Öykü

Çivilere Ruh Üfleyenler

-olay yeri-
Olay yerinin alamet-i farikası naylon şeritlerden bıkmışçasına bir bezginlikle eliyle kopartırcasına havaya kaldırıp sırtını nazik bir edayla eğip iskeleye adımını attı Komiser Tahsin.

İskelenin az ilerisinde sabırsızca kıpırdanıyor gibi görünen mavi deniz, betonarme uzantılara çarpıp kendisini beyaza devşiriyordu. Güneş suya yeni yeni çarpıyordu yüzünü… Komiser, sık sık evine geç gidip direkt yatağa vurduğu için kendisini, bu parlak dünyada biraz mat kalan ayakkabısından utandı ve yeri usulca eşelemeye başladı parmak uçlarıyla.

Olay yeri görevlisi yanına yaklaşıp –bir hayli solgundu yüzü- garip garip yüzüne baktı komiserin. Sanki söylemek istediklerini kafasında prova ederken, gerçek hayatı ıskalar gibiydi. Aslında, çok da bir şey söylemesine gerek yoktu: Olay yeri şeridinden birkaç metre önce çekilmiş olan gri muşambanın sebebini gözünü güneş ve denizin dansından alır almaz anlamıştı komiser. Yılların Kadıköy iskelesinin tavanına bir adam ayaklarından asılmıştı.

Hayret ve hayranlık içinde, kendisine bile hayrı olmayan görevlinin yanından geçip cesede doğru yaklaştı komiser. Yıllardır cinayet bürodaydı. Bir sürü katili, caniyi, sapığı yakalamıştı. Ancak bu kadar büyük ve görkemli bir kariyerine rağmen hala zekice ve farklı işlenmiş bir cinayet gördüğünde kendisine itiraf edemese de hayranlık besliyordu katile. Tabii, bu hayranlık hissi görev aşkıyla birleşince karşılığı “hırs” oluyordu. Çoğu zaman yemek yemeyi ve uyumayı fuzuli zaman harcamaları olarak görüyordu. Hırsı sayesinde ayakta kalabiliyordu ama bir o kadar da kötücül hastalıklara davetiye çıkartıyordu. Gene aynısı olacaktı, hissetmişti. Yerdeki kan gölcüğüne basmamak için gayret gösterirken tavandaki adamı incelemeye koyuldu.

Yüzündeki kırçıl sakallara bakılırsa yaşı altmış civarı olmalıydı. Üzerindeki kıyafet ise, iskele görevlilerinden olduğuna kanıttı. Kelleşmiş kafası, düzgün bir burnu ve iri dudaklarına mukabil tüm haşmetiyle iki minik kan havzasına dönmüş boş göz çukurları vardı.

Elleri şaşılası bir biçimde aşağıya sarkmıyor, iki yanına yapışmış gibi duruyordu. Tavana nasıl asıldığını gözlemlerken ilginç bir şey fark etti komiser: Ayakkabılarından çivilenmişti.

Fizik, liseden itibaren müfredata konulan bir dersken ve temel prensiplerinden birisi de yerçekimi kanunuyken adamın nasıl olur da tavana asılıyken bile hazır olda durduğu merakını cezp etmişti komiserin. Biraz yakından baktığında ellerindeki sicim gibi kanı fark etti önce, sonra da tam ortasındaki çiviyi. Eller, bele çivilenmişti.

“Siktir lan!” diye yarı hayran yarı hırslı şekilde içinden geçirdi komiser. Ve not defterini çıkartıp aklına gelen bazı şeyleri, olay yerine dair sonradan önem kazanabilecek ayrıntıları not etmeye koyuldu.

“Zor bir dava gibi, hı Tahsin?”

Sesi duyunca irrite olmuştu. Bir kurbağa misali olduğu yerde hafif sıçrayıp arkasına bakan komiser, bölge savcısının melun yüzüyle karşı karşıya kaldı. Savcının, neredeyse kendisinden önce olay yerine gelecek oluşunu aklının bir kenarına yazdı. Not defterini tuttuğu elini cebine soktu, kısa bir duraksamadan sonra diğer elini de diğer cebine geçirivermişti.

“Nesi zormuş…” diye homurdandı komiser.

Bölge savcısı birkaç saniye duraksayıp, tıslarcasına bir gülüş koyuverdi.

“Kamera kayıtları yok, katil hiç iz bırakmamış, tarzı tamamen yabancı… Haliyle, zorlanacağını öngörmek zor değil Tahsin…”

Komiser, bıyık altından sinsi bir tebessüm takındı.

“Aslında, yanılıyorsun. Bence bir iz bırakmış.”

Savcı, başını hafif sağa yatırdı; merakla gözlerini dikti. Üç numaraya vurulmuş saçları yeni ışıyan güneşin altında parlıyordu. Bıyıksız, sakalsız yüzü ha keza. İri burnu hafif kıpırdanırken, gözleri de nadiren kırpışıyordu.

“Katil, dedin. Demek ki birden çok oldukları ihtimalini bir kenara bırakmışsın. Aslında…”

Sağına soluna dikkatlice bakıp savcıya doğru eğildi komiser ve sözünü tamamladı: “Aslında, çoğu cinayetten işlenmeden haberdar olduğuna dair içimdeki his ışığında; senin bu cinayeti kimin işlediğini bildiğime eminim diyebilirim…”

Savcının dudakları sinirle sağa sola büzülmüştü. Dudaklarını hafifçe yalayıp, ve hiç başını hareket ettirmeden gözleriyle sağı solu iyice kolaçan ederek, kısık sesle Tahsin’e doğru konuştu: “Yemin ederim, bu kez yok.”

Sesindeki titreme bir yana, gözbebeklerinin kararlı sarsıntısından dolayı şimdilik bu söze inanmak istedi komiser ve ellerini ceplerinden çıkartıp olay yerinden ayrılmak için dışarı doğru adımlar atmaya başladı…

-not defterinden, gökyüzüne-

Cinayet büroda tek başına oturmuş, sıcak kahve kokusuna karışan susam kokusunu içine çeke çeke internette geziniyordu komiser. Necip adında sempatik ve girişken, bir o kadar da zeki olan yardımcısı bir süreliğine yoktu. Onun yerine geçici bir yardımcı öneren teşkilatı reddetmişti.

Bunun birkaç sebebi vardı. Kendisine kabul ettirmekte zorlandığı bir sebep olarak, yakında –muhtemelen- başka birime geçecek olan Necip’in yokluğuna ve onun yerine başka birisinin atanacak oluşuna alışma hissine kapılmamak istiyordu. İkincil bir ihtimal olarak, “geçici” nitelemesiyle gelecek olan ‘en iyi’ insanın bile savruk olacağına olan inancı ön plana çıkıyordu. Tek başına altından kalkamayacağı dava sayısı hayli az olan komisere, savcının sinir bozucu haklılığı göz kırpıyordu: Zor bir davaydı. Savcının söyledikleri doğru olmalıydı. Parmak izi yok, kamera kaydı yok, delil yok, tarz yeni.

Oflayarak saçlarını karıştırırken koltuğuna astığı paltosunun cebindeki not defteri geldi aklına. Elini hafifçe uzatıp aldı. Yazdığı son sayfayı açıp bir süre dudaklarını içeri çevirip geri bırakıp kendince sesler çıkarttıktan sonra Google’ı açtı. Aklına gelen birkaç anahtar kelimeyi yazıp gelen sayfalara boş boş göz attıktan sonra sinirle sağ üstteki çarpı hanesine tıklayıp masaüstüne döndü.

Aklına bir şey gelmemesi halini, hiç sevmiyordu. Böyle anlarda sanki not defterindeki harfler havaya karışıyormuş gibi gelirdi…

Hayıflanarak, sandalyeye astığı ceketinin iç cebine elini attı ve içinde iki dal kalmış olan sigara paketini çıkarıp masaya fırlattı.

-kim-
Uzun süre aksayan vapur seferleri halkı sinirlendirmişe benziyordu… Kalın muşambanın arkasını görme sevdasıyla toplanan kalabalık bir grubun içinde, klasik protestocular da vardı. Bir kısmı belediyeye, bir kısmı hükümete, bir kısmı da kendi kaderlerine sövüp duruyordu.

Aralarından fark edilmemeye gayret edip geçip görevliye yaklaştı komiser. Muşambayı kaldırmak için hamle yapan görevliyi belli belirsiz bir el hareketiyle durdurup iki büklüm bir halde geçti muşambanın altından. Dışarıdaki kalabalığın ilgisi hayli fazlayken dikkatsizliği kaldıramazdı bu dava.

Tavana çivilenmiş adama yaklaştı. Artık morarmaya başlamış olan cesedin ayaklarındaki çiviler dikkatlice sökülüyordu. O ana kadar sökülmüş olanlarda hiç parmak izi bulunmamıştı. Savcı haklı çıkıyordu…

Elindeki lateks eldivenin yarattığı kaşınma hissini geri plana atıp çivilerden birisini alarak incelemeye başladı. Normal bir çiviye benziyordu. Kızıl kahverengi renkli, orta boy ve ucu aşırı sivri bir çiviydi. Paslı gibi görünüyordu ama aldanmamak lazımdı, bunları düşünerek delil poşetlerinden birine dikkatlice yerleştirdi çiviyi komiser.

On dakika sonra tavandaki adam artık normale dönmüştü. Ağzının içini kontrol eden olay mahallindeki görevli bir şey bulamayınca komiser daha da sinirlenmeye başlamıştı. Kabinde bekleşen görevlilere doğru yaklaştı. Gittikçe sinirlendiğinin farkına vardığı için, kendisini dizginlemeye karar verdi.

Görevlilerden birisi hala şokta gibiyken diğeri normal bir olayla karşılaşmışçasına çayını yudumluyordu. Komiser de doğrudan ona hitap etti.

“Tanıyor muydunuz maktulü?” diye, sert ve katı bir şekilde sayılabilecek sorusunu yöneltti. İkisi de aynı anda başlarını ‘hayır’ anlamında sallamıştı.

Komiser, maktulün üzerindeki üniformanın mevcut görevlilerden farklı olduğunu şaşırarak fark etti. Tekrar geri dönüp emin olmak için daha dikkatli baktı. Farklıydı… Görevliden, kıyafetin fotoğrafını çekip acilen kendisine yollamasını istedi. Düşünceli bir halde iskelenin ucuna yaklaştı. Ayağına kadar zıplayabilecek olan sular, cam kapıya çarpıp duruluyordu. Denize bakarken düşünedurdu komiser: Kimdi bu adam?

ek
Ofiste, elindeki notları birleştirmeye çalışıyordu komiser. Bu konuda normalde başarılıydı ancak, elinde fazla bilginin olmadığı bir durumda notları birleştirmek; daha ziyade çoğul konuşabilecek kadar çok nota sahip olmak zordu.

Bezgince göz attı önündeki kelime yığınlarına.

“çivi”, “gözlerin oyulması”, “ters?”, “eski bir görevli?”

Sonuncu soru işaretini biraz hırslı çiziktirmiş olmalıydı, altındaki minik nokta biraz fazla mürekkeplenmişti. Hatta elini kağıttan kaldırırken o noktada toplaşmış mürekkepler hafifçe kağıda dağılmıştı. Tam o silik izlere odaklanmışken açık bilgisayardan gelen sesle irkildi…

Elektronik posta gelişinin müjdecisiydi bu ses. Kullanmayı hala pek sevmediği fareyi tutup çekiştirdi. Sevilmediğinden bihaber, görev eri farenin mekanik oku ekranda beliriverdi.

Sağ altta belirmiş küçük uyarı kutucuğu “1 Yeni E-Mail” yazısından ibaretti. Mekanik tıklama sesi, nihayetinde açılan ekran; resmi elektronik posta adresinin gelen kutusuydu. Gelen elektronik postanın yanında bir ataç işareti oluşundan kelli, ekli bir dosya olduğunu anlamıştı komiser.

Beklemeden tıkladığında açılan ekrana bir süre bakakalmış, sonrasında gelen e-postadaki ekli dosyayı açmayı akıl etmişti. Dalgınlığı had safhadaydı; bu halini hiç sevmemişti, sevmeyecekti de. Birkaç saniye boyunca ekranda e-posta sunucusunun özel “bekletme” imleci dönüp durdu. Birbirini takip eden minik kavisli oklardan ibaret bir semboldü bu. En sonunda pat diye beliriverdi ekteki dosya.

Bu, görevliden rica ettiği fotoğraftı.

Üniforma gayet net görünüyordu. Uzun bir süre üniformaya odaklanıp kalakaldı… Sanki gözünü kırpmaksızın bakarsa sırrı çözüp cinayeti aydınlatabilecekti. Ancak böyle bir şey olmadı tabii ki. Bunun yerine telefon çaldı. Ofis telefonunun çaldığını, cep telefonunun mat ekranına bakınca anladı ve eski model; ahizeli, kıvrık kordonlu telefona uzandı.

“Tahsin Komiserim?”

Bir soru cümlesinden çok, onay bekleyen bir önermeydi. Kuru bir sesle “Buyurun” diye geçiştirdi komiser; gözünü ekrandaki fotoğraftan alamazken.

“Komiserim, ben Ünsal. Olay yerinde fotoğraf istemiştiniz, teşkilat içi adresinize yolladım fotoğrafı…”

“Aldım Ünsal, teşekkür ederim. Hatta daha şimdi onu inceliyordum.” diye kısa kesmeye niyetlendiyse de komiser, Ünal’ın bir sürprizi vardı.

“Komiserim, onun için aramadım zaten. Ben fotoğrafı size yollarken bizim birimden bir arkadaşın dikkatini çekti, incelerken bir şey fark etti.”

Komiser yutkundu. Telaşını ve merakını belli etmemeye çalışarak bunun ne olduğunu sordu.

“Kendi dedesinin belediyede çalıştığı dönemdeki üniformaymış komiserim. Kenarındaki şeritlerden tanıdı.”

Devamında gelen birkaç sözcüğü duyamadı komiser. Zira bir yandan fotoğrafa bakıyor, bir yandan da sadece o fotoğrafa odaklanmışken çözümün bir anda önüne gelişine dair bastıramadığı sevincini içten içe yaşıyordu.

“Ünsal…” diyerek kesti sözünü görevlinin. Karşı taraftan buna mukabil saygı içeren bir ‘Efendim komiserim?’ duydu.

“Ünsal, arkadaşının dedesi ne zaman görev yapmış belediyede?” diye sordu komiser. Ünsal’ın kısacık sürede ahizeden ağzını çekip arkadaşına soruyu soruşunu ise soluksuzca takip etti. Saniyeler geçmişti, Ünsal dönüş yaptı: “1961’de göreve başlamış komiserim.”

Ünsal’a kibarca teşekkür edip, önündeki not defterine hem verdiği bilgileri hem de Ünsal’ın adını çiziktirdi. Dava bittiğinde kuru teşekkürünü güzel bir paket baklavaya devşirecekti komiser; ancak şimdilik davayı kovalamalıydı.

-kupür –
Eşref Güntok’un evindeydi komiser Tahsin. Önündeki çay bardağının ağzını eliyle hafif ovalayıp duruyordu. En sonunda ağzına götürdü ve sıcak çayın boğazından akıp gidişini hissetti. Öksürerek boğazını temizledikten sonra lafa girdi:

“Eşref Bey, siz Kazım Dündar’la iş yerinden arkadaştınız; değil mi?”

Büyük çerçeveli, geniş camlı gözlüklerinin gerisinden bakan; zor duyduğu ayan beyan belli olan adam birkaç saniye duraksadıktan sonra dudaklarını şapırdatarak ‘Evet…’ demişti.

“Kazım Bey’in bir düşmanı var mıydı, diye sorsam, mesela… Hatırladığınız birileri var mıdır Eşref Bey?”

Eşref Güntok, öldürülen Kazım Dündar’ın mesai arkadaşlarındandı. Altı yıl boyunca iskelede görev yapmışlar, sonradan başka birimlere dağılmışlardı. O dönemden kalma, belki de çok akılda kalıcı, bazı düşmanlıkları sorguluyordu Komiser Tahsin.

Eşref Güntok avurtları çökmüş; gözlerinin feri ufaktan sönmüş, ki geniş gözlükleri de bu hissiyatı yaratmada pay sahibi olabilirdi, bir ihtiyar adamdı. Önce başını kararlı ve sert bir şekilde ‘Hayır’ anlamında sallamıştı ancak birkaç saniye sonra ilk etapta bu kararlı hareket yavaşlamış; en nihayetinde durmuştu. “Buldum…” diye homurdandı. Bir çekmeceden, kenarları yıpranmış büyük bir albüm çıkardı.

Eski model, “aile fotoğraf albümü” denilen geniş albümlerdendi. Aşırı yıpranmış olduğu belliydi zira kapağının ortasında bulunan “Fotoğraf Albümü” yazısının sadece “Fo…raf A…mü” kısmı okunuyordu ve masmavi albüm kapağı yer yer beyazlaşmıştı.

Eşref Güntok, birkaç dakika önce kalktığı koltuğa çöküverdi. Kucağına özenle yerleştirdiği albümü açıp birer birer sayfaları atladı. Komiser Tahsin de merakla çay bardağını önündeki sehpaya bırakıp yaşlı adamın başucuna konuşlandı.

Albümün içinde bir takım haber kupürleri vardı. Bir hayli sayfa geçtikten sonra bir anda duruverdi Eşref Güntok ve titreyen ellerine karşın özenle, kupürü koyduğu şeffaf yuvadan çıkartıp komisere uzattı. Komiser elindeki kupüre dikkatle baktı; sonra Eşref Güntok’a döndü. Şaşırmıştı.

-hediye-
Cinayet büroda, tek başına ve karanlıkta oturuyordu komiser. Saat çok geç olmuştu ama eve gitme isteği yoktu. Işığı kapalı büroda olan tek hayat belirtisi, binlerce yıllıkmış gibi görünen monitörün zayıf ışığıydı.

Sayfalar birkaç dakikada bir değişiyordu. Komiser, nereye çalışması gerektiğini bilmeyen bir öğrenci gibi zırt pırt site değiştiriyordu. Hiçbir şey bulamamıştı, sinirleri gittikçe bozuluyordu. En nihayetinde bir şey bulamayınca ellerini başının arasına aldı, çaresiz kalmıştı. Bozulan sinirinin emaresini açlığa bağladı: Sabahtan beri bir şey yememişti. Hatta, sabah da bir şey yiyip yemediğini hatırlayamıyordu.

Ani bir kararla, emniyetin birkaç adım ilerisindeki lokantaya gitmek üzere ayaklandı. Hava çok soğuk olmadığı için ceketini ofiste bırakmaya karar verdi. Tam cinayet bürodan çıkıp, ana kapıya giden koridora adımını atmıştı ki cep telefonunun sesini duyar gibi oldu. Boş verip yemeğe giden yolu kat edecekken son anda cayıp ofise döndü.

Ekrandaki isim “Necip”ti. Bir an, bu hevesli ve heyecanlı çocuğun iznini erken bitirip ofise döneceğini söylemek için aradığını düşündü. Sonra bu hissinin beyhude oluşunu duyumsayarak daha da artmış olan siniriyle telefonu açtı.

Necip’in çekingen sesi, geç saatte aradığı için duyduğu pişmanlığı dillendirdi önce; sonrasında kibar ve içten bir hâl hatır sorma evresi ve en sonunda gerçek konu açılmıştı.

“Abi, ben ofiste bir kitap unutmuşum sanırım. Yani, umarım ofiste unutmuşumdur. Kuzenime hediye almıştım, bir baksan yarın; hani oradaysa bana postalasan, ben kargo parasını veririm?”

Birkaç saniyelik sessizlik yaşandı. Komiser, hala ofiste olduğunu söylemekten imtina etmişti. “Tabii ki Necipçim.” diye geçiştirdi bu öneriyi. Tatilinin nasıl geçtiğini sordu, sonra birkaç şakalaşma ve telefon kapanmıştı. Bir müddet ayakta, kapanmış telefonu avucunun içinde dans ettire ettire kalakaldı komiser.

Masasının uzarında duran ve cinayeti çözebilecek fakat aklının elvermediği 1966 tarihli kupür, bilgisayarın aslında her an karşısına cevabı sunabilecek derinlikte internet bağlantısı ve aç bir midesi varken çırağının hediyesini aradı birkaç dakika. Bulmuştu. Siyah, naylon bir poşette; ağır bir şeydi bu.

Poşetten çıkartıp şöyle bir göz atarak geri koyacakken duraksadı. Kitap, eski çağ mitolojilerini ve efsanelerini konu ediyordu. Masa lambasını açıp kitabın başına oturdu… Mitolojinin tarihine dair çok ayrıntılı bir yapıt olduğu aşikardı; öyle ki ilk üç dört bölümden sonra sıkılıp elinden bırakacaktı ki, gözü masadaki kupüre takılınca daha çok sinirini bozmanın bir anlamı olmadığını düşünüp kitabı okumayı sürdürdü.

Uykusu gelene dek okudu kitabı komiser, gözü kapanacakken; ağzı da yarılırcasına açılmış esnemekteyken bir sonraki bölüme şöyle bir göz atıp öyle uyuklamayı planlamıştı ki, olmadı.

-sav, savcı-
Uykusuzluktan şişmiş gözlerini gizleme gereği duymadan, görev aşkıyla karaladığı beyaz tahtanın karşısında bir eksik olup olmadığını fark etmeye çalışırken kapı çalındı. Başını açılan kapıdan uzatan kişi savcıydı.

“Gir, gir…” diye homurdandı komiser, elindeki az şekerli; insanın dilini acıtan kahvesini içerken. Savcı kapıyı kapatıp içeri girdi, bir şey anlamayacağından şüphe etmediği halde nezaketen beyaz tahtaya dikkatli dikkatli baktı.

Anlamamıştı.

“Niye çağırdın beni Tahsin? Çözdün mü olayı?”

Komiser, ağzından yeni ayırdığı fincanın dilinin üzerine bıraktığı kahvesini yutkunurken başını salladı.

“Çözmüş olabilirim. Ama, olay biraz seni aşıyor; o yüzden otur ve dinle sadece…”

Savcı, emir almaktan hiç hoşlanmazdı ama şaşkınlığı kelimelerdeki emir yapısını düşünmesini engelliyordu. Kanepeye oturuverdi.

Komiser, elindeki kitap sayfası fotokopilerini savcıya uzattı. Savcı birkaç dakika inceledikten sonra “Eee?” diyerek Tahsin’e baktı.

Mitoloji tarihini inceleyen kitaptan çekilmiş fotokopi, komiserin uykusunu engelleyen bölümdü: “Eski çağda çivili büyü ritüelleri”

Bunun ardından, gene tek söz söylemeden elindeki diğer fotokopiyi uzattı komiser. Bu, Eşref Güntok’un kupürünün fotokopisiydi.

“Kazazede yakınları, lanet yağdırdı”

Alt metinde, 1966 yılında yaşanan vapur felaketi sonucunda iskelede sözlü eylem yapan kazazede yakınlarının, kendilerine müdahale etmeye çalışan görevlilerle münakaşaya girdikleri; bir yaşlı vatandaşın da kavgadan uzak bir köşede oturup kıstığı gözleriyle anlaşılmaz sözler sarf ettiği yazıyordu.

Savcı, gene bir şey anlamamıştı. Komiser elindeki son kağıdı da savcıya uzattı.

“Eşref Güntok – Kazım Dündar – Abdulmelik Sencer – Melikşah Haya”

Dört siyah beyaz fotoğrafın altında soldan sağa bu isimler yazılıydı. Savcı soldan ikinciyi hemen tanımıştı: Cinayetini araştırdıkları adamdı bu. Başını kaldırdı, anlamakta yardım istediği apaçıktı.

Komiser, beyaz tahtayı savcının önüne çekti. Tepede bir vapur figürü çiziliydi. Altına da dört ok çekilmişti; kağıttaki isimler yazılıydı. Ama, sağdan sola. Ve ilk üçünün üzerine çarpı konulmuştu.

“O gün, orada olan tüm görevliler öldü Hüseyin… Bir tek Eşref Güntok hariç. O gün bir kenarda pısmış ‘anlaşılmayan dille bir şeyler söyleyen adam’ın büyü yaptığını düşünüyorum. Bak, o mitoloji kitabı çok ciddi bir yapıt. Devletlerin arşivlerini, Çingene efsanelerini, eski yazıtları her şeyi ama her şeyi irdelemişler…”

Savcı birkaç saniye ciddi ciddi baktıktan sonra bir kahkaha patlattı. Tahsin duraksadı, ciddiye alındığını sanmıştı.

“Tahsin, eve git ve uyu. Sana iki gün izin veriyorum, hadi…”

Ayağa kalkıp ceketini düzeltti. Elindeki fotokopilere bakıp bir kez daha güldükten sonra Tahsin’e uzattı. Bir şey söylemesine fırsat vermeden odadan çıktı. Tahsin, tek başına kaldığını hissetmişti; koca evrende, inandığı bir savı düzenlemek için tek başınaydı. Ağır bir yük olduğu barizdi… Ne yapacağını biliyordu, bu biraz daha kolaylaştırıyordu işini.

-albüm-
“Sen otur evladım, ben şu demliğin altını yakıp geleyim…” diyerek yerinden kalktı yaşlı adam. Komiser, Eşref Güntok’a söyleyeceği şeylerin zaten kısa süreceğini ifade etmeye çalışsa da yaşından beklenmedik bir atiklikte mutfağa yönelmişti adamcağız.

Daha önce geldiğinde oturduğu kanepeye oturup yaşlı adamı bekleme başladı komiser. O sırada gözü cebindeki, geri getirdiği kupürün ilk çıktığı albüme takıldı. Hala sehpada duruyordu. Kulağını mutfağa kabarttı, ses gelmiyordu. İhtiyarın işi uzamıştı anlaşılan.

Albümü hafifçe açıp dikkatlice incelemeye başladı. Birkaç sayfa geçmişti ki, söyleyeceklerini zaten Eşref Güntok’un bildiğini fark etti. Tüyleri ürpermişti. Öyle ki, başucuna kadar gelen yaşlı adamı fark etmemişti.

Gözünün kadrajındaki kahverengi puantiyeli terlikleri fark ettiğinde yaptığı şeyi gizleyebilecek halden çok uzaktı. Başını kaldırıp yaşlı adamla göz göze geldi… Eşref Güntok’un bakışları donuklaşmıştı.

“Sen… biliyordun, değil mi?” diyebildi sadece komiser.

Eşref Güntok, dudaklarını hafifçe yalayıp albümü komiserin elinden aldı. Bir şey söylememişti, elini uzatıp beklemeye başladı. Komiserin elindeki kupürü bekliyordu. Cebinden çıkartıp dikkatlice uzattı komiser.

“Sanırım, evimi terk etmeni isteyeceğim komiser…” diye homurdandı. Bıyık altından gülüyordu… Komiser içinden en galiz küfürleri ederek yerinden doğruldu. Kapıya yönelmişti ki, arkasından bir ses duydu.

“Ama seni sevdim genç adam. Atik ve zekisin. O yüzden, belki atalarımı kızdıracağım ama sana bir ipucu vereceğim: Kazım ölen son kişi değildi. Bir kişi daha kaldı bulmadığın… O kazanın sebeplerinden birisi daha kaldı… Davayı kapatamadın, belki de hiç kapatamayacaksın!”

Yaşlı adam arkasını dönüp albümü dikkatlice rafa yerleştirirken komiser evi terk ediyordu… Tüyleri ürpermişti.

-yapboz-
Sanki, bin parçalık bir yapbozun kaybolduğu son anda fark edilen bir parçasını bulmaya çalışıyor gibiydi komiser. Arabasını artık ezbere sürerken kafasında davanın parçaları birleşiyordu.

1966’da yaşanan vapur kazasını düşündü.

27 kişi ölmüştü…

Bu yirmi yedi kişi arasında Eşref Güntok’un annesi ve babası da vardı.

Eşref Güntok’un aile kökeni ise çivilere ruh üfleyen bir Çingene koluna dayanıyordu.

Şimdiye kadar vapur kazasında görevli olan dört kişiden üçü çok farklı zamanlarda çivilerle ölmüştü. Bir tanesi, bir inşaatın altından geçerken üzerine düşen çivi dolu beton sütunun altında can vermişti. Bir diğeri arabasıyla gittiği yolda çivi saplanan tekerlekleri nedeniyle uçuruma yuvarlanmış, üstüne üstlük aynı yoldan geçen çivi dolu bir kamyonun ani freniyle üzerine düşen çivi yığınıyla feci şekilde can vermişti.

En sonuncusu ise, Kazım Dündar’dı.

Komiserin sinirleri bozulmuştu, dördüncü ve son kişinin ölümünü engellemek zorundaydı; vazife edinmişti bir kere…

Telefonu çaldığında artık ayakları ve vücudu arabayı otomatiğe bağlanmış gibi sürüyordu. Telefonu duyan kulakları, vücudunun hala can içeren ender organı olsa gerekti.

Ekrana bakmadan kulağına götürdü telefonu.

“Abi, ses çıkmadı senden, merak ettim… Alacağım başka dosyalar da vardı; atladım geliyorum vapurla… Haberin olsun.”

Telefonun ucundakinin Necip olduğunu birkaç saniye sonra fark etti komiser.

“Haa…” dedi, duraksadı. “Ben buldum senin kitabı. Biraz da okudum ha, güzel kitapmış…” Sonra da, ne kadar boş cümleler kurduğunu fark etti. Uykuya ihtiyacı vardı…

Necip de bunu anlamış olmalıydı, bozuntuya vermedi. “Kitap sende mi abi?” dedi sadece. Komiser gözüyle hafifçe yanındaki koltuğa baktı; ne zaman yanına almıştı hiç hatırlamıyordu ama evet, kitap yanındaydı.

“İskelede buluşalım mı abi?” diye sordu Necip. “İki saat sonra oradayım…”

Komiser duraksadı cevap vermeden önce, karnını doyurması lazımdı; uyku olmasa da olurdu. “Hı hı” dedi.

“Tamam abi, iki saat sonra Kadıköy İskelesi’ndeyim.”

“Trak.”

Telefon kapanmıştı.

Elinde kapanmış bir telefon ve en büyük parçası hala kayıp olan soyut bir yapbozla eski model aracının direksiyonunda kalakalmıştı komiser. Yalnızdı hala.

-iskele-
Birkaç gün önce cinayet mahalli olarak naylon sarı şeritlerle kaplı iskele artık eski haline dönmüştü. Oyuk gözlü cesedin baş aşağı asılı olduğu yer, artık sadece komiserin hayalinde işaretliydi. Bakındıysa da, o günkü ukala vapur görevlilerini bulamadı yerlerinde. Başkaları vardı onların yerine.

“Belki onlar da benim sadık yardımcım gibi izin alıp yüz üstü bırakmıştır mesai arkadaşlarını…” diye içinden geçirdi, ‘sadık’ kelimesine zıt anlamlar yükleyerek. Bursa’dan gelen vapur iskeleye yanaşıyordu, komiserin karnı tok; gözleri çipil çipil etrafı süzüyordu. Elindeki kayıp yapbozu birleştirecek herhangi bir emare istiyordu. Sadece, bir emare. Biliyordu, çok yakındı.

Vapur düdüğünü öttürerek durdu ve merdivenler iskeleye büyük bir gürültüyle indi.

Necip’i bir haftadır görmüyordu neredeyse komiser. Sırt çantasıyla iskeleye indiğinde ister istemez sevindi bu yüzden. Necip’i gözleriyle takip ederken devasa vapura takıldı gözü. Necip de komiseri görünce gülümsemişti ama komiserin aklı farklı bir yerde; yapbozunun kayıp parçasındaydı.

Bulmuştu.

-deniz ve mehtap-
“Deniz ve Mehtap” çalıyordu arka planda. Bu eski şarkıyı çok severdi komiser… Eski mesai arkadaşı Nevzat’ın meyhanesindeydi. Tek başınaydı. Önünde rakısı ve balığı; çok uzaklarda kalmış bir sevgiliyi düşünüyordu.

Nevzat yanına gelip oturdu. Tek bir söz bile etmiyordu. Komiserin nadiren kapıldığı sessizlik hasretlerini en iyi o bilirdi. O yüzden susuyordu.

Komiserin aklındaki tek kişi eski bir sevdanın müsebbibi değildi; modern bir sahnenin aktörü de dans ediyordu şarkı eşliğinde. Ve o sahne, tekrar tekrar canlanıyordu zihninde.

Bir vapur kazasının kaç sorumlusu olabilir ki?” diye içinden geçirdiği dakikalarda, çok anlamsız bir ayrıntıya muvaffak olmuştu. Necip’in indiği vapurun adı gözüne çarpmıştı. Çok düşük bir ihtimaldi ama komiser, davalarında hislerini ön plana alan biri olarak olayı çözdüğüne inanmıştı.

Ofise nasıl döndüğünü hiç hatırlamıyordu. Necip yan koltukta bir şeyler anlatmaya çalışıyordu fakat zavallı adam, komiserin onu hiç dinlemediğini fark etmemişti bile.

Ofisteki bilgisayarı bir hışımla açıp, ortalıkta dolaşan Necip’i görmeksizin araştırmasının son demlerini yudumladı komiser… Hep, hızlı geçen sahnelerdi bunlar.

Birkaç yudum daha rakı alıp balığının en etli kısmına daldırdı çatalını.

Haberi nihayet bulmuştu. Ayrıntısı, gazetedeki kupürde yoktu. Batan vapur;, altmış kişilik “Demir Yumruk” isimli vapurdu. Kazanın, fırtınalı bir günde oluşu; bu sefere izin veren görevlileri yargı kürsüsüne kadar götürmüş ancak sonucunda takipsizliğe karar verilmişti.

Kültürlerini aşırı sahiplenen bir toplumun, her vapura önemli bir şahsın ismini verdiği düşünülürse, bu vapurun ismin de bir hikayesi olmalıydı…

Vardı da…

Dişlerinin arasında, bir alta bir üste yuvarlanıp giden hafif kılçıklı, bol yağlı balık etini iki boksörün arasında kalmış bir hakeme benzetti komiser. İronik bir benzetmeydi, gülümsedi. Nevzat ile göz göze geldiler, Nevzat’ın önündeki yarı dolu rakı bardağını fark etti. Elindeki ince bardağı havaya kaldırdı; tokuşturdular.

1964 Türkiye Kulüplerarası Boks Şampiyonası’nda namağlup şampiyon olan ve Avrupa’da ülkeyi temsilen ilk müsabakaya çıkan 25 yaşındaki Altemur Tekin’in sıfatı olan “Demir Yumruk”, devrin az ama sağlam vapurlarından birine verilmişti. Altemur Tekin’in, vapurun ilk seferine gidişinde yapılan kutlamadaki fotoğrafları, boks kariyerinin bir portresiydi adeta. Sağlıklı, gürbüz, kasları vücudunu kaplayan bir gençti Altemur.

Halen, yetmiş dört yaşında olmalıydı. Araştırıp kaldığı yeri bulmuştu komiser… Soluğunun kesildiğini hissediyordu. Olayı bilmeyen ama komiserinin heyecanını fark eden Necip de arabaya konuşlanmıştı…

Balık gittikçe azalıyor, rakı da ona ayak uyduruyordu. Hızlı geçmiş bir günün, uykusuz son demleri eskiyordu… Ayın ışığı içeri süzülürken, cılız sarı ampuller kenarından rüzgar sızan camların emriyle titreşiyordu.

Altemur Tekin, il dışına yakın bir beldede; çam ağaçlarıyla bezenmiş bir yöreye konuşlanmış huzurevinin yetmiş sekiz sakininden birisiydi. Artık ününü anımsayan çok az kişi kalmış olmalıydı… Arabayı tabelaları takip ede ede sürerken, yaşlı boksörün hiç akrabası kalıp kalmadığını merak etti komiser. Ve peşi sıra, hiç akrabası olmadığı için sonunun onun gibi olup olmayacağı sorusu yerleşiverdi zihnine.

Boş bıraktığı zihni ve elindeki son yapboz parçasının ipucuyla devasa kapıdan giriş yaptı komiser. Geniş bir yolu takip edip, önü fıskiyeli büyükçe bir bahçeye girdiler. Arabayı park edip devasa binaya girdi komiser… Peşi sıra yardımcısı Necip de tabii.

Rüzgar, ışıklar ve yavaş yavaş azalan balık-rakı ikilisi bile şarkıya eşlik eder gibiydi. Şarkı uzadıkça uzuyor; komiserin zihnindeki sahnelere göre uzuyor, esniyor, büyüyordu. Devasa bir tuğla olup bakış açısını kapatıyordu. Geçmişiyle barışık olmadığı ender anlar, Nevzat’ın meyhanesinde vuku buluyordu gene. Sarı, rüzgarda dalgalanan saçlar vardı zihninde komiserin. Bir de, sarı bir kapı.

Kapı aralandığında alabildiğince güneş giren bir odada; bir masa başında bir şeyler karalayan, tekerlekli sandalyede hafifçe doğrulup kapıya bakmaya çalışan bir adam çıktı karşılarına.

Görevli, “Altemur Bey, bu beyefendiler İstanbul emniyetindenmiş. Sizinle konuşmak istediler, izin almadan içeri aldığım için özür dilerim ama çok acil dediler…”

Mahçup bir ifadeyle dışarı çıkıp kapıyı kapattı akabinde.

Tekerlekli sandalyesini pencereden kendilerine doğru çevirdi Altemur Tekin. “Sizi dinliyorum beyler, şereflendirdiniz ama boşuna gelmezsiniz, buyurun…” diyerek gözlüğünü çıkartıp masaya koydu emektar boksör.

Biten tabağa, boşalan bardak eşlik etti ve şarkının son virajını ayakta karşıladı komiser. Artık uyumak istiyordu, evine gitmek; boş soğuk evinin, boş ve soğuk yatağına kıyafetlerini bile çıkarmadan uzanmak. Ama şarkıya saygısı sonsuzdu, kapının ağzına varayazmışken kaldı, durdu.

Tüm olayları özetleyip anlattığında, Altemur Tekin kadar yardımcısı Necip de şaşırmıştı. Savcı kadar katı bir şekilde kestirip atmamışlardı ama inanmakta zorlandıkları da şüphesizdi.

Komiser ayağa kalktı, söyleyeceği her şeyi söylemişti. Altemur Tekin, karışmış kafasıyla ikiliye bakıyordu. “Dikkat edeceğim… Ama ben yaşlı bir adamım komiser, bu yaşıma dek böyle şeylere tamah etmedim pek. Lütfen benden sizi veya kendimi kandırmamı beklemeyin; siz görevinizi yaptınız, burada bırakın bu işi…” diye soluklanmadan konuştu tekerlekli sandalyede bile dinç görünen boksör.

Elini uzattı, el sıkıştılar. Elleri hala güçlüydü Altemur Tekin’in. Komiser selam verip odadan çıktı. Merdivenlerden inerken arabada sahibine kavuşmayı bekleyen mitoloji kitabının olayda emsal olan bölümü düştü usuna komiserin. Son satırları özellikle…

Bu büyü, bu lanet; öldürücü olmak zorunda değildir. Büyüyü yapanın nefretine bağlı olarak, kalıcı zararlar vermekten ibaret de olabilir… Tam tersi; aşırı zarar verip, aşırı öfke timsali de olabilir.”

Çıktığı odaya tekrar girmişti komiser. Altemur Tekin, daha geri dönmemişti masasına… Anlattığı şeylerden etkilenmişe benziyordu. Göz göze geldiler… “Altemur Bey, lütfen merakımı mazur görün; tekerlekli sandalyeye nasıl mahkum oldunuz?”

Yaşlı adam, dinç vücudunu daha da gerdi; ters bir cevap vermeye hazırlanır gibiyken duraksadı. Gözleri büyümüştü.

Çivi…” diye homurdandı, kesik kesik soluğuyla tamamladı cevabını “Evimde kahrolası çatımı tamir ederken yere düştüm… On basamaklı merdivenden, yere, alet edevat çantamın çivilerle dolu kısmı belime denk gelecek şekilde düştüm…”

Dava kapanmıştı. Huzursuz ruhunun, çözülen davanın raporunu okuyarak göğe yükseldiğini hissetti komiser. Odaya huzur çökmüştü. Gergin yüzleri, gülümsüyordu ikisinin de. Göz göze gelip selamlaştılar ve komiser odadan son kez çıktı.

Hayalindeki kapanan kapıyla gerçekteki görüntü üst üste bindi. Komiser dışarı çıkıp soğuk havayla yüz yüze geldiğinde tonlarca kilometre ve bir o kadar anı kadar uzakta olan bir kadın da uykusundan belli belirsiz bir an uyanır gibi olduysa da pek hissetmedi.

SON

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de cumartesi günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü.* Yedi romanı yayımlandı, on kolektif kitapta yer aldı. Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

Çivilere Ruh Üfleyenler” için 5 Yorum Var

  1. İyi yıllar!
    Dedektif Tahsin ve Necip’ten yeni bir serüven daha, hı? 😀
    Bu ay her şey var seçkide 🙂
    Daha önce böyle kısa bölüm adları -artık ne denirse- şeklinde yazdığınız bir öykünüz olmamıştı galiba, hepsi gibi bu da çok güzel olmuş 🙂
    Gelecek seçkide yine bir araya gelmek üzere…

  2. Selamlar sevgili alpi;

    İki aylık bir aradan sonra seni yeniden seçkide görmek güzel. Aynı şey acar komiserimiz Tahsin için de geçerli tabi ki. Daha önce bu karakterde ısrarcı olacağını söylediğinden ona ait yeni bir macerayı okumak beni mutlu etti.

    Hikayeye gelirsek; işlenen cinayetin şeklini gerçekten dahice bulduğumu söylemem gerek. Ayaklarından tavana çivilenmiş, hazır ol vaziyetinde duran bir maktul fikri gerçekten de son derece orijinal ve çarpıcı bir fikir. Olayı çingene büyüsüne bağlayışın, diğer kurbanların da temelde aynı şey yüzünden zarar görmeleri de hikayenin beni eğlendiren kısımları oldu.

    Necip’i hikayeden çıkartarak komiseri daha karamsar, daha çok düşünen ve yalnız bir adam haline getirmişsin. Bu haliyle bir önceki macerasına oranla oldukça farklı biri gibi duruyor. Hedeflediğin şey tam olarak bu muydu bilemiyorum ama bende bıraktığı izlenim bu yönde oldu.

    Tek ciddi eleştirim bu hikayeyi yazış biçimine gelebilir. Son güne bıraktığın için midir nedendir tam olarak emin olamıyorum ama önceki öykülerine göre adını tam olarak koyamadığım bir eksiklik vardı. Hikaye güzel, karakterler de öyle ama işlenişte bir aksaklık vardı. Bizi daha iyilerini okumaya alıştıran sensin, bu konuda bütün suç sen de 🙂

    Kalemine sağlık…

  3. @Defne: Sağooool sana da iyi yıllar ^^

    @mit: Abi, öyküyü son güne bırakmadım, hatta belki de ilk teslim eden benimdir. (Geçen ayın 20’sinde falan teslim ettim sanırım) Eksiklik şundan kaynaklı olabilir, belki içgüdüsel olarak Komiser Tahsin’in romanı için bazı ayrıntıları ve ara sahneleri pas geçmişimdir, bilemem 🙂

  4. Sırf isminin hatrına bile insanın okuyası geliyo. Okumak için sabırsızlanıyorum. Tabii okumadan neden yorum da atıyosam…

  5. Son derece sürükleyici bir öyküydü. Ayrıca belirtmeliyim ki cinayetin işleniş şekli, sebep sonuç ilişkileri etkileyiciydi. Daha önce okuduğum öykülerin gibi sonu tahminimin çok dışında ve süprizliydi. Çivilere Ruh Üfleyenler…İsmi bile insanda okuma arzusu uyandırıyor.

    Yeni öykülerini takip ediyor olacağım.Eline , emeğine sağlık 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *