Öykü

Pelerinli Adam ve Sonbahar

“Kısa yaşamım, uzun ölümümden öğrendiğim bir şey var… Gerçekler asla unutulmaz…”

Yıl 1953. Kasım ayının 13’ü. Mezarımda sessizce yatıyor, bekliyorum…

Yıl 1953. Kasım ayının 14’ü. Trajik bir ölümün ardından, yeniden doğdum veya… Yeniden dirildim… Son görevimi yerine getirmek için…

Bir sonbahar günü. Yapraklar; ah şu rengârenk yapraklar. En sevdiğim mevsimin yaprakları. Doğduğum, öldüğüm ve nihayet dirildiğim mevsimin, sonbaharın yaprakları.

Yıl 1990. Kasım ayının 22’si. Eski bir kasaba.

“Hey!”

Yanımda bir iki arkadaşım ve ben Jason, arkadaşımın çağırdığı yöne doğru koşmaya başladık. Hava buz gibiydi ve burası daha da soğuktu. Parkta bir tek biz vardık… Ah, bir de bankta oturan şu pelerinli adam.

Dediğim gibi ben Jason. 10 yaşındayım. Minik bir kasabada yaşıyorum. Ürkütücü hayaletlerin, korkunç ruhların yaşadığı bu kasabada. Annem her zaman hayal gücümün çok olduğunu söyler. Hayaletler ve ruhlar ‘gerçek’ değilmiş. Ve tabi çatı arasında yaşayan hortlaklar. Aslında o konuda haklı olabilir. Ama çorap yiyen yatak altı yaratıkları, her hafta sadece bir tekini bulduğum çoraplar kadar gerçek.

Ah, çocuklar, ah. Başımın dertleri. Çevik bir hareketle ayağa kalktım ve güvercinler, tozu dumana katıp; yaprakları dört bir yana saçarken hafifçe gülümsedim. Sonra çocukları anımsayıp hızlı adımlarla malikâneme doğru ilerlemeye başladım. O sinir bozucu sesi duyduğumda yolu yarılamıştım.

“Bayım?”

Ama adam hiç duymamış gibi ilerlemeye devam ediyordu. Umutsuzca arkadaşlarıma baktım.

“Jason! Hadi git! Mızıkçılık yapma!”

Derin bir nefes aldım ve pelerini arkasında dalgalanan adama doğru koşmaya başladım.

“Ne var, çocuk?!”

Sesimi olabildiğince sert tutmaya çalışıyordum. Bir yandan da çocuktan önde olmaya çalışıyor, şapkamın yüzümü yeterince örtmesi için de dua ediyordum. Yoksa… Olacakları düşünmek dahi istemiyordum…

Tir tir titreyerek adama bir adım daha yaklaştım. İçimden kendime söyleniyordum. Arkadaşlarım ise arkadaydı. Jack, Ernie, Harold ve Mary

Bir anda adam durdu. Uzun bir süre boyunca sadece bana baktı. Yüzü gözükmüyordu… Çok garip… Ve sonra sert bir ses konuştu.

“Ne var, çocuk?!”

Tam o anda mucizevi bir ses beni bu durumdan kurtardı.

“Çocuklar! Yemeğe gelin!”

Sokağın hemen karşısındaki evde biz oturuyorduk. Teyzem verandaya çıkmış, elinde oklavayla sinirli bir şekilde bize bağırıyordu.

“Saatin kaç olduğunun farkında mısınız, siz?! Rahat bırakın adamı?! Beyefendi… Çocuklar, umarım sizi rahatsız etmemiştir?”

Adam anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı ve ardından yürümeye devam etti. Teyzem ise hâlâ kaşlarını çatmış, bize bakıyordu.

“Jason! Cezalısın! Akşam sana tatlı yok! Size de çocuklar! Ah, Mary… Tatlım içeri gelsene…”

O günden sonra pelerinli adamı bir daha hiç görmedik. Geriye önemsiz bir anı olarak kalacaktı…

Yıl 2011. Kasım ayının 3’ü. O eski kasabada.

“Ellie! Maggie’ye iyi davran, o daha bebek! Erica! Dolabın üstünde ne yapıyorsun?!”

Maggie’nin eline ayıcığını tutuşturdum ve sonra koşar adımlarla dolaba gittim. Erica bana masum gözlerle bakıyordu. Sırıttım ve sonra dolabın üstünden aldım. Oraya çıkmayı nasıl başarmıştı, acaba?! Ve sonra elindeki yarı çiğnenmiş, Ellie’nin marifeti gibi görünen sakızı aldım. Ve sonra Erica’yı ikizi…

“Tommy! Of, Tanrım! Sen hiç akıllanmayacak mısın?!”

Erica’yı koltuğa bıraktığım gibi Tommy’i Snoopy’nin üstünden aldım. Son birkaç aydır Tommy, zavallı köpeğin üstüne binip kulaklarını çekiştiriyordu. Ve tabi Snoopy bundan hiç hoşlanmıyordu. Tam o sırada arkadan bir çığlık geldi ve kafama bir şey çarptı. Televizyon kumandası. Kafamda oluşan şişliği hissedebiliyordum. Yerdeki oyuncaklara basmamaya dikkat ederek, zıplaya zıplaya telefona yöneldim. Aceleyle numarayı tuşladım bir yandan başımı ovarken diğer yandan da konuşmaya başladım.

“Mary! Tatlım! Maggie’nin emziği nerede? İşten ne zaman çıkacaksın? Ayrıca elektrik faturaları geldi ve… Ah, Tanrım!”

Telefonu masaya bıraktım ve Ellie ile Tommy’i ayırmaya gittim. Her zamanki gibi kavga ediyorlardı.

Aralarından en büyüğü Ellie’ydi. Sonra Erica ile Tommy ve sonra da 2008 yılında doğan Maggie vardı. O, bu gürültüde bile mışıl mışıl uyuyordu. Erica ise ağzında geçen hafta kaybettiğim beyaz çorabımla koltuğun üstünde bana her zamanki masumluğuyla bakıyordu.

Her günüm böyle geçiyordu. Ve tabi her gecem. Mary gece geç saatlerde işten çıkıyordu. Kasabanın postane müdürüydü. Ben mi? Ben Jason Smith, işe yaramaz bir yazarım. İşsizim ve kesinlikle yemek yapamıyorum. Zaten çocuklar da “Köpek Maması” dışında hiçbir şey yemiyor. Snoopy’nin ucuz köpek mamalarından evde tonlarca var. Her ne kadar Mary onlara et yedirebiliyorsa da… Mary!

Kucağımda Tommy ile telefona koştum. Ama Mary çoktan kapamıştı. Derin bir nefes aldım ve arkamı döndüm.

“Mama zamanı, çocuklar! Tamam, Snoopy! Hepinize yetecek kadar mama var!”

Sonbahar… Derin bir nefes aldım ve pelerinimin cebine uzandım. Bir avuç yem alıp elimi havaya uzattım. Bir düzine güvercin elime üşüştü. Hafifçe gülümsedim. Ve birden yüzümü buruşturdum. Bu… bu yaralar… gün geçtikçe kötüleşiyordu… Yıllar geçtikçe…

Ah, lanet olsun. Bu evrende, sessizlikte uyumayan; gürültüde uyuyan tek bebek, Maggie olsa gerek. İç çektim ve yatakta doğruldum. Mary kan çanağı gözleriyle, durmaksızın ağlayan Maggie’yi besliyordu. Yan odamızda ise diğerleri ya uyuyor, ya da “sessizce” oyun oynuyorlardı.

Ayağa kalkıp sabahlığımı giydiğim gibi Mary’nin yanına gidip Maggie’yi kucağından aldım.

“Yürüyüşe çıkacağım. Belki serin hava uykusunu getirir.” diye fısıldadım. Mary sessizce başını salladı ve yorgun adımlarla yatağa gitti. Ben daha Maggie’nin şapkasını bulamadan o uyumuştu. Koridorda ilerlerken bir yandan da Maggie’yi taşıyordum. Nihayet bir süreliğine ağlamayı, ciyaklamayı ve o gibi şeyleri yapmayı bırakmıştı. Ve tabi buna diğerlerini uyandırma da dâhildi. Ah, Tanrım.

Sokaklar bomboştu. Sessiz bir rüzgâr gecenin içinde duyulan tek sesti. Maggie’nin arabasını ittirirken bir yandan da eski anıları hatırlayıp kendi kendime gülümsüyordum. Kim bilir bu sokakta kaç kere oyun oynamış, azarlanmış, düşmüş, ağlamıştık…

Tam o sırada gözüme bir şey çarptı… İleride banklardan birinde bir adam oturuyordu. Belki biraz sohbet ederiz diye ona doğru yürümeye başladım. Sanki bana bir yerden tanıdık geliyordu…

Dikkat, dikkat. Saat 12 yönünde bir insan buraya yaklaşıyor. Ah, şu insanlar… Eminim şimdi iki saat car car konuşacak.

Ona yaklaştıkça tedirginliğim artıyordu. Neden bilmiyorum ama bana her şey çok tanıdık geliyordu… Sanki… Sanki dejavu yaşıyormuşum gibi. Pelerinli adam bankta oturuyor… Şapkası, gözlüğü… Ve sonbahar. Sanki sonbahar ve pelerinli adam yıllardır burada duruyor, birlikte yaşlanıyor gibi. Hayal gücüm son hız çalışmaya devam ediyordu. Ama burada tanıdık bir şeyler vardı. Gerçek gibi… Çok garipti…

Ve birden aklıma bir fikir geldi. Pelerinli adam ve sonbahar! Bir kitap, bir roman! Beynim son hız çalışıyordu. Yıllardır ilk defa bu kadar heyecanlanıyordum. Harika bir kitap olacaktı. Kitaba “Bir Diriliş Hikâyesi, Pelerinli Adam ve Sonbahar” adını koyacaktım. İlk cümlesine ise; “Bir zamanlar yaşıyordum.” Diye başlayabilirim. Adamın çocukluğunu gençliğini yazdıktan sonra da ölümünü ve dirilmesini yazar, kitabı iki bölümden oluştururdum; “Ölümden Önce ve Ölümden Sonra.”, olarak.

Sokağın ortasında durmuş, banka ve adama bakarak kendimi ilk defa bu kadar zinde hissediyordum. Hızlı adımlarla adama doğru yürümeye başladım. Ve Maggie’nin arabasını bankın yanına bıraktıktan hemen sonra adamın yanına oturdum ve derin bir nefes aldım. Bu düşündüklerimi hemen yazıya dökmem gerekiyordu. Ama içimden bir ses bir süre orada oturup, bunları borçlu olduğum adamla konuşmam gerektiğini söylüyordu. Ama şu ana kadar bunların gerçek olabileceğini hiç düşünmemiştim…

Bingo!

Yanıma oturan insanın, beyninin son hız çalıştığını duyabiliyordum neredeyse. Gülümsedim ve acaba ne keşfetti şu insan beyni, diye düşündüm. Bebeğini ve arabasını unutmuş, dümdüz karşıya bakıyor ve anlamsızca gülümsüyordu. Bana… bana bir zamanlar insan olan… kendimi hatırlatıyordu… Ben de onun gibi hayal gücü olan genç bir yazardım. Ta ki ölene dek. Aynı onun gibi “hiç” kitabım yok, ama bir sürü fikrim vardı. Ve en güvenilir fikrim de… Dirilmeydi… Yeni bir yaşamdı… Son görevini yerine getirmek için dünyada kalmış olan ruhlardı… Ve şimdi ben de son görevimi yerine getirmiştim. Anlayacağını umduğum gerçeği de sonsuza değin sır olarak saklayacak bir insan beynine yerleştirmiştim. İçimden bir ses de bu insanın eve gider gitmez doğruca yazmaya başlayacağını söylüyordu.

Ama… Ama bu… Gerçek… Bu gerçek olamaz! O zamandan bu yana… Hâlâ yaşıyor olması… Ona… Ona sormam gerek…

“Bayım?”

Sonbahar gecenin içine karışırken, gün doğuyordu. Minik bir kasabada, minik bir evde, kocaman bir kalp; gerçekleri ve hayalleri yazıya döküyordu. Sonsuza kadar okunacak bir kitap olarak…

Sonbahar son görevini yerine getirmişti…

Yaşlı, çok yaşlı bir adam; bir sonbahar günü, bankta oturuyor. Gülümsüyor yavaşça, güvercinler etrafında dört dönüyor. Kaldırımın tozlu zemini, sonbaharın son yaprakları arasında kayboluyor. Bir rüzgâr esiyor, yapraklar uçuşuyor dört bir yana. Gülümsüyor adam, tekrar ve tekrar. Sonbaharı kucaklarcasına gülümsüyor…

Pelerinli Adam ve Sonbahar” için 6 Yorum Var

  1. Çok güzel ve keyifli bir hikaye olmuş, ellerinize sağlık. Okurken çok eğlendim. Özellikle de adamın çocuklarına bakası gerektiği kısımlar harikaydı. Tekrar tekrar elinize sağlık…

  2. ilgi çekici bir hikaye olmuş. Yalnız — kısımları genelde konu tamamen farklı bir boyuta taşındığında kullanılır sizin hikayenizin ise her yeri bunlarla dolu. Bu biraz kopukluk yaratıyor. Bir de noktadan sonra kullandığınız ‘ve’ bağlaçlarına dikkat edin. Her ne kadar konuşma dilinde normal görünse de cümle bitip nokta konduktan sonra hele hele paragraf başında ‘ve’ kullanılmaz.

    Elinize sağlık bu ayrıntılar dışında dediğim gibi ilgi çekiciydi.

  3. İlk dediğinizi anlamadım ve yorumunuz için teşekkür ederim 🙂
    ‘Ve’ ler konusunda daha dikkatli olmaya çalışacağım ama bu, bütün kitaplarımda da kullandığım bir şey. Öyküyü daha akıcı hale getirdiğini düşünüyorum.
    Yorumunuz ve okuduğunuz için yine çok teşekkür ederim.

  4. “Sanki sonbahar ve pelerinli adam yıllardır burada duruyor…”

    Bu güzeldi işte. Keyifli bir okumalıktı. Özellikle ‘sonbaharın görevi’ epey hoş bir fikir. Yalnız ben de anlatımın çok fazla durakladığından şikayetçiyim. Karakterden karaktere geçerken ilk başlarda hayli yüksek dozda karmaşa yaşadığımı söylemeliyim.

    Bir de… Bence Türkçe isimler kullanmanız öyküyü daha samimi bir hale getirirdi. Bu tamamen yazarın tercihi, biliyorum ama bende böyle bi’ durum var işte. Yazar Türk olunca, daha ‘ondan’ bir şeyler duymak istiyorum. Jack, Ernie, Harold ve Mary..den değil. : )

    Kaleminize, fikrinize sağlık. Gayet başarılıydı. 🙂

Defne Tunçer için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *