Sonbahar kendisini belli etmemek için güneşin ardına sığınmış, yazdan kalma son günleri döküyordu takvimden. İmparator düşünceli bir şekilde alnında biriken teri silerken, sonsuz bir geleceğin kaygısını da sırtında taşıdığının farkındaydı. Başını öne eğmiş, tahtının tek varisi olan oğluna kaçamak bakışlar atıyordu elindeki bir bardak suyu sımsıkı kavramış otururken. Şimdiden epeyce serpilmiş, dudaklarının üzerinde belli belirsiz bıyıkları terlemeye başlamış olan bu genç delikanlıdan daha ne kadar saklayabilirdi ki sırrını? Er ya da geç her şey açığa çıkacaktı.
Her şey, imparatorun av merakından dolayı gittiği o geniş ormanın bir kuytusunda başlamıştı…
Belinde kılıcı, sırtında sadağı, elinde yayı olduğu halde, atının üzerinde ormanın derinliklerine doğru ilerlemişti çoktan imparator. Arkasında mahiyeti, onu sessiz sedasız takip ediyorlardı.
Az ileride, çalıların arasındaki bir kıpırtının varlığı titretti tüm bedenini. Çalıların hareketiyle hafiften bir rüzgâr esti sanki; tüm tüyleri diken diken oldu imparatorun. O çalıların ardında bir ceylandan başkası olamazdı. Gerçek bir avcı, işte böyle tüm varlığıyla hissederdi avını.
İlk oku fırlattığında, imparatorun mahiyetindeki adamları çığlık çığlığa kalakaldılar. Atlar bile ürkerek kendi seslerine yabancı bir kişneme tutturup şaha kalkmışlardı. Çalıların arasından uzanan bir el, imparatorun fırlattığı oku havada yakalamıştı çünkü!
İmparator tüm soğukkanlılığıyla atından inerken, mahiyetindeki adamları çoktan kaçıp gitmişlerdi. Korku, bilinmez bir yerden geliyorsa eğer, imparatorun sonrasında kendileri için vereceği ölüm fermanından daha etkili olmuştu çünkü.
Çalıların arasından çıkan el tekrar çalıların arasına gömüldüğünde, imparator yavaş adımlarla ilerliyordu o yöne doğru.
“Bir el… Bu bir insan eli, ama bu bir ceylandan başkası olamaz…” diye düşünüyordu bir taraftan da.
Çalılar tekrar oynaşmaya başlayınca, nazik olduğu kadar da heybetli bir ceylan belirdi sonunda. İmparatorun duyguları, düşünceleri karşılıksız çıkmamıştı.
Peki ya o el nereden çıkmıştı?
Yayını gerip bir ok daha fırlattı imparator vakit kaybetmeden. Okun çıkardığı ıslık sesiyle irkilip koşmaya başlayan ceylan, okun karnına isabet etmesinden kendini kurtaramamıştı.
Koşa koşa, zıplaya zıplaya kaçmaya başlayan ceylanın peşine takıldı imparator. Yere damlayan kan izleri sayesinde, ceylanı gözden kaybetse de izini sürebilecek ve onu yıkılıp kaldığı yerde rahatlıkla bulabilecekti.
Fakat kan izlerini takip ettiğinde, kendisini ormanın kuytuluklarındaki derme çatma bir kulübede buldu. Kulübenin kapısını yine korkusuz ve sert bir tekmeyle açınca, karşısında gördüğü manzara karşısında bir an kalakaldı:
Yaşlı bir kadın, karnındaki oku çıkarmaya çalışıyordu!
(Hikâyemizi böyle uzun uzadıya anlatmaya devam edersek, sayfalarca bir anlatı olacaktır, emin olun. Fakat hikâyemizin başını, yani anlatmak istediğimiz asıl öyküyü ıskalamak istemeyiz. Yoksa biz anlatıcıların ne kadar geveze, ne kadar şehvetli olduğunu bilirsiniz: Binbir gece hiç susmadan anlatsak, yine de yorulmayız!)
İşte o garip, ceylan donuna bürünüp ormanda av olan yaşlı kadın vermişti imparatora Kafdağı’nın ardından gelen suyu. Öyle bir suydu ki bu, bir içen bir de içmeyen pişman olurdu.
“Bu suyu içersen,” demişti yaşlı kadın, bir taraftan da karnındaki ok yarasına şifalı otlar bastırıyordu, “ister inan ister inanma, ölümsüz olursun. Bu su, Kafdağı’nın ardından gelmiştir. Gel gör ki, Kafdağı’nın ardından gelen bu suyu daha önce kendine güvenip de içen olmamıştır. Bir düşün…”
Ölümsüz olmayı kim istemez?
Ya da…
Kim ister dünyanın un ufak hale gelip yok olacağı sona kadar, bilinmez asırlar boyunca yaşamayı?
İşte bu su şimdi elinde duruyordu imparatorun, tahtın tek varisini göz ucuyla süzerken. Oğlu tahta hiç geçemeyecekti eğer bu suyu bir dikişte içip sıcak sonbahar gününde içini sonsuza dek serinletirse.
İmparator bu düşüncelere dalıp gitmişken, oğlu geliverdi yanına nefes nefese.
“Baba, çok susadım, sen içmiyorsan ben içebilir miyim sudan?”
İmparator, daldığı tüm düşüncelerden bir anda sıyrılıverdi. Ne diyeceğini, ne yapacağını şaşırmış bir şekilde önce sessiz kaldı. Sonra kendini toparlayıp şöyle deyiverdi oğluna:
“Bak oğlum… Eğer bir ömür, hatta binlerce ömür boyu susuzluğunu gidermek istersen, sana diyeceğim tek şey şu olur: Kafdağı’nın ardına git, Kafdağı’nın suyunu bul ve iç. Ama bunu benden isteme!”
İşte böyle dedi ve attı su dolu bardağı elinden. Paramparça olan kristal bardak tuzla buz olmuş, dağılıvermişti dört bir yana. Kafdağı’nın ardından gelen ölümsüzlük suyu ise sarayın tabanında küçük bir gölet oluşturmuştu.
Sarayın miskin kedisi Kafkaf, şimdi kana kana yalıyordu bu ölümsüzlük göletini…
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.