Uykusundan terler içinde uyandı. Saçı başı dağınık, gözleri çapaklar içindeydi. Huzursuz rüyalarından ancak kalkabilmişti, uzun süredir kötü rüyalar da görmüyordu, acaba olacak bir şeyin mi habercisiydi bu? Yarı tedirgin, yakaza halinden kurtulmak için yatağının yanında her daim bulundurduğu suyu yudumladı, ellerini iki yana açarak geriye doğru yaslandı. Bir şey olacak diye iç geçirdi; zira ne zaman içine sıkıntı doğsa, üzücü olaylar vuku bulurdu, mutlaka çok kötü şeylerin haberciydi bu…
Karanlık, sırasını aydınlığa çoktan vermişti. Ay ışığından kalan kırıntılar güneşin puslu kollarında ritim tutuyordu. Esrar perdeleri bir kez daha aralanacaktı bugün karalar içinde kalmış, insanları huzursuz olan kasabanın. Rüzgâr, kaybetmenin acı türküsünü oradan oraya savrularak söylüyordu, dehlizlerde kalan umutları su yüzüne çıkarıyordu, herkes üzülüyordu bu kasabada ama herkes. Dağlar yerinden kıpırdıyordu bazen, ağaçlar bağırlarından öfkeler saçıyordu, sokaklar karanlıklardan çukurlara dönüşüyordu, bilinmez birileri dolaşıyordu, bu kasabada gizemli şeyler oluyordu.
Kendine geldikten biraz sonra, hayattaki tek mirası olan çocuğunun odasına gitti. O kadar güzel uyuyordu ki, sanki masal diyarlarında mutluluktan mest oluyor gibiydi, gülüyordu, etrafa minik buseler gönderiyormuş gibiydi olgunlaşmamış kirazları andıran dudakları, yüzü solgun gibiydi biraz ama aldırmadı, odasının kapısını sessizce kapattı ve mutfağın yolunu tuttu. Tedirginliği nedense gitmemişti, dizlerinin bağı çözülmüş, dokunsan ağlayacak bir haldeydi. Sinir gözyaşları dediği hüzün damlacıkları yer ediyordu kırmızı noktalarla dolu, yuvarlak suratında.
“Ne olacaksa artık olsun da üzerimdeki şu kara bulutlar gitsin.” diye homurdandı birkaç dakika ve elini yumruk yapıp tersiyle sildi dolu gözlerini. Gerçekten afakanlar basmıştı durduk yerde. En son böyle hissettiğinde kasabanın diğer ucunda oturan kadının çocuğu hiçbir şeyi yokken bu diyarlardan göçüp, melekler diyarına doğru yol almıştı uçmaya, ölmüştü yani. Ne olursa olsun, kötü düşünmemeliydi, çünkü düşünürse olurdu, bu doğanın bir gereği gibi bir şeydi, öyle değil mi?
Şuna anlam verilemiyordu kasaba halkı tarafından: bu kasabada yaşları yarım asrı geçen, hayatının son demlerini idrak ediyorlar, bir ayakları çukurda diye düşündükleri ihtiyar insanlar hiç göçüp gitmezken, henüz annelerine babalarına doymadan, gençlik çağına bile gelemeden, güzel günler yaşayamadan, hayatlarının ilkbaharlarındaki çocuklar minicik gözlerini kapıyordu bu bir daha gelinmez dünyaya. Neden? Üstelik çok da sık oluyordu bu anlam verilemeyen ölümler.
Aniden diken diken olmuştu tüyleri, kendi çocuğunun başına da böyle bir şey gelecek olmasından şüphelendi ve hemen küçük kızın odasına seğirtti. Kapıyı bir hışımla açtı ve o kadar gürültü girdi ki odaya, kapının sesi evin tamamına dağıldı. Çok korkuyordu güzeller güzeli kızı da kasabadaki diğer çocuklarla aynı kaderi paylaşacak diye. Kızının cansız bedeniyle karşılaşacak olma düşüncesi bile zihnini felç edebilirdi, soğuk soğuk terliyordu. Bir de baktı ki kızı…
Artık güneşin egemenliğinin zirvede olması gereken saatti; lâkin bulutlar esir almıştı, ancak onların arasından sırıtabiliyordu yeryüzüne. Hafif ve titrek bakışları vardı kasabaya ve tüm yeryüzüne. O da çok istiyordu sanki her şeyin olurunda ilerlemesini, kötü düşünce ve olayların hâkimiyetinin alaşağı edilmesini. Kendini az daha bıraksa güneş, tüm hiddetini sergileyecekti gökler, çakacaktı şimşekler. Bulutlar tüm isyanını, hiddetini salacaktı hiç durmadan, kızıllarla kaplanacaktı her yer, siyaha dönecekti ufuklar; ama güneş dayandı, bir umut haresi gibi masmavi kaldı zifiri karanlıkların ortasında. Sırıttı ve büyük bir sevgi kütlesi yaydı yeryüzüne.
Bir baktı ki kızı uyanmış, küçücük kollarını iki yana açmış, esniyordu. Bir yandan gözlerini açmaya çalışıyor, bir yandan ağzını kapatmaya çalışıyordu. Uzun saçları beline kadar bukle bukle dökülüyordu. Bir kuşun ağzı kadar küçük ağzını açtı ve şu cümleleri saçtı etrafa gülücüklerle: “Anneciğim, karnım acıktı, bir şeyler yiyelim mi?” O kadar rahatlamıştı ki genç kadın, yangınlarla dolu yüreğine adeta okyanuslar bahşetmişti bu sözleri kızının. Tedirginliği, gerginliği bir anda uçup gitmişti göğe. Sevincinden ne yapacağını bilemedi ve kızına sıkı sıkı sarıldı, tek bir söz söyleyemedi, ağladı ve ağladı.
Bulutlar dağılmamıştı yine, hâlâ anlatmak istediği bir şeyler vardı göğün, bir telaş vardı yine de kasabada. Kızını alıp mutfağa doğru mutluluktan uça uça gittiler. Birden kapıya birisi vurdu.
“Tak, tak, tak.”
Bir an duraksadı, sabah uyandığındaki ruh haline geri döndü bir anda, kaşları çattı, yüzü düştü, kalbinde bir heyecanlanma meydana geldi. Dizlerinin bağı yine çözülmüştü ve kalbi dörtnala giden atlılar gibiydi, çıkacaktı az kalsın yerinden.
“Bu saatte, neyin nesi bu böyle?” dedi kendi kendine, kızını mutfağa bırakıp kapıya geri döndü ve merak içinde:
“Kimsiniz, bu saatte ne istiyorsunuz?” Aslında cevap almayı da pek istemiyordu, sadece merakının gitmesi için bir anda diline dolanan sözleri çıkardı ağzından. Şu an istediği tek şey kapının ardındaki kişinin kim olduğu ve ne istediği yahut ne söyleyeceği değil, kaybetme korkusuyla yaşadığı kızıyla bol bol zaman geçirmekti.
Kapının ardından, ince bir kadın sesi geldi, “Benim komşu, yan komşun Iza”
Kapıyı araladı, gelenin Iza olduğunu teyit ettikten sonra açtı tamamen. Ve titrek sesle şunu dedi: “Hayrola bu saatte, kötü bir şey yok ya?” Iza sustu, boynunu eğdi, iki elinin parmaklarını birleştirip, başını yerden hiç kaldırmadan:
“Bir kayıp daha, nedenini bilmediğimiz bir kayıp daha. Arka sokaktaki Ursula’nın kızı…” Kelimeler bir yumak haline geldi, boğazına takıldı Tilda’nın. Gözleri isyan bayraklarını çekmiş gemilerin yol aldığı sular kadar olmuştu, ardı arkası kesilmeyen hıçkırıklara kapıldı, “Yeter artık, bunun bir çaresini bulmalı, yeter!” dedi ve kapıyı usulca kapattı, doğruca kızının yanına gitti ve alnına uzun soluklu bir öpücük kondurdu. Olaylardan habersiz küçük Sylvia annesinin gözlerindeki yaşları elleriyle sildi ve kokladı gözyaşlarını.
“Anne, neden ağlıyorsun?” Kızının sözlerini bastırdı Tilda, susturdu, iki elinin başparmaklarıyla yanaklarını okşadı, göğsüne bastırdı ve sımsıkı sardı canından bir parça kızını. Aynı alınyazısının onun için de yazıldığını düşünmeye başladı ve günlerin geçmemesini, kızıyla hep aynı zaman diliminde kalmayı arzu etti. Peki şimdi ne olacaktı?
Ertesi gün, kasabanın tüm üyeleri bu olayların sonunu getirecek çözümler bulmak ve evlat acısının sonunu getirecek çözümler bulmak için toplanmışlardı. Herkesten farklı farklı düşünceler geliyor, aralarından makul olanlar kasabanın ileri gelenlerinden oluşan komisyon tarafından değerlendiriliyordu. Tam sükûnet sağlanacaktı ki kalabalığın arka tarafından bir ses geldi:
“Ölümsüzlük kitabına ulaşabilirsek, sadece bu çocuk ölümlerinin değil; ölümün kendisinin bile kökünü kurutabiliriz.” Hiç kimsenin aklına gelmemişti böyle bir şey bu görüş ortaya atılana kadar.
O zamanlar kasabada, kasabanın dışında mimarisi acayip şatosunda münzevi bir hayat süren Efsa adında gizemli bir kadının ölümsüzlüğün kitabını yazdığı ve sebebi bilinmeyen bir şekilde kimseye göstermediği efsanesi dillerde dolanmaktaydı. Aradan o kadar zaman geçmiş olmasına rağmen bu sırrı kimse çözememişti, daha doğrusu bir adım atmaya cesaret etmemişti.
Arka taraflardan gelen bu fikir komisyonun çok hoşuna gitti ve konuyla ilgili neler yapılması gerekiyorsa yapacaklarını bildirdi. Şimdi kasabanın üzerindeki kara bulutlar dağılmış, güneş bir kısrak gibi tüm görkemiyle göz kırpıyordu adeta yeryüzüne; bu umutların artması anlamına geliyordu belki, güzel olayların olacağının göstergesiydi belki de.
Komisyon, konuyla ilgili olarak kendi arasında da görüşmüş, bu ölümsüzlük kitabına ulaşabilmek için yapılması gerekenleri araştırmış ve öğrenmişti ve bunu kasabaya duyurmaya gelmişti sıra, derhal meydanda toplandı halk, Tilda ve Sylvia da oradaydı. Komisyon başkanı lafı hiç gevelemeden yapmaları gerekenleri şu sözleriyle aktardı:
“Değerli arkadaşlar, hepimizin malumu çok uzun süredir ellerimiz kollarımız bağlı bir şekilde çocuklarımızın, şaşırtıcıdır ki sadece kız çocuklarımızın aramızdan ayrılışlarına tanık oluyoruz maalesef. Artık, bu adaletsizliğe bir son vermek icap ediyor, bunun için o ölüm kitabına ne yapıp ulaşmamız gerekiyor; ama o kadar kolay bir mesele gibi durmuyor bu yaptığımız araştırmalara göre.” İç çekerek ve dökülen saçları yüzünden üstü açılmış kafasındaki terleri sildi ve devam etti: “Araştırmalarımıza ve öğrendiğimize göre o kitaba ulaşmak için bugüne kadar kimsenin girmeye cesaret edemediği o şatoya kasabada yaşayan kız çocuklarından yaşı en büyük olanı girmeliymiş. Bunu dedelerimiz, ninelerimizin bize miras olarak bıraktığı kasaba kitabında yazanlardan çıkardık, ne kadar doğru sonuca ulaşmışızdır bilmiyorum ama umarım işe yarar.”
Kasabada yaşayan kız çocuklarından en büyük olanı sözünü duyunca yanında duran kızını kendine doğru çekti Tilda, çünkü oydu yaşça en büyük kız çocuğu kasabada. Sanki kızını kaçıracaklarmış gibi hissederek çocuğunu kendine doğru iyice çekti annelik insiyakiyle.
“Bildiğimiz kadarıyla kasabadaki kız çocuklarımızdan yaşça en büyük olanı Sylvia, yani onu bu kutsal göreve, kasabamızı kurtaracak kitaba ulaşmadaki göreve tayin etmemiz gerekiyor.” Bu sözler üzerine Tilda hiçbir şey diyemedi; zira kurul ne derse biat edilmeliydi ve eğer kızı bu görevi başarırsa yalnız kendi istikbalini değil tüm kasabanın ve belki de tüm insanlığın adına büyük işler başarmış olacaktı ki bu da Tilda için bir kıvanç kaynağı olurdu. İçi yansa da, tedirginliği zirve yapsa da izin vermekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Annesinin de izin vermesi üzerine Sylvia da ne olup bittiğini anlamasa da kabul eder gibilerinden minik kafasını aşağı yukarı salladı.
Söylenenlere göre şatoya girdiğinde karşısına yedi tane kapı çıkacak ve her kapı birbirinden daha da zor olaylara sahne olacaktı. Bu yedi kapının sonunda tahminlere göre ölümsüzlük kitabına ulaşabilecek ve bu da zafer anlamına gelecekti. Peki, bunlar nereden biliniyordu?
Zaman kaybetmenin anlamsız olacağını düşündükleri için bir an önce işe koyuldular. Kurulun iki üyesi Sylvia’yı annesinden alıp kasabanın çıkışından adeta bilinmezlere doğru ilerlediler. Tilda sanki görünmez güçler tarafından sakinleştirilmişti, hiç üzülemedi bile küçücük yavrusunun gitmesine, sanki son kez bakıyormuşçasına arkasından boynu bükük ve dikkatli dikkatli baktı, baktı ve gözlerini toprağa döndürdü. Evde halim selim bir edayla kızının akıbetini düşünmeye başladı.
Sylvia’ya her şey en ince ayrıntısına kadar tembih edilmişti gidene kadar. O da tertemiz zihnine ince ince işlemişti kendisine verilen bu önerileri. Şatonun büyük kapısının önünden geri döndü kuruldakiler ve küçük kız uzun bir serüvenin tam da ortasında anadan üryan düşüncelerle kalmıştı. Kollarını kapıya doğru uzattı ve açılması için dua eder gibi gözlerini kapattı, sonra avuçlarını yumruk yapıp tekrar açtı. Gözlerini yavaş yavaş açtı, aklı sıra düş gücüyle açacaktı koca kapıyı. Ama garip şeyler olacağa benziyordu. Zira nereden geldiğini bilemediği bir ses ona “Hey! Ne istiyorsun, neden geldin?” diye fısıldadı. Küçük kız ne diyeceğini bilemedi, ama şunlar süzüldü ağzından, sanki ezberlenmiş sözlerin bir yansımasıydı bu sözler: “Efsa Hanım’ı görmek için geldim, izninizle girebilir miyim?” dedi ve devasa büyüklükteki kapıdan içeriye adımını attı, bu demek oluyordu ki geriye altı kapı kalmıştı ve başlamak bitirmenin önemli bir parçasıydı ne de olsa.
Bu sırada kasabada üç yıldır gerçekleşmeyen bir olay meydana gelir: bir çocuk doğmuştur, bir erkek çocuk. Gizemli olaylar silsilesi başlamıştır artık, çok hızlı cereyan edecek olan olaylar. Zaman her zamankinden daha hızlı akmaya başlamıştır Sylvia’nın ölümsüzlüğü bulmak için serüvene çıkmasından sonra. Sanki zaman günlerle gecelerle değil de mevsimlerle senelerle yola devam ediyor gibiydi, insanlar da anlam verememişlerdi bu işe. Küçük kız gittiğinden beri korkulu rüyaları hiç tekerrür etmemişti, tüm küçük kız çocukları hayatlarına sorunsuz devam ediyorlardı, durum böyle olunca halk da doğal olarak Sylvia’nın başarı merdiveninde emin adımlarla ilerlediği düşüncesiyle mest oluyorlardı.
Bu sırada şatonun içinde, görkemi karşısında büyüye kapılan Sylvia küçük adımlarla ilerliyordu. Sağına soluna bakarak yürüyor ve hiçbir şey düşünemiyordu tedirginlikten. Sonra irkilmesine sebep olacak şu sesi işitti: “Benim kızımı benden aldın sen, şimdi sıra benim dışımdaki herkeste. Küçük kız çocuğu diye bir şey kalmayacak!” ve ardından acıyla karışık intikam kokulu bir ses. Küçük kız bu sözlerin Tanrı’ya bir sitem olduğunu anlıyor gibiydi sanki. Karşısına ikinci kapı çıktı, bu kapı aralıktı biraz, kafasını soktu aralıktan ve az önce duyduğu sesin sahibi olabileceğini düşündüğü kadını gördü, Efsa olmalıydı bu. Gördükleri karşısında çok şaşırmıştı, kadın büyü yapıyor ve büyüden hasıl olan kara bulutları kasabalarının olduğu yöne üfürüyordu. Çok korkmuştu küçük Sylvia.
Daha dün annesinin kucağında agucuk sesler çıkaran bebek büyümüş ve okul çağı diye tabir edilebilecek yaşa ermişti. Her şeyi sorgulayan, hayatın anlamını idrak etmeye çalışan bir birey olma yoluna girmişti, halk ona ayrı bir özenle yaklaşıyordu, çünkü o özeldi ve kendilerine verilmiş, erke sahip bir kahraman olacağını düşünüyorlardı. Zaman olağandışı ilerliyor ve çocuk da aynı sıra dışılıkla büyüyordu. Kasabada normal yaşam izleri görünmeye başlanmıştı artık, kız çocukları anlamsız bir şekilde ölmüyor, dillere destan aşklar yaşanıyor, uzun süredir ne olduğunu bilmedikleri bir şey olan askerlik kavramı bile kasabayı sarıyor, çocuklar büyüyüp meslek sahibi olabiliyor ve ölümler artık yaşlılara yani vadesi dolanlara rastlıyordu. Bütün bu olaylar hızla cereyan ederken Sylvia ne yapıyordu diye düşünüyordu hepsi de. Onun büyük başarıları sayesinde bunların olduğunu düşünseler de ondan çok uzun zamandır haber alamamışlardı. Şuna anlam verememişlerdi: Sylvia başarılı olduysa neden hala ölüm var, tamam çocuk ölümlerini durdurdu ama yaşlılar ölüyordu bu sefer: yani hâlâ ölüm vardı. Bu yüzden tam bir muvaffakiyet bekliyorlardı Sylvia’dan. Annesi Tilda yaşlanmış ve ölümün kapısını çalmasını bekliyordu, ne de olsa artık çocuklar değil yaşlılar ölüyordu.
Büyük umutlarla kasabanın ortak gayretleriyle büyütülen ve en ufak tehlikeden sakınılan çocuk yani Soja, kasabanın, Sylvia’nın serüveninin başlamasından sonra tekrar kavuştuğu ‘aşk’ın serin kollarındaydı.
Sylvia, kadının göremeyeceği bir şekilde arkasından sessiz sedasız geçerek, biraz uzakta beliren kırmızı renkli kapıya seğirtti. Bu kapıya yaklaştığında çok hoş şeyle hissetmeye başladı: daha önce hiç tanık olmadığı saf, güzel hisler… Bu kapıdan geçmek için ne yapması gerektiğini bilmiyordu, tam bir şeyler söyleyecekken kapı ardına kadar açıldı.
Soja, kasabaya gelmeye başlayan mutluluk çağından nasibini alan insanlar arasında en şanslısıydı, hiçbir sıkıntı çekmeden her dilediği oluyordu. Bu sırada kasabada üzücü bir olay yaşandı, kasabaya ölümsüzlüğü getireceğine canı gönülden inandıkları küçük kız Sylvia’nın annesi Tilda ayrılmıştı aralarından, ölüm zaten üzücü bir şeydi de, kızı ölümsüzlükle geri döndüğünde annesini bulamayacak olması olayı daha da üzücü kılıyordu.
Sylvia, güzel hislere boğulduğu o kapıyı geçtikten sonra uzun bir koridora gelmiştir, sağlı sollu şövalyeler vardı burada, işi hiç de kolay olmayacak gibiydi. Bir an duraksadıktan sonra koşmaya başladı ve hiç arkasına bakmadan topuklarını kalçasına değdirerek uzaklaşmaya çalıştı daha önce görmediği bu şekilsiz şeylerden. Nefes nefeseydi ve sonuç olarak başarmıştı kaçmayı, şimdi soluklanabilirdi.
Bu arada zaman nasıl da hızlıydı her zamankinden, daha dün aşık olan genç adamın kasabasının selameti için askerlik denebilecek bir vazifeye gönderildi, burada kasabalarına zarar verebilecek her türlü dış tehlikeye karşı başı dimdik önde duracaktı ve bunu hakkıyla yapacaktı üstelik. Buradan sonra da yaşamını kazanacağı işe adayacaktı kendini, ne de olsa hayat Sylvia’nın gayretleri sayesinde normale döndü ve belki de ölümsüzlüğe doğru yol alacaklardı, bunu tüm içtenlikleriyle istiyorlardı.
Bu zorlu yeri atlattıktan sonra, küçük kız diğerlerine göre biraz daha büyük bir kapıya ulaştı, bu kapının da nasıl açılacağına dair bir fikri yoktu; ama daha önce de olduğu gibi bir ses duydu ve birkaç soruya cevap vermesi gerektiğini söyledi bu ses. Sorular küçük kızın hayatıyla ilgili sorulardı, hayatta iştigal ettiği şeylerden, uğraşlarından… Küçük bir kızın düşlerden, hayallerden başka ne düşü varsa artık onlardan… Her adımda biraz daha sona doğru yaklaştığının farkına kendisi de varmıştır artık; çünkü yarısından fazlasını geçmişti bu kapıların.
Kasabasına çok iyi hizmetlerde bulunduktan sonra, Soja hayatını kazanacağı mesleğini de eline almıştı: bir hâkim olmuş, çocukluğundan beri hayalini kurduğu zengin yaşantının enfes kokulu yolunda ilerliyordu. Refah bir çocukluk geçirdikten sonra, bunun devamını mesleğiyle devam ettiriyordu. O artık mutluluğun yolunda ilerliyordu.
Sylvia artık yorgun ve bitap düşmüştü, çok mücadele vermişti. Son kapıya kadar gidecek mecali kalmamıştı, her an geri dönüp, bu uzun yolda, ölümsüzlük uğrunda katlandığı çileleri unutup dönecekti çok sevdiği ve hasretinden yanıp tutuştuğu annesinin yanına. Bir an bencilce düşünmeye başlıyordu, ne diye o gelmişti ki buraya, neden tüm insanlığı kurtarma görevi ona verilmişti, bedeninin yanında düşünceleri de yorulmuştu. Yolun sonuna az kaldığını bildiği halde, başarabileceğini bildiği halde geri dönecek miydi peki küçük kız?
Soja gerçekten de sular gibi akıp giden yaşamında mutluluğa doymuştu; ama o da artık yaşlanmış ve elden ayaktan düşmüştü. Artık zenginliğin ve mutluluğun bir anlamı yoktu onun için; zira onlar için sağlık gerekliydi, daha fazla yaşam gerekliydi, ve şunun da farkındaydı ki o yavaş yavaş ö-lü-yor-du. Kasabanın gözü gibi baktığı, aşklarla dolu kalbi olan, cesur, zengin Soja soluyordu aheste aheste. Bu düşünce bile o hızla akıp giden yaşamındaki mutlu demlerini silip atmıştı hafızasından, ihtiyacı olan tek şey ömürdü yahut Sylvia’nın aramaya çıkıp henüz dönmediği ölümsüzlüktü.
Bir tek kapı kalmıştı artık ölümsüzlük kitabını bulup kasabaya getirmeye ve nihayetinde tüm insanlığa sonsuz ömür bahşetmeye. Dönmeyecekti geri, ne olursa olsun, her ne kadar bencilce düşünürse düşünsün yapacaktı, annesi, göçüp giden arkadaşları için yapacaktı bunu ve mecali kalmamış olsa da son kapının önüne kadar emekleyerek de olsa, sızlanarak da olsa, sürünerek de olsa gelmişti. Kapıyı açmak için hiçbir kuvvet gerekemedi, kolu çevirdiğinde kendini daha önce görmediği, bulunmadığı bambaşka bir evrende gibi hissetti. Nihayete ulaştığı için yüzündeki mutluluk hissi hemen belli oluyordu, ama aradan çok zaman geçmedi ki yüzü düştü birden Sylvia’nın. Kapının tam karşısına denk gelen yerindeki duvarda şu sözler yazıyordu:
ÖLÜMSÜZLÜK BAŞLIBAŞINA BİR ÖLÜMDÜR, KAÇMAK OLMAZ!
Soja, bir ömür boyu mutluluklar içinde yaşarken, bir yandan tam mutluluk için ölümsüzlüğü bekliyordu ve nihayetinde o da kasabanın geçmişinde göçüp giden küçücük bedenlerin olduğu yere doğru yola çıkmıştı çoktan.
Tüm kasabanın üstünde kara bulutlar hüküm sürüyordu, önceden bulutların arasından kısrak güzelliğiyle sırıtan güneş tamamen bulutların yaslarında boğulmuştu, güneş artık hiçbir şeydi ve hiçbir yerde idi. Kızıl dumanlar ve kara bulutlar acı acı gülüyorlardı ve yeryüzüne nispetli tavırlar takınıyorlardı. Kasaba yok olmuş gibiydi, güneş olmayınca o da alıp başını gitmişti bilinmezlere yahut göçüp gidenlerin sonsuz ülkelerine…
Seçkiye yolladığın ilk öykü olduğu dolayısıyla “Hoşgeldin” diyorum sevgili dostum. Öykü, beklediğimden de iyiydi. Çok çok iyiydi. İleriki öykülerinde karakterleri daha aktif yapabilirsin diye düşündüm nacizane. Yani sanki dışarıdan yönetiliyorlarmış gibi değil de direk özne onlarmış gibi (ki bu öyküde yönetiliyor olmaları katiyen sırıtmamış)
Sabredip okuduğun ve okur okumaz da yorum yazdığın için ben ayrıca teşekkür ediyorum dostum, söylediklerini gayet iyi anladım ve asla göz ardı etmeyeceğim, tekrar teşekkür ediyorum, sevgiler…