlendirecekti. Her şey yolunda giderse Harold’a bir erkek çocuk verecek ve mutluluğun keyfini sürecekti.

Herkes işin başına gittiğinde Rin ilk defa evde tek başına kalabildiğini fark etti. Ne yapacağına bir türlü karar veremedi. Makarnalarının aynı yerde olup olmadığını kontrol etti. Onları çıkartıp kirletmek istemiyordu ya da başlarına bir şey gelmesini istemiyordu. Bu yüzden onlara dokunup varlıklarını hissetmekle yetiniyordu.

Yatağına uzanıp mavi boyaları düşünmeye başladı. Merie’nin dediğini yaptığına göre boyasını bugün getirebilir diye düşünüyordu. Tüm gününü yatakta yatıp boyasının hayalini kurmakla geçirdi fakat Merie geldiğinde boyasını getirmemişti. Rin incinmişti. Biri bir söz verirse yapması gerekirdi çünkü sözler önemliydi. “Eğer birine söz verirsen tutmak zorundasın Rin,” demişti annesi. Morali o kadar bozulmuştu ki uykusu kaçtı. Yemekten hemen sonra yatağına uzanıp yine aynı duayı etti. Mavi bir gökyüzü görebilmek… Acaba Tanrı onun duasını ne zaman kabul edecekti?  Bunu çok merak ediyordu ama bir gün mutlaka kabul edeceğine dair olan inancı tamdı. Daha tam uyumamışken abisi ona fısıldadı.

“Merie kötü biri Rin,” dedi. “Ona güvenme, seni kandırıyor.”

“Ama…” diyebildi sadece, itiraz etmek istiyordu ama bir şey onu engelledi.

“Bana güven Rin,” dedi Zac ve arkasını dönerek yorganı üstüne çekti.

Rin bir türlü anlamıyordu. Maviden bahseden birisi nasıl kötü olabilirdi ki? Bu mümkün olamazdı. O zaman kendisi de mi kötüydü? O yüzden mi Tanrı dualarını kabul etmiyordu? Bütün gece bunları düşünmekten uyumadı. Yatağında ayaklarına sarılarak, sallanıp durdu. Pencerenin kenarından da gökyüzüne bakmayı ihmal etmedi. Öğrenmeliyim, dedi kendi kendine. O evde mavi boya olup olmadığını bilmem gerekiyor, dedi. Üç gün sonra Merie’nin izin günüydü ve Rin kararını verdi.

Üç gün öyle çok da hızlı geçmemişti ama nihayet büyük gün gelmişti. Rin çok heyecanlıydı, tüm gece uyumamıştı. Uyuyamazdı çünkü uyursa uyanamayabilirdi ve kimse uyanmadan sessizce çıkıp Bay Frau’nun evine gitmesi gerekiyordu ve yolu çok uzundu. Akşam yemediği bir parça ekmeği Merie görmeden saklamayı başarmıştı. Bu ekmek onun kahvaltısı olacaktı. Koyu siyah bulutlar beyazlaşmaya başladığı anda sessizce yatağından çıktı. Neyse ki makarnalarını diğer elbisesine yakalanmadan geçirebilmişti.

Dualar ederek kapıya kadar ulaştı. Pabuçlarını dışarıda giymeye karar vererek yavaşça çıktı. Pek tabi, kapı yine ses çıkartmıştı. Bu yüzden var gücüyle taş yolda koşmaya başladı. Fazla ilerleyemeden ilk köşeyi döndü ve pabuçlarını ayağına geçirdi. Bu pabuçlar onun için önemliydi. Babası ona bunları getirdiğinde üstündeki küçük tokanın bir kısmı onun hiç görmediği bir renkteydi ve annesine onun ne renk olduğunu sorduğunda “mavi” cevabını almıştı. O günden beri Rin maviye aşık olmuştu. Bu yüzden parçalansalar bile giymeye devam edeceğine dair kendine söz vermişti.

Bay Frau’nun evi kasabanın kuzey batısındaki dağın yamacındaydı ve tüm kasaba da önündeki ovada, çarpık taş yığıntıları olarak yayılıyordu. Yaklaşık bir saat sonra Rin yolu yarılamıştı ve karnındaki gurultulara dayanamayacak hale gelmişti. Cebine sıkıştırdığı kuru ekmeği hızlıca yedikten sonra ağır adımlarla yoluna devam etti. Gökyüzü gittikçe açılmaya başlayacağı yerde sanki daha da koyulaşıyormuş gibi geldi Rin’e. Yağmur yağacak gibi. Bu onun suratını biraz astı ama yapacak bir şey de yoktu. Geri dönmemeye kararlıydı. İki saatin sonunda nihayet Bay Frau’nun evine ulaştı.

Evin etrafı demir çubuklarla çevrelenmişti ve büyük gösterişli kapı –ki Rin hayatında ilk defa böyle bir kapı gördüğü için şaşkınlıktan ağzı açılmıştı- bu demir çubuklara bağlıydı. Kapının önünde hiç kimse yok gibi görünüyordu ama ev en az kırk adım daha içerideydi. Görülmeden nasıl girecekti? Evin hemen yanındaki ağaçlıkların içine koşup, ağaçların arasından ilerdi. En yakın ve kısa mesafeyi arıyordu. Arka bahçedeki ekinleri görebiliyordu. Ekinler kupkuru görünüyordu ama Rin onların arasında saklanabileceğine emindi. Gördüğüne göre onun boyuyla neredeyse aynıydılar, fazla da uzak değillerdi, yine de görünmekten korkuyordu. Ağaçlığın sınırında yere oturup ayaklarını kendine çekip, düşünmeye başladı. Vazgeçmeyecekti. Bu sefer cesur olacağım, dedi kendi kendine. Tam bu sırada ekinlerin kıpırdadığını fark etti ve sanki biri ona sesleniyordu.

“Pıst!”

Rin oturduğu yerden korkuyla ayağa kalktı. İstemsizce kendini ağacın gövdesinin arkasına sakladı fakat başıyla hala ekinlere bakıyordu.

“Pıst!”

Tüm cesaretini toplayarak omuzlarını dikleştirdi ve mümkün olduğunca sessiz biçimde seslendi.

“Kim var orada?”

Ekinler iyice sallandıktan sonra iyi kesimli sarı saçları olan, gözleri masmavi bir erkek çocuğu kafasını uzattı.

“Ben Joseff Frau,” dedi. “Peki, sen kimsin?”

“Ben… şey… Rin.”

“Gelsene,” dedi Joseff eliyle onu davet edercesine.

Rin sağına soluna bakındıktan sonra hiç düşünmeden koşmaya başladı. Kısa sürede ekinlerin içine kendini attı ve yere yattı. Nefes nefese kalmıştı ve kalbi hiç olmadığı kadar çarpıyordu. Joseff emekleyerek ve yavaşça onun yanına geldi.

“Burada ne arıyorsun Rin?”

“Ben… şey… aslında mavi boya arıyorum,” dedi endişeyle.

“Mavi boya mı?” dedi Joseff şaşkınlıkla. “Mavi boya için gelen hiç olmamıştı. Genelde buraya hep para için gelirler.”

“Sen hiç mavi boya gördün mü Joseff Frau?” Rin o anda bir şeyin farkına vardı ve hayretle gözleri açıldı. “Aman Tanrım, sen Bay Frau’nun oğlusun!”

Joseff güldü. “Ne olmuş oğluysam?”

“Bilmem ki… şey… baban benimle konuştuğun için sana kızmaz mı?”

“Babam bugün yok ve benim de evden çıkmam yasak,” dedi Joseff suratını asarak. “İstersen sana mavi boyalarımı gösterebilirim. Hemen…”

“Gerçekten yapar mısın?” dedi Rin heyecanla çocuğun lafını bölerek.

“Evet, tabi gösteririm.”

“Söz ver o zaman,” dedi Rin suratı biraz asılmıştı.

“Burada bekle, sakın kımıldama ki hizmetçiler seni fark etmesin,” deyip ekinlerin arasından koşarak çıktı Joseff.

Rin ne yapacağını bilemedi. Nefes bile zar zor alıyordu. Belli ki Joseff sözünü tutan birisiydi. Gerçekten de ona mavi boyalardan mı getirecekti? Bulutlar gittikçe kararmaya başlarken yağmur da yavaş yavaş atıştırmaya başlamıştı. Rin’in umurunda değildi. Üç gün bile geçecek olsa burada bekleyecekti. Neyse ki çok beklemesine gerek kalmamıştı. Joseff yanına gelmiş ve cebinden ince uzun çubuğa benzeyen iki tane mavi şey getirmişti. Bunlar Rin’in gördüğü herhangi bir şeye benzemiyordu ama büyülenmişti. Onlara dokunmak istiyor, onlarla uyumak ve tüm hayatını onlara bakarak geçirmek istiyordu. Gücü yetse tüm dünyayı bunlarla maviye boyamayı da istiyordu. Elbiselerini, ayakkabısını ve her şeyi maviye boyayabilirdi ama boyaları bitsin de istemiyordu. Ne var ki Rin çok geçmeden o boyaların kendisine ait olmadığını hatırladı. Öylesine derin bir üzüntü hissetti ki ağlamaklı oldu.

“Al,” dedi Joseff.

“Ne?” dedi Rin gözlerini kırparak.

“Al,” dedi tekrar Joseff.

Rin ellerinin titremesine engel olamıyordu. Boyaları almıştı almasına ama elleri öyle çok titriyordu ki düşüreceğinden korktu.

“İstersen senin olabilirler Rin.”

“Hı?”

“Bana bir söz verirsen eğer onları sana veririm.”

“Söz,” dedi Rin hararetle.

“O zaman haftaya bugün yine geleceksin tamam mı?”

“Tekrar mı?”

“Babam davetler dışında kimseyle oynamama izin vermiyor ama sen bana olan sözünü tutarsan onları alabilirsin. Gelir misin Rin?”

“Söz,” dedi Rin kendinden daha emin bir şekilde. Başını sallamayı da ihmal etmedi. Elini dikişlerinin hafif gevşediği yamasına götürdü ve içinden bir tane mavi makarna çıkartıp bunu Joseff’e uzattı.

“Bu da senin olabilir,” dedi gülümseyerek.

“Bunu nereden buldun? Rin bunlar çok pahalı!”

“Ben… şey… onları çöpte buldum.”

“Babam tüm diyarlarda bunlardan arıyor. Bir tanesinin elli bin ryun olduğunu duymuştum.”

“Ben onu gerçekten çöpte buldum…”

Rin, elli bin ryun ne kadar çok ettiğini düşünmeye çalıştı. Babası ona bazen para verirdi ama bu hep ryunan olurdu. Bin ryunan bir ryune yapıyorsa, bin ryune de bir ryun mu yapıyordu? Ya da on bin ryunan mıydı? Rin’in hiç paralarla işi olmamıştı. Bu yüzden ne kadar düşünürse düşünsün bir türlü emin olamadı ve düşünmekten de vazgeçti. Bu makarnalar niçin bu kadar değerliydi ki? Bir türlü anlayamadı Joseff’e soracaktı ama evin bahçesinden gelen ses ikisinin de korkuyla irkilmesine neden oldu.

“Joseff Frau!”

Biri Joseff’e sesleniyordu. Joseff gülümseyip makarnayı cebine koydu ve “unutma,” diyerek yavaşça onu çağırmakta olan huysuz sesin oraya doğru gitti. Rin ona bakmaya pek cesaret edemedi. Elindeki boyaları öyle sıkı tutuyordu ki aklında boyalardan başka bir şey yoktu. Huysuz sesli adamın, Joseff’i eve soktuğunu anladığında, olduğu yerden çıkarak ağaçlığa koşmaya başladı.

Bulutlar neredeyse gece olduğu kadar kararmıştı. Ağaçların arasından, kasabaya doğru elindeki boyalarla, arkasına bile bakmadan koşmaya başladı. Bir anda gök parladı, bir gümbürtü koptu Rin korkuyla çığlık attı ve yağmur şiddetli biçimde yağmaya başladı. O kadar uzun zamandır koşuyordu ki ayakları güçsüz kalmıştı ve o sırada elindeki boyaların eridiğini görünce Rin dehşete düştü. Bütün eli masmavi olmuştu ve boyalar suyla gittikçe eriyordu. Ellerini elbisesine sürerek her yerini mavi yapmıştı. Yüzüne de sürmüştü hatta kollarını bile maviye boyamıştı. Mademki boyalar eriyordu o zaman Rin bunu her tarafına sürecekti. Kısa sürede verebileceği en doğru karar buymuş gibi gelmişti ama eve yaklaşmaya başladığında bu kararının ne kadar kötü olduğunu ancak kavrayabilmişti. Eğer Merie onu bu halde görecek olursa ne kadar kızacağını tahmin edemiyordu. Boyalar neredeyse yok olmuştu ve saçlarından ayaklarına kadar boyaya bulanmıştı. İçeri girmeye o kadar çok korkuyordu ki babası gelene dek kapının yanındaki küçük saçağın altında beklemeye karar verdi. Ayaklarını kendine çekip oturdu ve beklemeye başladı. Karnı acıkmıştı ve gözleri de kapanıyordu. Babasının gelmesine ise oldukça fazla vakit vardı fakat o pes edecek değildi. Ne yapıp edip yıkanmadan böyle kalmaya çalışacaktı. Ne kadar çok kalabilirse, bu ona yeterliydi. Sıkıca ayaklarına sarıldı, üşümesi artık akıl almaz boyutlara ulaşmaya başlamıştı ve gözleri kapanıverdi. Bir zaman sonra babasının sesiyle gözlerini araladı.

“Rin bu ne hal?” demişti babası ya da buna benzeyen bir şeydi, Rin pek emin olamadı.

Gözlerini açmakta zorlanıyordu ama emin olduğu tek şey babasının onu eve soktuğunda Merie’nin çığlık attığıydı. Babası onu yatağa yatırırken Merie hala bir şeyler için söyleniyordu ama bu kelimeler Rin’e çok boğuk geliyordu. Penceresi hemen yanında ve perdeleri de açıktı. Gök artık tamamen siyahtı ve Rin gözlerini daha fazla açık tutamadı. Bir ara annesi için gelen doktorun geldiğini görür gibi oldu. Adamın buruşuk suratını gördüğüne emindi. Babası onun yanında oturup dua ediyor gibi görünüyordu. Gözlerini tekrar kapatmadan evvel, Rin yine yarım yamalak duasını etti.

Başının üstünde bir ağırlık hissediyordu. Eliyle bu ağırlığa dokunmak istedi ama gücü yetmedi. Babasının endişeli gözlerini gördü. Ona mı sesleniyordu? Ne diyordu? Sesler sanki çok uzaktan geliyor gibiydi. Rin kafasını pencereye çevirdi. Gökteki bulutlar açık griydi ve tam o an Rin’in gözleri parladı. Güneş ışığı Rin’in yüzüne düştü ve onun yer yer mavi boyayla kaplı yüzünü aydınlattı. Rin gülümsedi ve bir daha uyanmamak üzere gözlerini yumdu.

Sokaktaki cesetlerin arasında üstü başı yırtık kıyafetlerle, sendeleyerek yürüyen bir adam handan içeri girdi. Hepsi korkunç görünüyordu. Onlara bakabilmek için insanın gerçekten güçlü bir midesi olması lazımdı. Besbelli bu karanlık bulutlarla birlikte, tüm diyarları etkisini alan vebanın işiydi. Kan Çağı’nın kapanmış olduğu ortadaydı. Yeniçağ ise Veba Çağı’ydı. Tanrı insanları bir kez cezalandırmıştı fakat bir kez daha cezalandırmaya karar vermiş gibiydi.

Hana giren adam oldukça dertli görünüyordu. Sessizce şarap isteyip, başını ellerinin arasına aldı. Ötelerden biri kederli sesiyle adama seslendi.

“Hey Kathan, bize bir öykü anlatsana?”

Kathan derin bir nefes aldı. Sesi yıpranmış bir kağıt gibi çıkıyordu.

“Korkarım anlatılacak tek bir öykü kaldı yoldaşlar,” dedi kederle.

“Demek öyküler bile vebaya yakalandı, ha Kathan?”

Kathan cevap vermedi. Öykülerin hepsinin sadece bir kişi için olduğunu da söylemedi. Hatta kendisinin Melanet Kral Raghâr olduğunu bile söylemedi. Söylenecek ve anlatılacak tek bir şey kalmıştı.

“Size…” Duraksadı.

Gözlerinin kenarından kontrolsüz bir yaş yanaklarından akıp gitti. Eskiden olsa böyle bir şey karşısında dehşete düşerdi ama şimdi anlayabiliyordu.

“Lanet olsun sana Kathan. Sen anlatana dek veba hepimizi öldürecek!”

“Size,” dedi bir kez daha, boğazı düğüm düğüm olmuştu. “Mavi makarnalı Rin’in öyküsünü ve onun kıymetini bilmeyen insanları, Tanrı’nın nasıl cezalandırdığını anlatacağım.”

Mavi Makarna” için 16 Yorum Var

  1. Merhabalar,

    Yarattığınız karakterler ilgimi çekti. Öyle ki hikâyedeki yerlerinden bağımsız olarak hepsinin kendi sesi vardı, kısa bir öyküye bunca karakteri yedirmenin zorluğuna değinmiyorum dahi. Teknik açıdan rahatsız edici diyebileceğim, pek nadir şekilde karşıma çıkan birkaç cümle vardı fakat onun hâricinde pek fazla bir şey çarpmadı gözüme, onlar da cümle yapısıyla ilgili ve yanılıyor olma ihtimâlim az değil.

    Karakterleri, kurgusu, inşası ve özellikle de sonuyla etkileyici bir öyküydü.

    Elinize sağlık.

    “Maviden bahseden birisi nasıl kötü olabilirdi ki?”

    1. Merhaba,
      Değerli vaktinizden ayırıp öykümü okuduğunuz için teşekkür ederim. Karakterlerle ilgili söyledikleriniz ise beni sevindirdi. İlk öykü yazmaya başladığımda bu benim için büyük bir sorundu. Hepsi sanki birbirinin kopyası gibi duruyordu. Söylediklerinize dayanarak bu problemi yavaş yavaş çözdüğümü düşündüm.
      Teknik açıdan evet bazı cümlelerde sorun var. Bunlar için bahanelere sığınmayacağım. Daha dikkatli olmaya çalışacağımdan emin olabilirsiniz.
      Güzel bir yorum almayalı uzun zaman olmuştu. Tekrar teşekkür ederim.

  2. Merhaba,
    Öncelikle vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim.

    —SPOİLER—-
    Tanrı konusundaki düşüncelerinize saygı duyuyorum. Ben nedendir bilmem öykülerimde tanrı olacaksa biraz farklı bir tutum sergiliyorum. Benim görüşüme göre hayatın adalet anlayışı her zaman beklenmedik olmuştur. Tanrı da bu bağlamda tutumlarında anlaşılmazdır. Bu bana göre anlaşılmaz olduğu için sanırım ben de bu kısımları beklenmedik yapıyorum. Hayatta hiçbir zaman beklentilerimize göre yaşayamıyoruz, belki de bu yüzden orası sizi rahatsız etmiştir. Evet Rin’e boya veren bir çocuk vardı ama onun hikayesini bilmiyoruz. Veba ona gerçekten uğradı mı bilmiyoruz. Bunlar çok belirsiz durumlar benim gözümde Joseff’in nasıl tepki vereceğini bilmiyoruz. Tek bildiğim şey ise bir hafta sonra Rin gelmeyince çok üzülecek olduğu. Belki de öldüğünden haberi olmuştur. Bunu da bilmiyoruz.
    Okuduğunuz için tekrar teşekkür ederim.

  3. Selamlar
    Öncelikle öykünüzü beğendiğimi belirteyim. Gerek kullanıcı adınız gerekse öykünüzde bol bol yer vermenizle mavi rengini oldukça sevdiğiniz anlaşılıyor. Masalsı üslubunuzu beğendim. Öyküdeki mavi makarnaların başına ne geldiğini bilmiyoruz. Birini Joseff alıyor ama diğerleri Rin’le beraber tarihe karışıyor sanki. Bir de Rin ve Joseff yalnızca bir kez karşılaşıyor ve arkadaşlıkları Rin’in ölümü sebebiyle yarıda kalıyor. Sanki birkaç defa daha görüşülse ve arkadaşlıkları pekiştikten sonra Rin hayatını kaybetse daha iyi olur gibi. Joseff’in üzüntüsünü de okumak isterdim. Naçizane görüşlerim bunlar. Öykünüzü beğendim. Bir okur kazandınız. Sevgiyle ve mavi kalın.

    1. Merhaba,
      Yorumunuz ve vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Aslına bakarsanız çok daha uzundu lakin sözcük kısıtlaması sebebiyle çok yerlerinden kırpmak ve birleştirmek zorunda kaldım. Önerileriniz benim için önemli, ileride öyküyü düzenlersem Joseff’in de duygularını ekleyeceğim. Teşekkür ederim, sizde mavi kalın.

  4. Merhabalar. Öykünüzü çok beğendim. Bir çocuğun gözünden anlatabilmek zordur; başarmışsınız, yadırgadığım yerler neredeyse yoktu. Belki karakter bir iki yaş daha büyük olmalıydı, emin değilim. Hikaye, kurgu, diyaloglar hepsi yerli yerindeydi. Harika detaylara sahipti öykünüz. Çok beğendiğim yerlerin yanında kendimce şöyle olsaydı dediğim yerler, cümle kusurları ve zamansal problemler sezdim öyküde. Ve haddimi aşarak şöyle bir şey yaptım: Öykünüzün kopyasını alıp satırların üzerine notlar aldım. Buradan da yazabilirdim ama çok yer kaplardı ve de zorlayıcı olurdu. osmaneliuz@hotmail.com bana buradan selam gönderirseniz size word formatında aldığım notları yollayabilirim. Tabii isterseniz. Bunu yapmamın sebebi mükemmelliyetçi olduğunuzu söylemenizdi ve de öyküyü çok sevmemdi elbette.
    Joseff karakteri öyküye güzel bir renk olmuş. Gayet sevimli, öyküye tat katan bir karakter. Ve final. Açıkçası finali de beğendim. Beni şaşırtan, oldukça etkileyen kısımları boldu. Seçkideki ilk öykünüz ama yazdığınız ilk öykü değil muhtemelen. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umarak kendinize iyi bakın. Ve bana darılmayın zira eminim aldığım notlarda haksız olduğum yerler de vardır 🙂

    1. Merhaba,
      Beğenmeniz beni çok mutlu etti. Özellikle sizden böyle şeyler duymak gerçekten çok güzeldi. Mailden ulaştırdığınız tüm detaylar için bir kez daha teşekkür ederim. Büyük emek vermişsiniz, üstelik hepsinde de haklıydınız. Ben de yardımlarınız sayesinde bu konulara daha çok dikkat edeceğim. Herhangi bir sebep olmadan da böyle yapmış olsaydınız, darılmazdım. Benim için her yönlü eleştiri yapıcıdır, üstelik sizin bu emeğiniz ise takdir edilmesi gereken bir şey. Bana çok faydanız dokundu. Ne diyeceğimi de bilemiyorum. Böyle iyiliklere pek alışkın değilim açıkçası, hayatımda ilk defa başka birisi benim için bu kadar emek harcadı. Diyemediğim şeylerin kusuruna bakmayın, insan bazen gerçekten söyleyecek söz bulamıyor hele de ben gibi alışkın değilse. Sağlıcakla kalın.

      1. Merhaba 🙂
        Çok uzun bir zaman diliminde almadım o notları, öykünüzle ilgilenmesem yapacak daha iyi bir işim de yoktu inanın. Öykünüzü çok beğenmiştim, kendimce küçük pürüzlere değinmek istedim, bu açıdan zamanımı oldukça eğlenceli kıldınız. Sizden olumlu yanıt aldığım için de mutluyum; insanlar beklenmedik tepkiler verebiliyor 🙂 Öykünüze küçük bir teşekkür olsun o notlar. Kendinize iyi bakın. Gelecek seçkilerde de görüşebilme ümidiyle…

  5. Merhaba;
    Masal tadında cok güzel bir öykü. Zevkle, merakla okudum. Baslarda rengin olmadığı bir yerde çocuk maviyi nasıl biliyor diye düşündüm. Yani teorik olarak degil de gordugunde bu mavidir’i nasıl biliyor. Sonra ayakkabilarla bu detayı vermenizi sevdim. Atlamamişsınız:) Ellerinize yüreğinize sağlık

    1. Merhaba,
      Vaktinizi ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Detayı ise başlarda vermeyi düşünmüştüm ama hikayenin akışına sekte vururmuş gibi geldiği için aşağılara çekmek durumunda kaldım. Hoşça kalın.

  6. Mai Vaveyla merhaba,

    Seçkiye hoş geldiniz ve açıkçası bu seçkide okuduğum güzel öykülerden birisi oldu öykünüz. Öykünüzde bazı hatalar gördüm ancak yorumları okuyunca benden evvel bu hatalara değinenleri de gördüm. Aşağıda bahsedeceğim ama baştan da söylemiş olayım. Beğendiğim ve hata gördüğüm birçok noktada Osman Eliuz ile benzer düşünüyorum. Ellerinize sağlık, kaleminize kuvvet. Birkaç öykünüzü daha okuma imkanım olursa sizinle ilgili eleştirilerim daha özel bir ifade alanına sahip olabilir. İlk kez bir öykünüzü okuyorum. Dolayısı ile yorumum biraz yüzeysel kalırsa, bu noktada da anlayışınıza sığınıyorum.

    Dili kullanmak noktasında, giriş cümlenizle başlayan ve son ana kadar devam eden bazı sıkıntılar vardı hikayenizde. Yanlış kelime seçimleri, zaman hataları ya da eksik cümle ögeleri gibi problemler vardı. Örneğin: “Neyse ki buradaki hiç kimsede bu akıl mevcut değildi yoksa hancının hali nece olurdu?” cümlenizde kullandığınız hatalı bir ifade var. Nece değil, nice olmalı idi. Yine başka bir problem hemen devamındaki “Hancı alışılageldiği gibi göbekli biri de değildi.” cümlenizde dikkatimi çekti. Bu cümlenin öncesinde hancı ile ilgili herhangi bir özellikten bahsetmediğiniz için, kullanılan -de anlamı ve akışı bozmuş. Ayrıca yine ifade etmem gerekir ki, imla konusunda bazı problemler gözüme çarptı. Ancak çok önemli ayrıntılar değiller bunlar. Metin biraz toparlanabilir, düzeltilebilirse, hikayesi ve kurgusu noktasında çok başarılıydı. Özellikle diyalogları başarılı bulduğumu ifade etmeliyim. Karakterleri yönetmede de iyisiniz, kalabalık bir ekibi, uzunca bir hikayede iyi idare etmişsiniz. Yine de bazen işlerin karıştığını düşündüğüm yerler olmadı diyemem. Bu güzel öykü için ve geçirdiğim hoşça vakit için teşekkür ederim.

    Osman’ın yorumunu okuyana ve size detaylı bir eleştiri yaptığını öğrendiğim ana kadar ben de epey detaylı bir şey yazmayı düşünüyordum. Ancak Osman’ın da aşağı yukarı aynı problemlere parmak basmış olabileceği ihtimali üzerinde durarak, uzatmak istemiyorum. Bu nedenle yapmak istediğim eleştiriyi daha minimal tutmaya karar verdim ve burada da bitiriyorum. Bu güzel öykü için ve geçirdiğim hoşça vakit için teşekkür ederim.

    Gelecek seçkilerde görüşmek üzere.

    1. Merhaba,
      Öncelikle vaktinizi ayırdığınız ve yorum yaptığınız için teşekkür ederim. Şu zamanda yorum yapmaya erinen çok insan gördüğümden her yorum benim için gerçekten değerli. Beğenmenize sevindim ve evet benim için oldukça kusurları olan bir öyküydü.
      Zaman hataları konusunda haklısınız, genelde içimden geldiği gibi yazar ve daha sonra zaman karmaşalarını düzeltirdim. Biraz dikkat dağınıklığı biraz da stres sebebiyle biraz fazla gözümden kaçmış. Bu yüzden özür dilerim. Bir sonrakinde daha da özen göstereceğim inşallah.
      “Nece” kelimesine çok fazla takıldım. Her okuduğumda bir sorun varmış gibi geldi lakin bu sorunu görememiştim. Nasıl ferahladım bilemezsiniz. İnsanın bazen aklı duruyor. Bakıyor ama göremiyor.
      Hancı konusunda da sanırım anlatım şekline göre baktığım için fark etmemişim. Sanki biri anlatırmış gibi kafamda canlandırdığımdan ve cümleyi tek başına ele aldığımdan, öncesiyle ilgilenmediğimi fark ettim sayenizde. Umarım gelecekte bunları daha rahat görürüm.
      Detaylı ve insanın ufkunu açan yorumunuz için ben teşekkür ederim. İnsan hataları gösterildikçe aydınlanıyor. Hoşça kalın.

  7. Merhaba,
    Seçkiye hoş geldiniz.
    Uzunluğuna rağmen akıcı ve merak uyandırıcı bir öyküydü. Göze batan bariz bir hata yoktu öykünüzde. Konu ve işleniş gayet güzeldi. Bunun haricinde küçücük bir şey vardı sevemediğim. O da öykünün adı. Bilemiyorum makarna yerine başka bir şey mi olmalıydı çocuk karakterin bulduğu? Çocuk onu makarnaya benzetiyor ama öğreniyoruz ki makarna değil. Epey para eden bir şey. Belki taş olsa, mavi taş ya da başka bir şey… Elbette bu yazarın seçimi ama okur olarak tek ısınamadığım noktayı da belirtmek istedim.
    Ama her haliyle bu ayki seçkinin en sevdiğim öykülerinden biri oldu öykünüz.
    Kaleminize kuvvet.

    1. Merhaba,
      Zamanınızdan ayırıp öykümü okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim. Öykünün adı benim için özel bir şeydi. Taş veya başka bir şey olsa da çok sıradan olurdu benim için. Genelde öykü yazarken bu tip şeyler kullanırım. Biraz garip duruyor farkındayım 🙂 Tekrar teşekkür ederim. Hoşça kalın.

  8. Merhaba Mai Vaveyla,
    Genel olarak kurgusu hoş olmakla birlikte, okurken Türkçe dublajlı film etkisi yarattı bende. Dil kullanımı Türkçeden epey uzaktı. Zira, eski Türkçe kelimelerin aralarına yabancı kelimelerin serpiştirilmiş olması da fazlasıyla rahatsız ediciydi; bütünlüğü bozuyordu. Özellikle “Hakikatle eminim ki” ifadesi kulak tırmalayıcıydı. Onun dışında kurgusu gerçekten hoştu. Beğendim. Dil kullanımına dikkat ettiğiniz ve Türkçeye yaklaştığınız takdirde daha iyi eserler ortaya çıkacağından eminim.

  9. Merhaba, öykünü görünce ne kadar da uzun bir kısa hikaye diye düşündüm. Hepsini okuyunca anladım ki, çok daha uzun olmalıymış. Bütün hikayeler yarım kalmış. Bu sebeple de iç içe geçmiş olması gereken öyküler birbirinden ayrı düşmüş. Kelime sınırı olmasaymış sizin için iyi olacakmış. Hikayeye adını veren makarnanın önemi belli değil mesela… Tamam çok para ediyor. Fiyatı belli, ama değeri? Ne işe yarıyor, belli değil. Sebep sonuç ilişkisi öykünün dışında kalmış. Makarna çöpe nasıl geldi? Kız makarnayı buldu da ne oldu? Bulmasaydı hikayede ne değişirdi? Mavi makarnanın bulunması ufak kızı sevindiriyor, ama boya karşılığı makarnadan vazgeçebildiğine göre, kız açısından bile önemi belirsiz. Hikayeye giren diyemem, başını sokup bi arkadaşa bakıp çıkan çocuk Joseff bu hikayede hiç olmasa ne değişirdi? Mesela Rin köyün zenginlerin evinin etrafında sabaha kadar dönüp içeri giremeden dönseydi ne fark ederdi? Ya da o evin çöpünde boya bulsaydı? Rinin ağabeyi ne oldu? Bu gibi cevapsız çok soru var. Ya kasten ya da kelime sınırından bu hikayeler eksik kalmış. Hepsi tamamlansa daha tatmin edici bir hikaye olabilirdi. Eğer olayları derinleştirme fırsatın olsaydı, karakterleri de daha derin anlatıp tanıtabilirdin. Bu hikayedeki altı karakterden sadece Rini tanıdık. O da gitti. Keşke kalsaydı. Rini sevdirecek kadar iyi anlatmıştın. Tebrikler. Diğer karakterlerin de üzerine o kadar düşersen daha iyi olacaktır, diye düşünüyorum. Yeni hikayende görüşürüz. Tüy kalemine sağlık. (Klavyene sağlık demekten iyidir bence.)

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *