Öykü

Ormanın Eşiğinde

Sırtını yaslandığı ağaç gövdesinden ayırdı. İki ucunu ensesinde bağladığı başörtüsünün boynuna dökülen uzun parçasıyla gözyaşlarını kuruladı, akan burnunu kuvvetlice çekti. Babaannesinin sözleri üzerinden saatler geçse bile kulaklarında çınlıyordu. ‘Anası kılıklı uğursuz! Senin anandan ne hayır gördük de senden göreceğiz, kaybol gözümün önünden!’ Evden olabildiğince hızlı çıkmaya çalışırken sağ ayağı dış kapının yanında duran, üzerinde eski ev telefonun olduğu sehpaya takılmıştı. ‘Şeytanın soyu defol dedim sana!’ Evin bahçesine çıktığında babaannesinin hâlâ arkasından söylendiğini duyabiliyordu.

Tam köy yoluna çıkacaktı ki civardan meraklı birkaç kafanın bahçe çitlerinden uzandığını gördü. Hepsi babaannesinin sesini duymuş ne olduğunu öğrenebilmek için kulak kesilmişlerdi. Dedikodu yapmak için kendisinin gözden kaybolmasını beklemeyeceklerini biliyordu. Çocukluğundan beri aşina olduğu lafları tekrar duymamak için yönünü değiştirdi. Köy yolundan saptı ve sık kavak ağaçlarının arasına girdi. Burada kendine dinlenebilmek için bir ağaç gövdesi bulmuş ve saatlerce ağlamıştı.

İnsanların, sesini duymayacağına emin olduğu ve güneş ışınlarının ulaşmakta zorlandığı bu tenha yer ona huzur veriyordu. Burada hiç kimse içli içli ağlayan sesini duyup kendine akşam çayı malzemesi ya da oyun masası muhabbeti çıkaramazdı. Zehra kendini burada hiçbir yerde hissetmediği kadar rahat hissediyordu

‘Şeytanın soyu…’ bu düşünceden kurtulmak için hızla kafasını salladı. Sanki düşünceleri beynini kemiren böceklermiş de kafasını şiddetle sallarsa onlardan kurtulabilecekmiş gibi hissetmişti.

Doğduğu günden beri şans Zehra’nın yüzüne hiç gülmemişti. Özellikle babaannesi tarafından sürekli uğursuz sayılıyordu. Bu lanetin başlangıcı ise doğduğu güne dayanıyordu. Daha küçükken kapı arkalarından öğrendiklerine göre Zehra’nın doğumunu gerçekleştiren köy ebesi keseyle birlikte doğduğu için onun şeytanın çocuğu olduğunu söylemiş ve dualar okuyarak evi terk etmişti. Zehra’nın talihsiz kaderini çizen bu düşünce bütün köyde söylentilerin yayılmasına sebep olarak uğursuz bir ateşin tutuşmasına neden olmuştu. O günden beri bütün köy halkı Zehra ve ailesinden uzaklaşmaya başlamıştı. Hatta onun yaşamaması gerektiğini savunan birkaç yaşlı insanın bile bahsini duymuştu. Söylediklerine göre varlığı bu köyü lanetliyordu. Zehra istemsizce güldü, bu neşeden ziyade içinde bulunduğu vahim durumla çaresizce alay eden bir gülüştü. Çok uzun yıllardır çığlık atmak ve kahkaha atmak arasında sıkışmıştı. Hangisini seçerse seçsin insanların gözünde her şeyin daha da kötüye gideceğini bildiği için susmaya devam ediyordu fakat içinde büyüyen öfkenin her geçen gün zapt edilmez bir seviyeye yaklaştığının da farkındaydı.

Sağ bacağını tutarak köy yoluna doğru yürüdü. Uğursuzluğunu kanıtlayan bütün alametlerin belki de en güçlüsü aksayan bacağıydı. Bu kusurlu doğum insanların korkmuş hayal gücünü daha da besliyordu.

Köy yoluna çıktığında iki ev sağında oturan Meryem’in, kızının kulağına eğildiğini gördü. Etrafın birazcık dikkatle karşısındaki kadının düşüncelerini bile duyabileceği kadar sessiz olması bu harekete anlam verememesine neden olmuştu.

‘Bak yine ormandan çıkıyor. Her gün aynı yere gidiyor. Kim bilir ne büyülerle uğraşıyor.’

‘Aman anne karışma bize ilişirse yanarız. Kendi evini kurutan bize ne yapmaz.’

Zehra bir an kalbinin sıkıştığını hissetti, babası düştü aklına. İkisi arasında bir ilişki olduğu bile söylenemezdi fakat Zehra babasına sürekli bir gün onun yüzüne bakıp iki kelam edeceğinin, belki de güleceğinin beklentisini taşıyarak bakardı. Ta ki üç yıl önceye kadar.

Zehra’nın ailesi çiftçilik yapardı, sahip oldukları birkaç avuç toprağı ekip mahsulü satar köyde yetiştirerek ya da el emeğiyle gideremeyecekleri ihtiyaçlarını giderirlerdi. Zehra’nın doğumundan birkaç yıl sonra toprakları verimsizleşmeye başlamıştı. Biraz ötede başlayan diğer tarlaya kıyasla terkedilmiş bir toprak parçası gibi görünür bakanın içine sıkıntı düşürürdü. Açlığın kapıya dayanması çok uzun sürmemişti. Bir türlü çıkar yol bulamayan babası son çare olarak umutsuz da olsa köylülerden iş istemişti. Teklif ettiği tek şey onların tarlalarını sürmesi, ilgilenmesi karşılığında hayatta kalmalarına yetecek kadar paraydı fakat köy ahalisi Zehra’nın varlığından, uğursuzluğunu onların topraklarına da bulaştıracağından o kadar çekiniyordu ki onun hanesinden biriyle iş tutmak istememişti. Bunun üzerine babası çaresizliğin dibini kazıyarak tarlada kafasına sıkmış boy vermeyen ekinlerini kanıyla sulamıştı. Ne iştir ki o yıldan sonra toprak kendine gelmiş tekrar yeşermeye başlamıştı. Köy ahalisi ise Zehra’nın laneti kaldırmak için büyü yapıp babasını kurban verdiğini konuşmaya başlamıştı.

Annesi ise… Ah annesi! Onu çok severdi. Onu anlayan uğursuzluk bulaşmasından korkmadan ona dokunan, saçını okşayan tek insandı. Öldüğünde aylarca konuşmamıştı.

Zehra babasının kaybının ardından kendi yalnızlığına daha da çekilmişti. Küçüklüğünden beri insanların etrafında olmaktan, konuşmaktan hatta gözlerine bakmaktan bile çekinen bir çocuk olmuştu fakat o günden sonra ormanın arkadaşlığını daha da benimsemiş bütün oyunlarını böceklerle, ağaçlarla kurmuştu. Köy civarlarında fazla vakit geçirmemeye başlamış gün geçtikçe daha da keşfettiği ormanın derinliklerinde aradığı huzuru bulmuştu. Bir gün oyuna daldığını akşam ezanının sesiyle fark etmişti. Onunla ilgilenen tek insanı, annesini, kızdırmaktan korkup koşarak eve dönmeye çalışmıştı fakat çöken karanlık normalde ezberinde olan açıklıkları ona yabancılaştırmış yolunu kaybetmesine neden olmuştu. Güçlükle eve döndüğünde evini babasının cenazesinden sonra ilk kez bu kadar kalabalık görüyordu.

‘Geldi işte uğursuz.’

‘Madem bu kadar normal bunun başına neden gelmedi her gün ormanda fink atıyor.’

‘Yine ne büyüler çevirdi de kurban verdi kim bilir.’

‘Dokunmayın öyle her şeye eve gidip abdest alın, namaz kılın.’

Uğultular arasında eve vardığında annesinin öldüğünü öğrenmişti. Söylediklerine göre annesini ormana aşığıyla buluşmaya gittiğinde açlıktan yolunu köy sınırına çeviren bir kurt sürüsü parçalamıştı. Zehra o gün kimsenin annesinin onu aramaya geldiğini göremediğini fark ettiğinde bakmayı bıraktı. Büyüdükçe ormanın, doğanın yoldaşlığını daha da benimsedi. Bugün genç bir kadın olduğunda bütün köy şimdi de onun, annesi gibi aşığıyla buluşmak için ormanın derinliklerine gizlendiğini söylüyordu. Artık ne söylediklerinin bir önemi yoktu. Zehra onları dinlemeyi bırakmıştı sadece babaannesi… onun gaddarlığı Zehra’yı kahrediyordu. Oğlunu kaybettikten sonra kederi onu o kadar yıpratmıştı ki evin içinde bir avcı gibi torununun hatalarını kolluyor bulduğundaysa kaderine karşı beslediği bütün öfkeyi genç kadının üzerine kusuyordu. Zehra çoğu gece kendisine karşı nefret dolu o bakışın uyurken bile silinmediğini fark ediyor tekinsiz bir hisle ürperiyordu.

Sandıkları gibi bir uğursuz olsa ondan kurtulur muydu bilmiyordu fakat artık onun azap veren gölgesinde yaşamak istemiyordu. Düşünceli adımlarla köy yolundan ormana doğru birkaç ağaç sırası geriledi. Ormanın eşiğinde dururken aynı zamanda hayatını değiştirecek bir kararın da eşiğinde durduğunu biliyordu. Akşam çökmeye başlamış, gölgeler uğursuz bir dansla uzamıştı. Zehra arkasına baktı, sokak lambasının aydınlatmaya başladığı toprak yolun aksine gördüğü, gölgelerin dansını ağırlayan karanlık ona daha çekici geliyordu. Adımlarını tersine çevirdi. Babaannesinden, hepsinden kurtulmanın bir yolunu bulmuştu.

Sıla Şahinbaş

1998 doğumlu. Çocukluğunu Artvin’in muhteşem doğasında geçirdi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme bölümünden 2022 yılında mezun oldu. Yazmayı, çizmeyi ve doğanın “sır”larıyla dolu hikayelerini çok sever. Karadeniz bölgesi halk inanışları, folklor çalışmaları ve sağlığın toplumsal dönüşümünde kadının yeri ve tarihsel konumu ilgi alanları arasındadır.