Öykü

Çin Kırmızısı

Sinan yastığında başını çevirerek komodinin üzerinde duran saatin göstergesine baktı. Kalkmasına yarım saat kadar vardı. Aslında uyuması gereken vakitte nedense uyuyamıyordu. Odanın ışıkları tasarruf adına otomatik olarak yanıp sönüyordu ve bu saatler ışığın yanmaması gereken anlardandı. Bir an eskiden insanlar düşünmeden geceleri de kalkıp ışığı yakarlarmış ya da birileriyle oturup kahve içerlermiş belki de bir film izler kitap okurlarmış diye düşündü. O zamanlar çokta eskide kalmamış olsa da asırlar geçmiş gibi geldi. “Garip” dedi seslice, onu bekliyormuşçasına bilgisayarın “Efendim” diyen sesi yükseldi oda da. “Bir şey yok Spark” diyerek sol tarafına yattı. Arkadaşları bilgisayarına bu adı verdiği için dalga geçmişlerdi. Ne fark ederdi ki ismi, sonuçta makineydi sadece ve bu isim büyük dedesinden kalma film koleksiyonundaki bir kahramandı. O da tıpkı bilgisayar gibiydi, mantıklı olanın dışında hiçbir şey yapmazdı, yapmamalıydı. Gözlerini kapadı yine, eskiden ölüleri gömerlermiş. Peki biz ölümüyüz ki yeraltında yaşıyoruz? diye düşündü. Yerin on beş metre altında güvenli şehirlerimiz içinde mahvettiğimiz dünyadan etkilenmeyelim diye buradayız. Peki diğer canlılar onlar ne olacak? Hiç bir şey, çünkü üstün olan bizleriz. Kendini beğenmişlik, eskimeyen hastalığımız.

Anlamsız diye düşünerek doğruldu yatağında ve ayaklarını sarkıttı. Beş dakika sonra nasıl olsa çalar saati çalacaktı. Kendisi gibi şehrin binlerce yurttaşı yeni bir güne başlayacaktı. “Gün” garip bir kelime doğrusu, güneşi görmeyen bir nesil olalı neredeyse yüz sene olmuştu. Ben yeraltında doğdum, yüzeyi anlatan babam bile orayı on beş yaşına kadar görmüş. O da son dönemleri yani savaştan önceki yıllar. Babam anlatırken şaşırırdım hep. Eskiden kediler şimdiki gibi özel kapsüllerde değil sokaklarda amaçsızca gezermiş. Köpekleri ve kuşları da, hatta hayvanat bahçesinde birçok hayvanı da hayal meyal hatırlıyorum demişti. Ne zaman başlamıştı her şey, üçüncü sanayi devrimi dedikleri zamanda, evet evet o zaman. 3D yazıcıların çıkmaya başladığı 2010’lu yılları hiç kimse önemsemedi belki de ama devrim arkasından gelmişti. İlk olarak fabrikalarda kullanılmaya başlayan yazıcılar milyonlarca insanı işsiz bırakmıştı. Sokaktaki insanlar önce kedilere, köpeklere ve kuşlara yemek gözüyle baktı. Avrupa barbarlık olarak nitelediği bu durumu on yıl gibi kısa bir sürede hep yaptığı gibi ikiye katladı. Önce hasta ve yaşlı olanlar alturizm felsefesiyle yapması gerekeni yaptılar, ardından yamyamlık geldi. Çocuklar, en çok onlar için zordu her şey. Batılılar göçmenleri ve siyahları yok etmeye çalıştıysa da yıllarca bastırdıkları halklar beyaz adamı koruyan kuralları ve güçleri ortadan kalkınca intikam için bir araya geldiler. Belki de intikam değildi onlar için sadece yaşama isteği daha fazlaydı. Beyaz adamın devri kapanıyordu, yorgun beyaz ırk sonunda düştü. Asya halkları doğu felsefesine daha bir sıkı sarılarak kenetlenirken barbar akınlarında çoğunluğunu yitirdi. Ama yine de ayakta kaldı. Açlık yine de düşünülmesi gereken bir sorundu. Özellikle Çin’deki yığınlar açlık ile boğuşurken en kalabalık onlardı. O güçlü hükümet daha önceleri ucuza çalışan işçilerin yerini yazıcılara bıraktığında daha da güçlendi. Ama insanları açken güçlü bir hükümet neye yarardı ki? En büyük üretici Çin şimdi dünyayı kontrol edecek kadar güçlüydü ama aç halkını ne yapacaktı? O da parasını gezegenler arası kolonizasyona yatırdı. İlk üssü aya kuran Çin, yazıcıyı orada kurarak bu işinde maliyetini en düşük seviyeye indirgemiş, yapay zekâ ile yarattığı robotlar ile on yıl gibi kısa bir süre de ilk kentini kurmuştu. Tabi amacı Mars’a geçmekti. Oradaki su kaynaklarını ele geçirmesi hepimiz için değerliydi. Yeni bir dünya hayali, eskisine ne yaptığımızı düşünmeden hemde. Mars yerleşimi elli yılını aldı. Ama şimdi orası bir kapsül-kent olsa da eritilen su kaynakları ile oksijen oranı arttıkça yenileniyordu. Biz diğer insanlar da sadece seyirci olarak onların insafına kalmış durumdayız. Şimdi yer altı şehirlerinde Çin, Kore veya Japon hükümetlerinin mülteci kontenjanlarına dâhil olmak için bekliyoruz. Siyah ve Latinler batının yaşlı toplumunu yok ettikten sonra durdular. Bilmem belki de açlık bahaneydi. Yine de bir ırk yüzyıllar sonra ilk defa özgür oldu. Şimdi onlar da bizimle bekliyorlar. Tüm yer altı şehirlerinde insanlar Zeplin programına dâhil olmak adına çalışıyor. Her meslekten insanlar yetiştiriliyor burada, bense hangi işe dâhil olacağımı bilemiyorum. Babam ve annem eğitimli insanlardı. Yirmi beş yaşındayım, biyoloji, kimya, matematik konularında çok iyi bir eğitimim oldu. Her ikisi de mühendisti. Dedem de yüzeydeyken matematik öğretmeniydi. Bilemiyorum tam dört yıldır bugünü bekliyorum, belki de bugün dediğim gün hiçbir zaman olmayacak.

“Dıdıtdıdıtdıdıtdıdıt” çalar saat yine anlamsızca sesleniyordu. O kadar ilerlemişken hala bu aptal sesi çıkaran saatleri kullanmamız ne tuhaf, belki de geçmişe özlemdir. Çalar saatin sesiyle odanın ışıkları yandı. Bilgisayardan “Günaydın” sesi yükseldi. “hıhı” diye yanıtladı Sinan onu. Yavaşça elbise dolabına giderek çin kırmızısı kıyafetlerini giydi. Burada yaşayan herkes bunu giyerdi. Herhangi bir ayrım yoktu, mülteciyseniz uymak zorundaydınız. Sadece yurttaşlığa kabul edilenler renkli kıyafetlere ulaşabiliyordu. Zaten yer altı dünyasında asyalılar az sayıdalardı ve yönetici konumundaydılar. Kolunda ki zeplin işaretine bakarak açılan kapıdan dışarı çıktı.

“Selam Sinan, yine mi ambleme bakıyorsun?” diyen siyahî arkadaşı Bop gülüyordu.

“Evet, bana neden burada olduğumu hatırlatıyor. Nereye gideceğimi de.”

“Ha iyi o zaman, seni iki yıldır tanıyorum ve hala buradasın. Sanırım bir yere gidemiyoruz değil mi?”

“Belki de ama yer altı şehirlerinde gelebileceğimiz son yerdeyiz nasıl olsa. Günde dört saat çalışıyor, dört saat eğitim alıyor, geri kalan sekiz saati de kendimize ayırıyoruz. Benim geldiğim şehirde babam günde on iki saat çalışırdı.”

“Benimkinde ise sekiz saat çalışırlar, biz siyahlar daha özgürlükçüyüz sanırım. En azından geçmişin acısını çıkarıyoruz. Benim büyük büyük dedem, yok birkaç büyük daha ekle köleymiş. Şimdi beni görseler gözleri yaşarırdı.” derken gülümsüyordu.

“Neden yaşarırdı demiyorum.”

“Evet, cevabı biliyorsun, hey Jacob biraz yavaş ol” diyerek kendisine çarpan bir adama bağırdı.

“Olmaz, kahvaltıya yetişmeliyim.”

“Dostum bu Yahudileri anlamıyorum doğrusu, hala şu üzerlerinde ki korkuyu atamadılar. Baksana nasıl koşuyor.”

“Onlar öyle, hala aynı korkuyu duyuyorlar. İlk öldürülecek olan olma korkusu, bu genetiklerine işlenmiş sanırım. Zeki bir ırk olmaları bile bunları engellemiyor.”

“İyi de açlık dalgasında kimse onları yemedi değil mi?”

“Evet, çok garip değil mi? Biliyor musun 1. Dünya savaşından önceki yıllarda bile batılı fahişeler yatmazlarmış onlarla.”

“Nedenini biliyorum.”

“Gerçekten mi? Tarihle ilgilendiğini bilmiyordum.”

“Dostum bunun tarihle ilgisi yok ki. Bir Yahudi’den bahsettiğinde bilmen gereken tek şey onlar para kazandırmayacak hiçbir işi yapmazlar.”

“Bunun konumuzla alakası ne?”

“Gayet basit, adamlar boşalmamak için matematik ve fizik problemleri düşünürlermiş. Sen matematik denklemlerini daha iyi bilirsin bazen yıllar alır. E fahişelerde sürümden kazanırlar değil mi?”

“Çok aptalca bu Bop.”

“Biliyorum, büyük büyük yine büyük annem anlatmış.”

“Fahişemiymiş”

“Kim, büyükannem mi? Evet ne var ki bunda.”

“Hiçbir şey yok. Ama yine de saçma.”

“Bence de Sinan, bizimkiler işte hep bir hikâyeleri vardır.”

“Hiç özlüyor musun onları?”

“Ailemi diyorsan, elbette ama çok değil. Sonuçta yıllarca beni bunun için hazırladılar. Şimdi de buradayım. Hafta da bir kez görüşüyorum. Kardeşim de buraya gelecek belki Marsta onunla aynı kentte oluruz. “

“Bu bile güzel, benim kimsem yok.”

“Başlama yine hepsi huzur içinde yatıyor. Hem geceleri sarılmak istersen ben varım.”

“ Hahaaha pek sanmıyorum.”

“Hadi ama istersen kız kardeşimi sana ayarlarım. Çok güzel bir kız. Sonuçta yasalar buna izin veriyor. Hem melezler daha güçlü oluyorlar.”

“Çok sağ ol sevinmedim değil, iyi en azından eş işini çözdük.”

Bu sırada yemekhaneye gelmişlerdi. Yüzlerce insan sırayla kendilerine verilen sıvı ve katı haline getirilmiş vitaminleri alıyorlardı. Bedenin ihtiyacı olan besinler buradaydı. Onlar da diğerleri gibi sıraya girdiler. Yiyeceklerini alarak bir masaya oturmuşlardı ki, dev ekranda o gün için seçilen ve Mars’a seyahat edecek insanlar açıklanmaya başladı. Her gün olmasa da birkaç günde bir yüzlerce isim açıklanırdı. Dört yıldır bu böyleydi. Her bölüm için ayrı insanların adı geçiyordu. Ekranda beliren çin kırmızısı dev zeplinin ardından yönetici bölümü için yolcular açıklanır, ardından işçiler belirlenirdi. Yönetici bölümü genelde altı kişi olurdu. İşçiler ise elliye yakın bir sayı bazen daha fazlası da olabiliyordu. Sinan’ın ve Bop’un isimleri de listedeydi. İkisi de neşeyle birbirlerine baktılar. Sinan şaşırmıştı, ağlamayı çok isterdi ama bir yönetici için acizlik olarak algılanabilirdi o yüzden sadece kahvaltısına devam etti.

“Bak bizim Jacob’ta işçi kategorisinde geliyor. Garip çok zeki bir adam ama sanırım yönetici olacak kadar sakin değil. Neyse hadi kahvaltıyı bitirelim de şu gezimiz için hazırlanma ünitesine gidelim.”

“Biliyor musun, çok mutluyum.”

“Sarılmak için kız kardeşimi beklemelisin dostum.”

“İyi ki yanımdasın.”

“Hadi ama kız kardeşimi vereceğim diye böyle bir şey söylemene gerek yok.”

“Bop, ben…”

“Tamam, şaka yapıyorum sadece, bende sensiz gitmek istemezdim. Ama yok ya giderdim.” derken yine bir kahkaha attı.

“Hey beyler bende sizinle geliyorum. Gerçi ben birçok konuda sizden daha iyiyim ama bir türlü şu ayrımcılık işini bırakmıyorlar.”

“Haydi Jacob saçmalama bu seçimler genelde test sonuçlarına göre yapılır, istersen git itiraz et. “

“Gerek yok, elime bir şey geçmez. Neyse ben gidiyorum, Mars’ta görüşürüz.” diyerek hızlı adımlarla yürümeye başladı.

“Şuna bak Sinan, neredeyse koşacak yine, adamın sorunu bu işte. Acelecilik ve korku. Sanırım haklısın bu genetiğine işlenmiş. Bence yüzeydeyken kimsenin onları yemek istememesini bir mucize olarak görmüşlerdir. Böylece sayıları hiç olmadığı kadar çoğaldı. Acaba tadı nasıl?”

“ Yapma Bop, hadi gidelim. Böyle şeyleri konuşmak yasak biliyorsun. Ceza almayalım giderayak.” diyerek kalktılar yerlerinden.

Sinan kendini hafiflemiş hissediyordu. Aslında istediği şey Mars değildi. Dünyayı dışarıdan görebilmekti. Nasıldı acaba? Resimlerini görmüştü ama gerçeği işte önemli olan buydu. Belki de yüzeyde yaşayan insanları görebilirdi. Ama o yükseklikten zor olurdu bu, Çin bu seyahati 66 güne indirmişti. Belki de daha hızlı gidebilirlerdi ama son ışık hızı deneyleri başarısız olmuştu. Daha da önemlisi bu kadar yakın mesafede hızlı gitmek anlamsızdı. Büronun önüne geldiklerinde yönetici grubunun kapısında bir erkek ve üç kadın bekliyordu. İşçiler ise bir alt kattaki bölümden araca yönlendiriliyordu. En azından öyle tahmin ediyordu Sinan. Çünkü bu binaya girmek sadece yolcular içindi. Dev bölme sadece bunun için vardı. Siz retina okuyuculardan ancak isminiz listede varsa geçebiliyordunuz. Yoksa buraya yaklaşmanız bile imkânsızdı.

“Ben şu sarışın olanı seçiyorum.”

“Ney anlamadım Bop? Ha tamam anladım şimdi. Hem o kadının saçları boya gerçek sarışın kalmadı biliyorsun.”

“Olsun, çakma makma sarışın işte. Olayı anlamadın mı? Herkese bir eş.”

“İyi de kardeşin ne oldu?”

“Merak etme, ona hiçbir şeyden bahsetmem. Aramızda sırlar olmalı.”

“İyi tamam. Ben kardeşini tercih ederim. Hem onu aldatmak istemiyorum. Annem ailenin önemli olduğunu anlatırdı hep.”

“Sen ciddisin. Vay be, kardeşim çok şanslı. İlk görüşmede ona bundan bahsedeceğim.” dedi ve diğerinin sırtına vurdu yavaşça.

“Ne yani daha önce konuşmadın mı? Ayıp sana hep bundan bahsediyorsun ve kardeşin beni bilmiyor öyle mi?

“Hadi dostum. Şaka yapıyordum sadece, ama söz gelirse senindir ve emin ol senden bu kez bahsedeceğim. Sarışın beni kesiyor, sanırım siyahlar hakkında ki efsaneleri gözden geçirdi.”

“Ya evet, onları bende duydum.” derken başını salladı sadece.

Bu sırada açılan kapıda beliren bir Çinli kadın onlara dönerek;

“Evet arkadaşlar, yeni yurttaşlar olarak aramıza hoş geldiniz. Öncelikle size yeni elbiseler verilecek. Daha sonra gemilere yerleştirileceksiniz. Son kez bir sağlık taramasından geçirileceksiniz. Ardından gemilerde ki odalarınıza yerleştirileceksiniz. Kamaralarınız oldukça geniş aradığınız her şey var. Yalnız tuvalet, banyo, yemek ve dinlenme salonları ortaktır. Ayrıca çift olarak kalmak isterseniz diye yataklar iki kişiliktir. Sonuçta sizler en ideal adaylarsınız.”

“Bak gördün mü? Sarışını mahvedeceğim dostum.” gülen Bop Sinan’a omuz attı.

“Bay Bop bir sorun mu var efendim?”

“Yo yo çok mutluyum da.”

“Tahmin edebiliyorum. Evet, eğer bir sorunuz yoksa beni izleyin sevgili yurttaşlar” diyen kadın arkasını dönerek yürürken diğerleri de onu takip etmeye başladılar. Oldukça zarif görünen kadın uçarcasına önlerinde ilerliyordu. Büyükçe bir odaya geldiklerinde camın ötesinde onları götürecek gemi limanda gözüküyordu. Dev bir roketin üzerinde duruyordu. “İşte” dedi Sinan gülümseyerek. Geleceğim orada. Diğerleri de onun gibi düşünüyordu ki yanında belirdiler.

“Çok güzel değil mi?”

“Evet.” diyen Sinan yanında ki kısa saçlı kadına baktı.

“Ben İndu, sen de Sinan.”

“Evet, sanırım hindusun.”

“Garip genelde insanlar pek dikkat etmez böyle şeylere, ırk kavramı önemsizleşti ne de olsa. Ya Çinlisindir ya da değilsin. Sen de Türk olmalısın.”

“Evet, öyleyim. Ama ismini biliyorum. Daha doğrusu “Ay” anlamındaki ya da güneş, yıldız, dünya ismini tüm mitlerdeki ya da kültürlerdeki isimlerini bilirim. Annem hep hikâyeler anlatırdı bana.”

“Ben benimkileri hiç tanımadım.”

“Seni üzmek istemedim. Hem artık bir önemi yok. Sadece Mars seyahati var.”

“Hey kız kardeşim ne olacak?” diyen Bop ikilinin arasına girmişti bile.

“Ne kız kardeşi?”

“Boş ver sen onu. Bu Bop benim en yakın arkadaşım. Bu da İndu.”

“Güzel isim, anlamadım ama neyse. Sarışını tanıyor musun?”

“Evet, Jane o. Ama şansın yok lezbiyendir. Onun ülkesinde nüfus artışının önüne geçebilmek için doğduktan hemen sonra hormon tedavisi uygulanıyormuş. Yani anlayacağın seçim onun değil.”

“Hadi be, ama boş ver gerçek bir erkek tanımadığı içindir. Neyse hallederiz, ben yardımcı olurum ona.”

“Bop başlama yine. Biliyor musunuz garip olan bir şey var. Bu gemi ancak bizleri alabilir. İşçiler nerede kalacak?”

“Mühendis ya başladı yine. Dostum kimin umurunda. Sen keyfine bak. Hey İndu beni arkadaşınla tanıştırsana, çıkmıyorsanız tabi. Çıkıyor musunuz?”

“Hayır. Şu an kimseyle beraber değil. Hadi gel. Sen geliyor musun Sinan?”

“Siz gidin, ben sonra katılırım.” derken Sinan’ın bakışları hala gemideydi. Biz altı kişiyiz, altmış işçi ile bu gemiye sığmamız imkânsız. Hani işçileri uyku haznelerine bile koysalar en fazla otuz kişi alır. Başka bir platform olmadığını da düşünürsek bizden sonra geleceklerdir diyerek odadan çıkmıştı. Diğerleri gülerek ilerlerken o tam tersi yönde koridorda yürümeye başladı. Çinlileri anlamak her zaman zordu. Bu kadar maliyetli işlerle uğraşmaları hep tuhaf gelmişti zaten. Sonuçta diğer ırkları düşünmeleri takdir edilesi bir davranıştı ama biraz fazla geliyordu. Koridorun sonuna gelmişti ki Jacob’u dahil olduğu sıranın sonunda yavaş adımlarla ilerlerken gördü. Başı yerde ilerlerken çok komik görünüyordu ve ilk kez koşmuyordu. Komik diye düşündü. Hızlı adımlarla onlara yaklaştı.

“Hey Jacob, hey dostum dursana. Koşma…” diyerek kolundan tuttuğu adam ona baktığında simsiyah olmuş boş gözler belirdi karşısında. Daha önce gözlerinde var olan o telaşlı bakışlar silinmişti. Bir müddet ikisi de karşılıklı durdular. Sinan onu bıraktığında hızla koşan Jacob sıraya yetişince tekrar yavaşladı. Sıranın başında duran iki koreliden birisi arkasına döndüğünde Sinan önündeki çıkıntının arkasına saklandı.

“Ne oldu In Ho?”

“Bir şey yok bir ses duydum sandım.”

“Boş ver bu embesillerden birisi bazen bir şeyler geveliyorlar. Hadi şunları teslim edelim de bitirelim şu işi. Biliyor musun şu kızıl ötesi frekans aletleri olmasa bu aptallara çobanlık yapıyor olurduk. ”

“Belki de çoban köpekliği daha iyi bir kelime olurdu. Şu aptal Çinliler bize her istediklerini yaptırıyorlar. Umarım…”

“Hadi ama Ho bu konuları konuşmamalıyız biliyorsun.”deyip yürümeye devam etti, arkadaşı da ona katıldı. Açılan otomatik kapıdan içeri girerlerken diğerleri de onları takip ediyorlardı.

Sinan kapıdan son kişi girene kadar bekledikten sonra Jacob’un arkasından içeri girdi. “Eğer bu kızıl ötesi hipnoz cihazı olmasa bu kadar rahat hareket ediyor olmazlardı. Sonuçta beyinleri onun kontrolü altında ve bu durumda onlara istedikleri her şeyi rahatlıkla yaptırabilirler. Ama bunu neden yapıyorlar? Garip doğrusu işçiler zaten kendi istekleriyle rahatlıkla gemilere bindirilebilirlerdi.” diye düşünürken öndekiler başka bir kapıdan içeri girmeye başladılar. Sinan geride bekleyerek son kişinin ardından yaklaşarak ardı sıra içeri girdi. Grup öylece sıralanmıştı. Sinan hemen sağında bulunan köşeye gidip oradaki bilgisayarlardan ya da öyle olduğunu düşündüğü kapsül benzeri aletlerin arkasına gizlendi. İki koreli ellerindeki dosyayı bir japona imzalatarak diğerinin işçileri saymasını beklediler. Japon işini bitirince hiçbir şey demeden arkasını döndü ve elinde tuttuğu hipnoz cihazını önündeki bilgisayara taktı. İki koreli adam diğerine bozulurcasına ağızlarında bir şeyler mırıldanarak geldikleri yerden dışarı çıktılar. Ardından odanın ortasındaki dev makinenin ağzı açıldı ve işçiler yavaş adımlarla rampaya doğru ilerlemeye başladılar. Çarklıların sesleri kulakları tırmalıyordu. Sinan biraz daha ilerleyerek önündeki kapsüllerin ardında saklana saklana makinenin yanına geldi. Makineye yakından dikkatlice bakınca sadece on metre uzunluğunda olduğunu, yerle ya da tavanla arasında bir bağ olmadığını görünce şaşırdı biraz. Makinenin sonunda ise önünde ki kapsüllerden birisi vardı ve sanki içine bir şey doluyormuşçasına bir ses geliyordu. Bu sırada ensesinde bir acı hissetti.

“Bay Sinan, uyanın. Yurttaş Sinan.” diyen çinli kadın diğerine bakıyordu. Sinan hızla yerinde doğrulmaya çalıştı ama bağlandığı yerden kalkamadı.

“Ne oluyor? Siz o kadınsınız bize gemiyi tanıtan yöneticisiniz. Neden bağlı olduğumu söyler misiniz?”

“Adım Mei, yurttaş Sinan ve siz çok meraklısınız sanırım. Aslında güvenlik dikkatsizlik yapmamış olsaydı bu kadar gelemezdiniz. Gerçi korelilere ne kadar güvenebilirsiniz ki? Neyse konumuz bu değil. Birazdan hafızanızdan bu kısımları sileceğiz bence silmeliyiz de yoksa nasıl yaşarsınız? Biliyor musunuz, az da olsa sizin gibi meraklı bireyler çıkabiliyor. Bu da seçilme nedeninizin ne kadar tutarlı olduğunun kanıtı. Bana kalsa sizleri yok ederdim ama ne yazık ki genetik olarak bu kadar iyi işçiler bulmak zor oluyor.”

“Anlamadım, ben işçi değilim. İşçiler o odadakilerdi. Ve o makine… makine…ben ben…”

“Tamam, sakin olun. Geçecek birazdan sakin olun lütfen. İşçiler sizlersiniz, onlarda sizin seyahat boyunca ki şey nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Aslında söyleyebilirim dalga geçiyorum. Seyahat boyunca beslenmeniz gerek ve ne yazık ki protein kaynağımız pek az. Peki protein ihtiyacını nasıl karşılamalıyız sizce? Basit işçilere değerli besinlerimizden veremeyiz değil mi? Ama onlara dünyadaki en iyi protein kaynaklarından birisini veriyoruz. Yani yine kendilerini, ama siz bunu düşünmeyin bence gereksiz.” diyerek hala çabalayan Sinan’ın başına gelerek gülümsemeye başladı. Bu sırada bir robot kolu hızla ona bir şey enjekte etti.

“Merak etmeyin uyandığınız da hiçbir şey hatırlamayacaksınız.”

“Yamyamlar, hepiniz yamyamsınız. Bunu yapamaz…”

“Bence dert etmeyin, yemek olmaktan iyidir. Maslow piramidini öğretmediler mi size?”

“ Bu beeen şşşşeeeşş…”

“Etkili bir ilaçtır. Birazdan konuşamayacaksınız, sonra da kendinizden geçeceksiniz. Biliyor musunuz neden Zeplin ismini seçtik. Ha efendim bilmiyor musun? Ha ha eminim ondan, konuşmak mı istiyorsun insancık? Büyük ihtimalle bağırıp çağıracaksın, insanlıktan söz edeceksin ama yersiz. Biliyor musun ilk zeplin ismini bir konttan alman asıllı bilim adamından almış. Dev bir helyum balonu, yok ilk önce hidrojenmiş ama bir kaza sonucu uçucu helyumu seçmişler. Neyse bu kocaman balonun altında yolcular için olan çok küçük bir bölüm varmış. İşte siz ve diğer beş kişi orayı temsil ediyorsunuz. Efendim ne dedin balon kısmımı onlarda sizin protein kaynaklarınızı işte. Bir de biz Çinlilerin espri anlayışlarının olmadığını söylerler. Hala mı şaşkınsınız, asıl şaşkınlığınızı Mars’a saklayın bence. Sinan Bey …” derken kadın diğerinin kapanan gözünü eliyle aralayarak son kez gülümsedi.

“Sinan bey, Sinan bey uyanın!” sesleri kulaklarında yankılandığında Sinan sanki ilk defa nefes alıyormuşçasına derin bir solukla kendine geldi. Şaşkın şaşkın etrafına bakındığında karşısında ki kadın eğilmiş ona gülümsüyordu.

“Şey selam Bayan Mei, ben sanırım uyuyup kalmışım. Gemiye bakıyordum sonra şey oldu, hatırlayamıyorum. Oturdum sanırım, sonra da…” derken hala ağrıyan başını sallıyordu.

“Sonra da uyuyup kalmışsınız. Biz de sizi kameralardan bulduk. Her şey hazır, isterseniz gemiye geçelim. Lütfen buyurun.” diyerek kapıya doğru ilerlerken Sinan camın kenarına geçerek gemiye baktığında ona el sallayan Bop’a karşılık verdi.

“Biliyor musunuz, midem bulanıyor. Bayan Mei ben… neyse hadi gidelim değil mi?”

“Evet Sinan Bey uzun bir yolculuk olacak sizler için” diyen kadın Sinan önden çıkarken kolunda yer alan küçük monitöre bir şeyler yazmaya başladı. Ardından arkasından gittiği adaya seslendi yumuşak sesiyle;

“Sanırım güçlü bir hafızanız var Sayın Sinan?”

“Evet, yani annem hep öyle derdi hatta bana “fil hafızalı” derdi. Neden sordunuz?”

“Hiç efendim. Bunu sadece dosyanıza dâhil edeceğim. Orada çok güzel işler yapacaksınız.” derken kadının yüzünde ki gülümseme daha da büyümüştü sanki. Sinan boş gözlerle bakarken çin kırmızısı kapının önünde durdular. Ardından Sinan kapının diğer tarafında ki son kontrol noktasına ilerledi. Kadın geride kalarak ona bakarken kapanan kapının ardında duran Sinan bir an “Bayan Mei” diye mırıldandı ve bunu ne zaman öğrendiğini anımsamaya çalıştı.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *