Öykü

Ölümsüz Kanatlar


Ansızın bir siluet belirdi gecenin içinde. Islak toprağa adım attı. Sonsuzluğa uzanan çimler, ayaklarının altında; rüzgârın eşliğinde yavaşça sallanıyordu.

Gecenin karanlığında parıldayan, binlerce yıldızın altında bir diğeri, hemen ardından geliyordu.

Çıplak vücutlarına vuran ay ışığının altında; ölümsüz kanatları, hayalet rüzgârın ihanetiyle sanki ağlıyordu. Onlardan dökülen narin beyaz tüyler, rüzgârın etkisiyle bir an karanlığın içinde kıvrılıyor ve ardından sonsuzluğun içine karışarak sessiz bir damla gözyaşı gibi kara toprağa adım atıyorlardı.

Yüzleri ifadesizdi. Gözlerini dikmiş, uçsuz bucaksız karanlığın içinde beliren ahşap, sade bir kapıya bakıyorlardı.

Kapı da onlar gibi yalnız ve eşsizdi. Solmuş ahşabın üzerine bir sembol kazınmıştı. Bir çift melek kanadı.

Kadının yüzünde bir umut ifadesi belirdi yavaşça. Kocasının elini tuttu ve yavaşça kapıya ilerlediler. Bir an duraksadıktan sonra elini kanatlarına götürdü ve yumuşak tüylerin üzerinde gezdirdi elini. Yüzündeki ifade kaybolmuştu.

Elini kapıya yaklaştırdı ve kanatlardan birinin üstünde koydu. Kocasına baktı. Bir damla gözyaşı süzüldü solgun yüzünden aşağı.

Genç adam son kez arkasına baktı ve eşinin yaptığını yaptı, elini soğuk meşenin üstüne koydu.

Parlak bir ışık belirdi kapının ardında. Ve kapı gecenin sessizliğini bölerek gıcırtıyla açıldı. Beyaz ışık göz kamaştırıcıydı.

İki melek eşikten içeri, sonsuzluğa adım attı.

Kapı, varisini beklerken, son bir kez daha açılmak üzere gecenin içine kapandı.

Aynı anda dünyanın başka bir yerinde bir bebek yeni ailesine kavuşurken ilk kahkahası sessiz evreni dolduruyordu.

***

“Ah, hadi ama Tom! Uyumam lazım! Bugün çok önemli bir sınavım var!”

Beagle cinsi biricik yavru köpeğimiz, Tom; yatağımın üstünde hızla koşturuyor, sanki onu dışarı çıkarmam için yalvarıyordu. Aslında haklı olabilirdi. Yatağımın veya halımın bir köşesinde küçük, sevimli sarı lekeler bulmaktan sıkılmıştım.

Ona bakarken gülümsememe engel olamadım. Bir ay önce okulun orada, çalıların arasında neredeyse soğuktan donmak üzereyken bulmuştum onu. Annemi, eve almamız için ikna etmem ise çok kolay olmuştu.

Yataktan kalktım ve hızla üniformamı giymeye koyuldum. Bir yandan da sırıtarak Tom’u izliyordum. Tom burnunu halıya dayamış heyecanla bir şey arıyor gibi gözüküyordu. Yatağımın altında gözden kaybolduğunda kendimi kahkaha atmamak için zor tutuyordum.

Bir an sonra dışarı, ağzında küçük yeşil bir defterle çıkmıştı.

“Heey! Günlüğüm! Ver onu bana Tom!”

Bir elimle gömleğimi iliklerken diğer elimle de defterimi kurtarmaya çalışıyordum. Birkaç tur odanın etrafında döndükten sonra iç çektim ve o defterimi salya içinde bırakırken gülümseyerek onu izlemeye başladım.

Bir an sonra şaşkınlıkla başını kaldırdı ve ne yapması gerektiğini hatırlamış gibi bana baktı. Sonra da defteri halıya bırakıp hızla odadan dışarı fırladı.

Uzanıp parmak ucumla defteri tuttum ve son haline baktım. Pek de iyi görünmüyordu. Temize çekmem gerekecekti, ama bu bekleyebilirdi.

Sessizce kapının önündeki çantamı omzuma astım ve Tom’u kucağıma aldım. Ardından annemle babam içeride mışıl mışıl uyurken kapıyı açıp geniş bahçemize adım attım.

***

Eve geldiğimde annem dolaba bir not bırakmıştı. Dolapta makarna olduğuyla ilgili zırvayı buruşturup çöpe attıktan sonra odama geçtim. İyi ki anahtarlarımı yanıma almıştım.

“Evet. Günlük, günlük. Söyle bana yeni, salyalı halinden memnun musun?”

İç çektim ve masada duran eski günlüğümle, yeni aldığım küçük sevimli deftere baktım.

“Seni özleyeceğim.” diye mırıldandım ve ta 5 yaşındayken yazmaya başladığım günlüğümü elime aldım.

Yüzüme düşen bir bukleyi kulağımın arkasına sıkıştırdığım gibi sayfaları karıştırmaya başladım.

Bazı can alıcı anılarım gözüme çarpıyordu. Çoğu, hiçbir zaman kavrayamadığım olaylarla ilgiliydi. Ve bunlar hakkında kimseye bir şey söylememiştim.

23 Mayıs 2003, Beş yaşındayken.’

“Tatlım? Neden bana öyle bakıyorsun, bir sorun mu var?” demişti annem. Kahvaltı ediyorduk ve salonda asılı olan aynaya bakakalmıştım.

“Sen de benim gördüğümü görüyor musun, anne? Aynada.”

Annem şaşkınlıkla aynaya bakmış ve endişeli bir bakışla bana cevap vermişti.

“Nasıl?”

“Bir kapı. Tam arkamda bir kapı görüyorum…”

Bundan ona ilk defa bahsediyordum. Önceleri bunun üstünde çok düşünmemiştim.

Ona kapıdan bahsedince, bana anlamsız anlamsız bakmış ve beni yukarı yolladıktan sonra babamla hararetli bir tartışmaya girişmişti. Üst kattan bazı kelimeleri seçebiliyordum.

Ailesi… Hayaller… Hastalık…”

Evet, aynada kendimi görüyordum. Etrafımı yeşil çimler çevrelemişti. Ve arkamda da bir kapı vardı. Ahşap bir kapı. Kapının üzerine uzaktan seçebildiğim kadarıyla bir çift beyaz kanat oyulmuştu.

Bir daha bunu kimseye anlatmamıştım. Çünkü büyüdükçe bundan o kadar da emin olmadığımı fark etmiştim. Bazen, çok dikkatli bakınca her şey eski haline dönüyor, kapı ve vadi ortadan kayboluyordu.

İç çektim ve başka bir sayfaya geçtim. Birkaç sene önceydi.

30 Kasım 2008, 10 yaşındayken.’

“Korkularımız… Bugünkü konumuz, bu. Söyle bakalım Kelly. En büyük korkun nedir?”

Arka sırada oturan Kelly, ayağa kalkmış ve cevap vermişti.

“Örümcekler, öğretmenim.”

Öğretmenimiz gülümsemişti. Sonra bana dönmüş ve aynı soruyu sormuştu.

“Peki, sen Yaprak. Sen nelerden korkuyorsun?”

Bir an duraksamış ve cevap vermiştim.

“Kapılardan korkuyorum, öğretmenim.”

Sınıfta yankılanan kahkahalara öğretmenimizin alaycı gülümsemesi eklenmişti.

Yüzümü ekşittim ve günlüğümü kapadığım gibi matematik kitabımı çıkarıp not almaya başladım.

***

Ve bir gün anladım.

Dershane erken bitmişti. Anne ve babamın işte olduğunu sanıyordum.

Fark etmeden mutfağa dalınca onları tartışırken buldum. Önlerinde bir yığın resmi belge vardı. Daha ben ne olduğunu anlayamadan babam bana öfkeyle baktı ve kapıyı çarptığı gibi hırsla dışarı çıktı. Annemin gözleri dolmuştu. Tam ne olduğunu soracaktım ki, masanın üstündeki bir belgenin başlığı dikkatimi çekti.

Sosyal Hizmetler Çocuk Edindirme Kurumu’

Bir an duraksadıktan sonra kâğıdı elime alıp okumaya başladım. Üstte bir isim yazıyordu.

Benim ismim.

Doğum yılı 1998. Biyolojik ailesi: Bulunamadı.

Kâğıt elimden yere düşerken gözlerim dolmuştu, annem durmaksızın başını sallıyor; gözlerinden yaşlar boşalıyordu.

Çantamı yere fırlattığım gibi hırsla odama gittim ve onların gerçek ailem olmadığını; hiçbir zaman da bir ailem olmayacağını işte ilk o gün anladım.

***

26 yaşıma bastığım gün ehliyetimi aldığım gibi evden ayrıldım. O gün hayatımda bir dönüm noktasıydı. Ve kapıyı aramaya başladım. Yeterince geç kalmıştım.

Üniversiteden mezun olduğum yıldan beri, 2 yıldır bu fikri kurcalıyordum.

Yanıma, asistan olarak çalışarak kazandığım bir miktar parayı alarak; biyolojik ailemi aramaya başladım.

***

Ve 6 aya kalmadan çabalarım sonuç verdi, kapıyı daha önceden de gören birkaç kişiyle tanıştım. Dördü çok uzaklarda diğer biri de buraya yakın bir yerde oturuyordu.

O beş kişiyle görüşme ayarladım ve hepsiyle teker teker konuştum.

Sanırım ağustos ayıydı. Yaşlı bir kadın, dağıttığım afişlerden -kapının fotoğrafını çekemediğim için çizmek zorunda kalmıştım- bana ulaşmıştı ve her ne kadar ihtimal vermesem de onunla konuşmaya gittim.

“Evet, bu kapı…” dedi Bayan Perihan. Ve devam etti.

“Onu, daha gençken bir iş gezisinde görmüştüm. Sanırım Londra’daydı. Çıkmaz bir sokağın sonundaydı. Sanki güneşte ışıldıyordu… Kaç kere fotoğrafını çekmeye çalıştım ama olmuyordu, ilginç bir şekilde kamerada görünmüyordu… Ve birkaç dakika sonra silinerek kayboldu. O kanatlar hâlâ gözümün önünde gitmiyor…”

Bir diğeri de bana aynı şeyleri anlattı. Aynı kapı, farklı bir ülke. Bu seferki genç bir kadındı. Pek ilgili gözükmüyordu. Ama sonuna kadar anlattı.

“Kocamla birlikte balayındaydık…”

Bir yandan da tırnaklarını törpülüyor, sabırsız sabırsız saatine bakıp duruyordu.

“Bir sabah kumsala indiğimizde, ıssız bir yerdi, kayalıkların arasında bir kapı vardı; evet bu kapı. Melek kanatlarını dün gibi hatırlıyorum. Açmaya çalıştık ama bir milim bile oynamıyordu. Anahtar deliği yoktu, sıradan bir kapıydı. Ve üç dört dakika sonra da yok oldu. Bildiğin yok oldu! İnanabiliyor musun?”

Diğer ikisi de aynı kapıdan bahsettiler, ama hiçbiri aynalarda gördüğüm kapının yerine benzemiyordu, bu önemli miydi bilmiyorum ama şansımı zorluyormuşum gibime geliyordu.

Ama son kişi bana, buraya benzer bir yerden bahsetti. Genç bir kızdı ve fantastik şeylere ilgi duyuyormuş gibi bir hali vardı. Beni oraya götürmeye söz verdi ve ertesi gün yola çıktık.

Üç saatlik bir yoldu, çok çabuk geçip gitti. Heyecanla bekliyordum. Kapının açılmamasından çok korkuyordum. O zaman ne yapardım bilmiyorum.

Bütün yol boyunca fantastik kitaplardan, uzaylılardan ve ‘Star Wars’tan konuşup durdu. Nihayet bir tarla yoluna sapıp eski bir kulübenin önünde durunca derin bir nefes aldım.

“Burası babamın eski kulübesi. Sanırım dolunay yarın akşama denk geliyor. Bir akşam burada kalabiliriz. Birkaç oda var, sana hazırlarım; bu akşam da dolunay var ama en etkili olduğu gece yarın… Eğer istersen…”

Bir an duraksadı ve sonra yüzünde bir gülümseme belirdi.

“Belki pijama partisi yaparız!” Hızla kırmızı arabasının kapısını açtı ve içinden ikimizin de çantasını çıkardı, yanına büyük bir sırt çantası almıştı ben ise bir tek cüzdanımı ve gözlük kabımı koyduğum küçük bir çanta vardı.

Ahu’nun peşine takıldığım gibi bahçe kapısından içeri adım attım. Hava kararmaya başlamıştı. İlginç bir gece olacaktı.

***

Ve sabaha karşı eski bir koltukta uyandığımda üstümde Ahu’nun verdiği siyah eşofman altıyla sarı bir penye bluz vardı. Boynum sert yastık sayesinde tutulmuştu. İnleyerek yatakta doğruldum.

Ahu’nun birlikte küçük bir kahvaltı yaptık ve akşamı beklerken kısa bir gezinti yapabileceğimizi söyleyince sevinçten havalara uçuyordum. Çok gerilmiştim, açık havanın iyi geleceğine şüphe yoktu.

Ve güneş, saatlere meydan okurcasına ilerledi ve biz geniş tarlada sessizce beklerken etrafı kırmızı bir parıltıya boğarak ıssız dağların ardında kayboldu.

Gece yarısına dört saat kalmıştı. Dolunay ise ufukta belirmişti. İçimden bir ses gerçekten ilgin. bir gece olacağını fısıldıyordu.

***

“Biraz daha çay?”

Hayır dercesine başımı salladım. Gece yarısına son on beş dakika kala, biz soğuktan titrerken dolunay bütün ihtişamıyla dağların ardında parıldıyordu. Ne zamandır dolunay görmemiştim. 20 katlı bir apartmanın üçüncü katındaydık, dolayısıyla etrafımız şehrin gürültüsü ve çirkin binalarıyla çevriliydi. Çoğu zaman yıldızlardan bile eser olmazdı, bulutlu ve soğuk.

Ama şimdi, her şey çok farklıydı. Gece bütün yoğunluğuyla etrafımızı kuşatmıştı. Yüzbinlerce yıldız, uçsuz bucaksız kara gökyüzünün içinden bize gülümsüyordu.

Ve her gökyüzüne bakışımda, kendimi inanılmaz derecede küçük hissediyordum. Küçük ve önemsiz.

Soğuk rüzgârın uğultusu, gecenin sessizliğinde duyulan tek sesti.

Son dakikalar da böyle geçip gitti.

Emily ile ikimiz de tarlaya gözlerimizi dikmiş, her an belirebilecek olan kapıyı bekliyorduk.

Ve karanlığın içinde bir ışık parladı.

Kapının silueti yavaş yavaş oluşmaya başlarken, heyecanla ayağa fırladım ve Ahu’nun dediklerine kulak asmadan oraya doğru koşmaya başladım.

Her şey, aynalarda gördüğüm gibiydi.

Sonsuz tarlanın ardında, asil ama bir o kadar da yalnız bir kapı. Ve iki melek kanadı.

Ay ışığı kapının yarı saydam yüzeyine vuruyor, kapının ardında beliren küçük kıvılcımlar göze çarpıyordu.

Ne kadar da güzeldi, o kanatlar. Soluk ahşabın üstünde sanki ışıldıyorlardı.

Daha önce fark etmediğim sarmaşıklar ise kapıyı çevreliyordu.

Bir an durup arkama baktım, Ahu inanmaz gözlerle bir kapıya; bir bana bakıyordu.

Yüzümde bir gülümseme belirdiğini hissettim. Nihayet hayallerimdeki kapıyı bulmuştum.

Ama şimdi ne yapacaktım? Bunu hiç düşünmemiştim. Belki de… Belki de açmayı denemeliydim.

Bir adım daha yaklaştım kapıya. Ve sonra, ani bir dürtüyle elimi yavaşça kanatlardan birinin üstüne koydum.

Önce hiçbir şey olmadı.

Ama sonra ani bir rüzgâr etrafımı sarmaladı. Ve kapı alev aldı.

***

Her şey başladığı hızla bitti. Kapı yerli yerinde duruyordu. Kanatlar ise soluk bir ışıkla parlıyordu.

Ve tam o anda kapı açılmaya başladı.

Önce parlak beyaz bir ışık, aralık kapıdan dışarı süzüldü. Ardından bir melodi yükseldi, kapının ardından. Hüzünlü bir yankı soğuk geceyi sarmaladı; pürüzsüz notalar, gecenin içinde yankılanıyor ve giderek artarak devam ediyordu.

Başka sesler de vardı; belki bir çocuk kahkahası, belki bir derenin; derinlerden gelen şırıltısı veya bir kuşun cıvıltısı.

Ilık bir rüzgâr, sonsuzluğa uzanan ıssız tarlayı kuşatıyordu.

Bir anda sırtımda bir elektriklenme hissettim, elimi yavaşça arkaya götürdüm.

Ve parmaklarım yumuşak tüylere değdi.

İki beyaz kanat, bütün ihtişamıyla arkamda yükseliyordu. Onlar da, aynı kapı gibi yarı saydamdı. Ama tüylerin, rüzgârın her hareketiyle yavaşça dalgalandığını; vücuduma değen; beni gıdıklayan hafif varlıklarını görmekten çok, hissediyordum.

Şaşkınlıkla bir kahkaha attım ve kapı; rüzgârın ani bir hareketiyle açılırken, bekledim.

Göz kamaştıran beyazlığın ardında iki siluet vardı.

İki melek. Annem ve babam.

Bir an duraksadıktan sonra, yüzümde hüzünlü bir gülümsemeyle kapıya yaklaştım.

Ve kapı son şarkısını söylerken sonsuzluğa adım attım.

***

Sonsuzluğun hiçbir zaman imkânsız olmadığını bilen biri olduğu sürece; kapının şarkısı sonsuza dek devam edecektir.

Ama bu başka bir hikâyedir, başka zaman anlatılmalıdır.”

Michael Ende

Ölümsüz Kanatlar” için 6 Yorum Var

  1. Vaay, Michael babayı okuyan birisi daha…
    Eğer ölü celp etme sanatını öğrenseydim Michael Ende’den başkasını çağırmazdım. Onu da çağırır, bir salep ısmarlayıp sohbet eder ve yerine yollardım. Öykünüz güzel olmuş bu arada…

    1. Okumam birkaç ayımı almıştı, ama güzel kitaptı 😀
      Çok tutucu değilimdir ama michael ende’nin bütün kitaplarını okudum, okuyorum hâlâ 😀
      Derslerin yoğunluğundan dolayı geçen ay öykünüzü okuyamamıştım, en yakın zamanda telafi edeceğim 🙂
      Değerli yorumunuz için teşekkür ederim, bir daha ki seçkide görüşmek üzere…

  2. Öncelikle betimlemeleri ve anlatım tarzı açısından biraz değişik buldum. Fazla soyut kavramlarla bezeli bir hikayeydi ve ortalara doğru elle tutulur birkaç konu girdi ve bunu sevdim açıkçası. *** işaretlerini de yerinde kullanmaya başlamışsınız gördüğüm kadarıyla eski bir hikayenizde bu konuda oldukça hatalarınız vardı.

    Hikayenizde tek bir yanlış vardı o da bir karaktere iki isim birden vermiş olmanız. Hem Emily hem Ahu demişsiniz bazı yerlerde kapının yanına götüren kızın ismine. Bir de isimler konusu var. İsimlerin yaısı İngilizce ve yarısı da Türkçe. Ben hepsini bir dilden yapmanızı tercih ederdim.

    Güzel bir hikaye olmuş tekrardan teşekkürler.

    1. Okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim, sanırım isimler gözümden kaçmış olmalı.
      Aslında hikayeyi ilk yazışımda İngilizce isimler düşünmüştüm, sonra vazgeçip Türkçe’ye çevirdim; sanırım bilgisayara geçirirken atlamışım. Belirttiğiniz için teşekkür ederim 🙂
      İyi seçkiler dilerim..

  3. Selamlar Daphne;

    Güzel bir öyküydü, kalemine sağlık. Okurken hem eğlendim hem de keyif aldım. Kendini geliştirdiğini görmek gerçekten mutluluk verici. Tek şikayetim isimlerin yarısının Türkçe yarısının da İngilizce olmasından kaynaklanıyor ki o da daha önce belirtilmiş zaten.

    Tekrardan eline sağlık…

Eylem Yurtsever için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *