Ben, Wilhelm Creidenburg. Anlatacağım şeye inanmayacaksınız, biliyorum, ancak bir şeyi daha biliyorum, eğer şimdi şu anda ağzımı açmazsam, kendimi suçlu hissedeceğim. Olayları engelleyemeyecek olduğumu bilsem dahi, en azından denemiş olmak içimi rahatlatıyor.
Yıl 1845’ti. O zamanlar, Prusya Krallığı’nın ana hava gemisi olan “İmparator Frederick” adlı zeplinde çalışmaya başlamış bir subaydım. Halk arasında bu gemi daha çok “Buhardan Kale” olarak anılıyordu. Eminim adını en az bir kaç kez duymuşsunuzdur.
Mayıs ayının 6’sında, Prusya Ana Generali Kont Rudolf Maxmilian’dan gelen doğrudan emirlerin bir sonucu olarak, Buhardan Kale Berlin’den havalandı.
Yolculuğumuz, Balkan sınırından geçene kadar oldukça normal seyretti, ancak sonra… Sonra beni bu olayları anlatmaya iten Felaketler silsilesi başladı.
Önce, devasa bir fırtınaya yakalandık, normal şartlarda zeplinimiz bu yolculuğu kolayca atlatırdı, ancak, hâlâ tam olarak anlayamadığım bazı nedenlerden ötürü seyir araçlarımız karıştı. En garip olansa fırtınanın “çıkışıydı”, hiç bir bulut yokken ve güpegündüz hava aydınlıkken, birden bir yoktan fırtına bulutları var oldu, hava kapandı. Ne kadar irtifa yükseltirsek yükseltelim bulutların ötesine geçemedik.
Sonra… O hastalık geldi. Önce makinistimizde garip belirtileri başladı, derisinde yer yer grileşmeler görüldü. Şansız adam sadece bir gün içinde hayatını kaybetti. Hastalık giderek yayılıyordu, İmparator Frederick ’teki kırk tayfadan on tanesi yakalandı ve altısı hayatını kaybetti. Kaybetmeyenler ise… En korkuncuydu. Anladığımız kadarıyla, iki gün içinde ölmeyen kişiler kritik zamanı atlatıyordu, ancak derideki grilik kalıyordu ve saldırganlaşıyorlardı. Buharlı Makinelerden sorumlu bir teknisyen bir askeri öldürecek kadar ileri gitti.
Bir hafta boyunca olaylar böyle devam etti, teknisyeni öldürmek zorunda kaldık, geri kalanları ise doğu kanadındaki odalara kilitledik. Enfeksiyon böylece karantinaya alınmış oldu
İki fırtınalı geceden sonra, yaklaşık olarak mayısın on beşinde, yakıtımızın bitmesine çok az kalmıştı. General Reinhard ve Albay Samurov, hararetli bir tartışma yaptılar, tam zeplini indirme şansımızı denemeye karar vermiştik ki, bulutlar geldikleri gibi yok oldular. Bizi karşılayan manzara beni hem şaşırttı hem de anlayamadığım bir şekilde tedirgin etti.
Çok, çok eski dönemlerden kalmış bir kalenin altında orta büyüklükte bir şehir uzanıyordu, gaz lambaları uzaktan deniz fenerleri misali parlıyor ve zeplini kendilerine çağırıyordu. Ancak şehirde normal olmayan bir şey vardı… Gaz lambalarının titreyişinde bile bir sinsilik seziyordum. Bunu hisseden tek kişi bende değildim, tayfada genel bir huzursuzluk vardı. Ancak aşağıya inmek zorundaydık.
Ben hep korkularımın üzerine giden biri olmuştum, bu yüzden aşağıya inemeye gönüllü oldum.
Zeplinden çıktığım anda midem kokuyla ağzıma geldi, bu berbat ağır koku… Ceset kokusu. Havada da berbat bir ağırlık seziyordum. Ancak umutsuzluk ve erzaklarımızın yakında biteceği gerçeğiyle, nehrin karşı tarafında parlayan şehre doğru yürümeye devam ettik.
En sonunda şehrin kapılarında bizi, gri bir üniforma giyen, kafasında kepi olan bir asker karşıladı, kendinin Walachia ordusunda bir general olduğunu, içeri girmemizin şu an için mümkün olmadığını ancak sabah olduğunda şehre girebileceğimizi söyledi. Dilimizi konuşabiliyordu ama aksanı çok ağırdı, nedensiz yere hafif bir tiksinti hissettim. Ne olduğundan emin olamamıştım ama konuşması bana bir küfrü andırdı.
Walachia’nın sınır kasabalarından birinde olduğumuzu sanarak, yolumuzdan fazla sapmadığımızı umdum, ancak bir generalin burada ne işi olduğunu merak ederek, ona bulunduğumuz yeri sordum. Aldığım cevap, beni şok etmeye yetmişti…
“T’ansilvanya’dasınız, Walachla’n başkenti ve gu’u’u.”
* * *
Bir grup yabancı askeri şehre sorgusuz sualsiz alamayacağını anladığımızdan bu isteğini anlayışla karşılayıp, halimizden memnun bir şekilde İmparator Frederick’e geri döndük.
Transilvanya… Altı Mayısta, Sultanlığın başkenti İstanbul’a doğru havalanmıştık. Hedefimizden çok Kuzeye Sapmıştık… Normal değildi bu.
Aklımızdan karanlık ve tedirgin edici düşünceler geçti titrerken şehir ışıkları Transilvanya’nın ve ansınızın bir rüzgâr esip geçti, bizi iliklerimize kadar titretti.
O gece kimse rahat uyumadı, bende dâhil, sanki bütün Zeplin nefesini tutmuş, sabah olacak olan olayların habercisi gibi tekinsiz bir beklemenin içine dalmıştı.
* * *
Derken birden, görüntüler bulandı, sesler boğuklaştı, etrafımda garip çizgiler oluştu ve garip bir âlemin içine daldım. Zepline vuran rüzgâr sesi yerini hafif hafif çatırdayan bir ateşe, sonrasındaysa yağmur sesine bıraktı, en sonundaysa sessizliğe… Görüntü karardı. Bir süre sonra, düşmekte olduğumu farkına vardım.
Düşüşüm binlerce kilometre devam ettikten sonra, şiddetli bir çarpışmayla son buldu, eğer bir bedenim olsaydı, bu çarpışmada hayatta kalamazdım.
Bana sonsuzluk gibi gelen bir süreden sonra, kendi varlığımı anladım ve süzülerek ilerlemeye başladım. Karanlık, mavi ışıklarla aydınlatılan bir binanın içindeydim. Yer yer, gümüşî parıltılar geçiyordu, ancak hiçbirine yaklaşamadım. Bulunduğum bina, Victoria dönemine ait bir tarzda inşa edilmişti. Bir süre boş boş unutulmuş yitmiş koridorlarda dolandıktan sonra, bir parıltı gözüme çarptı.
Parıltıyı karanlık koridorlar boyu takip ettim ve beni bir odaya soktu, çatırdayan bir şöminenin loş ışığında aydınlatılan bir odaydı bu, iki tane sandalye karşılıklı konuşlandırılmıştı. Sandalyelerden birinde, yaşlı ama genç, üzgün ama mutlu, kızgın ama sakin bir adam oturuyordu.
Diğer sandalyeye oturdum, adam gözlerini açıp bana baktı, gümüş renkli gözleri vardı ve adeta ruhumu okuyordu. En sonunda, somurtarak gülümsedi, gözlerini benden kaçırarak gözlerimin içine baktı ve konuştu.
“Ben, zıtlıkların efendisiyim. İnsanoğlunun hayatı boyunca burada bulundum ve birçok adım oldu. Senin bugün buraya gelme nedeninse, lanetli topraklarda olman. Senin uykunu böldüm, çünkü doğanı yaşamana izin verseydim, ölmüş olurdun şimdiye değin.
Geçtiğin topraklar, Voyvoda Vlad Tepeş’in malıdır. O çok eskiden doğdu, yaşadı ve öldü. Ancak, öldükten sonra doğdu o, yaşarken ölüydü ve ölüyken canlı. Dolayısı ile benim alanıma girmektedir kendisi.
Bulmacalarla konuşmamamı istediğini görüyorum, ancak ben sana bulmacalar kurarak sadeliği gösteriyorum. Vlad, bir zaman sonra kendine av aramaya başladı, garip bir mahlûkattı o. Bir zaman sonra, neredeyse her canlıyı öldürdü ve kana susamışlığını giderdi.
Tam umutsuzluğa düşmüşken, teknoloji yüzüne güldü. Siz, insanlar, zeplinleri ve hava gemilerini inşa ettiniz ve birdenbire, kayalık dağları Transilvanya’nın hayat buldular. Vlad Zeplinleri kandırdı ve onları buraya iniş yapmaya zorladı.
Seni seçtim, neden diye sorma, bu sadece bir şans ama karar verilmiş bir şans. Unutma Zıtlığın evinde hem büyün cevapları bulacaksın; hem de cevapsız kalacaksın. Şimdi uyan ama uyu, çünkü hepimiz uyanıkken rüya görürüz bir yandan
* * *
Gecenin bir yarısı sandığım karanlık bir gökyüzüne uyandım. Etrafıma bakındığımdaysa saati gördüm ve saatin sabahın dokuzu olduğunu, havanın çoktan aydınlanmış olması gerektiğini fark ettim.
Zepline çarpan rüzgâr giderek şiddetleniyordu, korku ve tedirginlik içinde ana koridora çıkıp yürümeye başladım.
Zeplin sessizdi… Dışarısı sessizdi. Her yer sessizdi, komuta odasına girdiğimde, tamamen boş olduğunu fark ettim.
Dışarıya çıkmaya korktum, biliyorum yaptığım şey kötüydü, ama bütün mürettebatı yerde bırakmayı göze alarak havalandım. Bulut tabakasının üst irtifalarında sabit haldeyken, birden bulutlar aralandı ve beni dehşete düşüren bir manzara ile karşılaştım. Zemin bir hava gemisi mezarlığıydı ve altımda uzanan devasa karanlık şatoya bakarken, bir şeyden emindim, bir daha asla, ama asla, arkadaşlarımın yüzünü göremeyecektim.
Böylece, Transilvanyadan arkamdaki çığlıkları umursamadan kaçtım. Bir hava gemisini nasıl tek başıma kontrol ettim inanın bende bilmiyorum. Ancak, insanüstü bir güç harcayarak Buhardan Kale’yle oradan uzaklaştım, sisler içindeki diyarlardan geçtim. Erzak normalde bütün mürettebata yetemezdi, ancak tek kişi olduğum için bana yetti.
Bir kaç ay boyunca, bulut tabakasından aşağıya inmedim, Frederick güçlüydü ve ben korkaktım çünkü. En sonunda, belki de karanlıklar yok olmuştur diye, bulutlardan aşağıya indim.
* * *
Hikâyenin devamını, tahmin ediyorum ki biliyorsunuz, Kendimi bir Türk sınır kasabasında buldum, Prusya ile bağlantıya geçirildi ve şu an, “Takım Arkadaşlarıma ve Ülkeme İhanet Etme” suçundan yargılanıyorum. Yetkililer benden bir savunma yazmamı istediler. İşte savunmam! Şimdi, oraya “Geride bıraktıklarımı” kurtarmak için bir filo yollayacaklar. Beni dinlemeyecekler… Biliyorum.
Ben Wilhelm Creidenburg, şafağın ilk ışıklarında idam edileceğime kesin gözüyle bakılan bir mahkûmdan ibaretim insanların gözünde, bir hain. Oraya giden herkes ölecek, şayet ölmezler ve yanlarında birilerini getirirlerse, o zaman sonumuz gelecek.
Ben Wilhelm Creidenburg ve bunlar benim son sözlerim. Bundan sonra olanlar, beni alakadar etmez.
Uzun zamandır okuduğum en iyi kısa hikaye.
Oldukça akıcı ve güzel bir hikaye olmuş. Tebrikler.
Elinize sağlık, hikaye içinde hikayeyi oldukça güzel yedirmişsiniz. Gereksiz tekrarlamalar yok, gayet akıcı ve hikayeyi okumak insanı yormuyor. Güzel nüanslarla fikirlerinizi sunmayı başarmışsınız, elinize sağlık.
Okurken yüzümdeki tebessüme engel olamadım, emeğine sağlık. 🙂