Biraz yürüyesim vardı bu gün ama yağmurun şiddetini artırması ve şemsiyemi yanıma almamam yüzünden sırılsıklam ıslandım. Evsiz bir kedi gibi etrafta sığınacak bir yerler ararken ilerde ki boş otobüs durağı çarpıyor gözüme. Koşar adım durağa sığınıyorum. Bir süre sonra yağmur şiddetini biraz daha artırıyor. Duraktan gelen giden taksilere el etmeye başlıyorum ama bu havada, bu şehirde boş taksi bulabilmek neredeyse imkânsız. Sonra bir ümit uzun zamandır kullanmadığım ve binmemeye özen gösterdiğim otobüslere el etmeye başlıyorum.
Cebim üç kuruş para gördü göreli hem toplu taşıma araçlarından ve hem de toplu taşıma araçlarıyla yolculuk yapan insanlardan sürekli kaçtım. Sabahın köründe başlayan koşturmacada, insanların paket edilip soluk alacak yer kalmayıncaya kadar dolduruldukları o eski dolmuşlarda ve otobüslerde geçirdiğim yıllarda söz vermiştim kendi kendime. Gelmeyen, geldiği halde beni almayan, tek yolcu olduğum zaman bir suçluymuşum gibi, artık insede kurtulsak edasıyla küfreder gibi yüzüme bakan şoförlerden, patavatsız muavinlerden o kadar bıkmıştım ki artık cebimde üç liram varsa yarısını verip taksi tutar hale gelmiştim.
Bakmayın kızdığıma, benim babamda uzun yol şoförüydü. Fakat o sadece taşıdığı malzemelere, iş yaptığı firmalara en çok da yolda hata yapan sürücülere küfrederdi, arada anneme ve bize ettiklerini saymazsak.
Üzerimde mevsimlik bir mont, hakim yaka bir gömlek, kanvas pantolonum ve yeni aldığım mevsimlik ayakkabılarım. Yağmur biraz soluk almaya müsaade edince ayağa kalkıp gördüğüm otobüslere yeniden el etmeye başlıyorum. Varlığımın farkında bile değiller.
Yağmur aptal ıslatan kıvamına geliyor. Durağın değişitiğine kanaat getirerek çantamı almak üzere banka yöneldiğimde durağın köşesine oturmuş, elinde mahalle arasında çiçek satan romen kızlardan alındığı belli olan, avam işi, karanfillerle süslü, pespaye bir buket gül tutan, üzerinde nuh nebiden kalma bir takım elbise, alacalı bulacalı bir kravat, ayağında yazlık iskarpinler, yorgun yüz hatlarına sahip, gözleri yuvalarında kaybolmuş, saçları yer yer dökülmüş, umutsuz bir bekleyişte olduğu herhalinden belli olan, sırılsıklam ıslanmış zayıfça bir adam görüyorum. Muhtemelen ben heyecanla otobüs durdurmak için çırpınırken gelip bankın köşesine kıvrılmış. Bir süre bakakalıyorum adamcağıza, sonra kentin meczuplarından biridir diye düşünüyorum. O ise beni ilk gördüğünde biraz korku, biraz tereddütle bankta biraz daha küçülüyor. Bir süre bakışıyoruz. Neden sonra hiç orada değilmişim gibi yeniden gelip geçen otobüslere bakmaya başlıyor.
Konuşup konuşmama arasında kararsızlığım devam ederken, “pardon artık otobüsler burada durmuyorlar mı?” diyorum.
Yüzüme bile bakmadan kısık sesle“ Bende bekliyorum hala gelmedi” diyor. Ne beklediğini merak etsem de soramıyorum. Adamın meczupluğundan şüphem yokta bu kimi bekler, kim gelir böyle bir meczuba, bu daha çok meraklandırıyor beni. Arkadaşlarla Mavra malzemesi çıktı bana diye düşünüyorum. Sağa sola bakıştırırken ıslanmış, kurumuş, sararmış bir kağıdın üzerinde mürekkebi akmış yazıları okumaya çalışıyorum. Yazıda otobüs durağının beş yüz metre ileriye taşındığı yazıyor. Adama yaklaşıp yazıyı işaret ediyorum. “Bu duraktan artık otobüs kalkmıyormuş, isterseniz yeni durağa gidelim belki orada bekliyordur” diyorum, ne beklediğini bilmeden.
Bir süre yüzüme baktıktan sonra kalkıyor ve yan yana yürümeye başlıyoruz. Aramızda garip bir iletişim var. Fısıltıyla bir sır veriyormuşçasına “az önce ajanslardan dinledim, birazdan fırtına çıkacak, çok geç kaldı, her kes bizi bekliyor,” diyor kendi kendine. Ağzımdan “ne fırtınası” lafının nasıl çıktığını bilmiyorum ama ben ne fırtınası derdemez, “deniz tarafından gelecek, deniz yükselebilir, yollar kapanabilir” diyor. Fırtına lafını duyunca içim titriyor, aklımdan binlerce şey geçiyor. Sonra ablam geliyor aklıma güzel ablam benim.
Yürüdüğümüz yerde elinde ki çiçekleri sanki biri ondan alacakmış gibi sıkı sıkıya tutuyor. Ona fırtına çıkmayacağını söylüyorum ama nafile. Lafımı kale almaz bir tavırla yanımda yürümeye devam ediyor. Artık dayanamayıp kimi beklediğini soruyorum, romantiz için yaşı çok geçkin olan yol arkadaşıma. Biraz çekingen, biraz umutsuz bir şekilde Esma’yı diyor. Esma ismini duyunca garipleşiyorum. Dahasını sorup sormamak arasında karasız kalıyorum. Yolumuz üzerinde yer alan dükkanlardan birinin önünden geçerken “Murat gelmedi mi hala?” diyen esnafın sesini duyuyorum. Sonra yol arkadaşımın başıyla gelmedi gibisinden bir işaret yaptığını farkediyorum. O zaman onun uzun süredir gelmesini beklediği bir sevgilinin yolunu gözlemlediğini anlıyorum. Vefakar, çileli, umutsuz bir bekleyişin içinde ki yol arkadaşıma, vefasından dolayı biraz gıptayla, akılsızlığından dolayı da acımayla karışık bir his kaplıyor içimi.
Bu şekilde on dakika kadar yürüdükten sonra insanların birbirlerini ite kaka otobüslere binmeye çalıştıkları bir yığına doğru yaklaşıyoruz. Az önce ki durağın neden o kadar insancıl olduğunu daha iyi anlıyorum. Ağır adımlarla isteksizce uzun zamandır uzak durduğum kalabalığın içine girerken yol arkadaşımı arıyor gözlerim. O anda Esma ismi dönüp duruyor kafamın içinde. Otobüse binmekten vazgeçip Murat’ ı aramaya başlıyorum. Arkama dönüp baktığımda kalabalığın içinde onu bir daha göremiyorum.
Sonra fırtına ve Esma isimleri yeniden dönmeye başlıyor beynimin içinde. kentteki son fırtına on yıl önce çıkmıştı. Hani ablam Esma’nın eve gelmediği o lanet gün. Kara çarşamba demişti annem. İki gün beklediğimiz ablamın cansız bedeni bir kaç gün sonra sahile vurmuş bir halde bulunmuş ve bize teslim edilmişti. Güzel esma artık o meşhur kahkahalarını atmıyor, bize ukala ukala takılmıyordu. Yüzü solmuş gözlerinin feri sönmüştü onu son kez morgda gördüğümde. Annem, ablam kaybolduğu günden sonra gülmedi bir daha. İlginç olan iş yerinden erken çıkan ablam bizim mahalleye gelen otobüslere değil de tam ters istikamete giden otobüse binmiş ve çıkan fırtına da yükselen deniz onun bindiği otobüsü ve ablamı yutmuştu. O günden sonra denize bir daha hiç sempatiyle bakamamıştım.
Sırılsıklamken makul olan bir meczubun peşine takılmak değil eve gitmektir ama Murat’ ın hikayesini merak ediyorum, içinde Esma var çünkü ya ikimizinde Esma’ sı aynıysa. Geri dönüp geldiğim yolda ilerlemeye başlıyorum. Durağa vardığımda onu göremiyorum. Sanki orada, o bankta kıvrılmış elinde çiçekleriyle bekliyor olması gerekiyor. İçimi bir huzursuzluk kaplıyor. Ona seslenen esnafı bulmak için duraktan az önce yürüdüğümüz istikamete doğru yürümeye başlıyorum.
Önünde cips ve ucuz şekerlemelerin satıldığı, rafları tozlu bakkal dükkanına giriyorum. İçeri girdiğimi bile farketmemiş gibi yerinden kalkmadan sigarasını tüttüren yaşlı adamdan bir paket sigara istiyorum. Paraya ihtiyacı yokmuş da sırf burada omak için bu dükkanda durur gibi bir izlenim veren yaşlı adam başıyla yok işareti yapıyor. Ağzından bir kelime dahi laf alamadığım bu adamı konuşturabilmek adına ne yapacağımı bilmez bir halde dükkanın sağına soluna bakınıp alacak bir şeyler arıyor gözlerim. Sonra adını sanını duymadığım bir kola, bir kaç paket bisküvi alıyorum. Hesabı öderken, “Murat” diyorum. “Murat’ı tanıyor musunuz?” Başını sallıyor ihtiyar. “Murat bizim divane Murat mı?” başımı sallıyorum. “Kim tanımaz ki burada Murat’ ı” diyor. Sonrada “Biraz önce buradaydı. Hala durakta olurdu ama az önce biriyle yürürken gördüm Allah vere de kaybolmasa fukara. ” diyor.
Peki Murat neden gelir buraya dememe fırsat kalmadan adam hikayeyi merak ettiğimi anlamış olacak ki anlatmaya başlıyor. “ Murat on yıl önce sevdiği kızı ailesiyle tanıştırmak için davet etmiş. Tabi o günün şartlarında kızcağız otobüsle gelecek, Murat da adam akıllı hazırlanmış ve elinde çiçeklerle Esma’ nın ineceği durağa yani buraya gelmiş ve beklemeye başlamış. On yıl önce çıkan fırtınayı anımsarmısınız bilmem kentte göz gözü görmüyordu. O gün Esma hiç gelmemiş. Murat yağmur ve fırtınaya aldırmadan sabaha kadar durakta Esma’yı beklemiş.”
Hikayeyi dinlerken gözlerim nemlendi. Demekki Esma’ yı bekleyen sadece biz değilmişiz. Bu arada yaşlı adam bana bir tabure uzattı ve oturmamı işaret ettikten sonra bir bardak da çay uzattı. Sonra anlamaya devam etti. “Murat o günden sonra Esma’ dan hiç haber alamadı. Bir kaç gün sonra fırtınada yükselen denizin yuttuğu otobüste can veren yolcuların cesetleri sahile vurdu ve çarşaf çarşaf gazetelerde yayınlandı. Esma yı aramak için çalıştığı hastaneye giden Murat Esma’ nın fırtınada öldüğünü öğrendi ama bunu hiç bir zaman kabullenemedi. Murat O günden sonra her gün aynı saatte buraya gelir, umutla Esma’ nın gelmesini bekler. Ta ki annesi gelip onu götürünceye kadar. Sahi siz nerden tanırsınız Murat’ ı” dedi. Birkaç kez durakta karşılaştığımı ve hikaysini merak ettiğimi söyledim.
Sonra yaşlı adama teşekkür ederek bakkaldan ayrılırken utanmasam hüngür hüngür ağlayac. Canım ablam ne vefalı bir sevgili bırakmıştı ardında. Zavallı Murat bu ne vefa. Her gün gelmeyecek sevgili için köşedeki romen kızdan bir buket çiçek alacak kadar romantik, umutlarını kaybetmeyecek kadar sevgilisinden emin.
Birkaç gün sonra Murat’ ı görebilmek umuduyla aynı sokağa geliyorum. Durağa takılıyor gözlerim. Murat yok. Umutsuzca yürürken “çiçek verelim mi abey” diyen köşede ki çiçekçi kızın yanında alıyorum soluğu. Hazırlanmış bir buket çarpıyor gözüme, “şunu bana verebilirmisiniz” diyorum? Romen kız “olmaz abey o sahipli yenisini yapam sana” diyor. Çok para veririm diyorum. Cebimden çıkarttığım bir elliliği uzatınca romen kız “Murat abey zaten iki gündür yok gelirse yenisini yaparım” diyor kendi kendine ve buketi bana uzatıyor. Bir kart istiyorum üzerine “Murat&Esma sevgilerle” yazıp durağa yöneliyorum. Sonra bir süre elimde çiçeklerle Murat gibi Esma’ yı canım ablamı bekliyorum. Sonra da buketi durağın bankları üzerine bırakıp kentin kalabalığına karışıyorum…
Merhaba, çok içten, sıcak bir öykü olmuş. Ellerine sağlık, ama neredeyse bütün bağlaçları yanlış kullanmışsın, bir de iki yerde sözcük eksik kalmış, son bir kaç harf yoktu. Bir de doğrusu hangisi emin değilim ama aptal ıslatan değil de ahmak ıslatan diye biluyorum. 😉
Öyküyü çok beğendim. Çoğu aşk hikayesi gibi boğmuyor gayet samimi ve basit. Aşkların olması gerektiği gibi.
Değerli yorumunuz için teşekkür ederim dostum