Öykü

Ruh Yanığı

Yüzmeye çalışmanın anlamsızlığı ile bıraktı bedenini. Sessizlik içinde, cıvadan bir denizde boğuluyordu, sınırı geçmeye çalışan diğerleri gibi. Vücuduna yukardan bakarken dağılmış uzun saçlarını sevdi, ela gözleri açık ve ağzı hayret içinde birazdan birini çağıracak gibi aralıklıydı, kızıl sakalları yosun gibi salınmaktaydı tuzlu suda.

Bedeninin denizde yüzen bir ceset olmasına sevindi, hep balıklara yem olmayı istemişti. Çürüyüp gitmekten iyidir. Kendini ölürken yakışıklı buldu, “daha otuz olmadım, gencim,” diye düşündü. Balıklar, elini çabuk tutmalıydı. Gün ağarmaya başlamıştı, kurtarıcılar gelmek üzereydi.

Başka ruhlarla karşılaştı Akdeniz’in üstünde. Yangından arta kalan kül ve yakıttı, cıva sandığı şey. Bu külde boğulmuş başka ruhlarla denizin üstünde askıda bekledi. Bu sırada, tanıdık cesetleri gördükçe, ruhunun içten içe yanmakta olduğunu anladı. Bildiğin dünya anlamını yitirirken acıyan yanından ağlayamamak en kötüsüydü.

Karadan sürat tekneleriyle, kurtarıcıların gelmekte olduğunu gördü. Burada, iki saat önce yaşanan heyecanın bir benzerini seslerinde taşıyarak bağırıyorlardı, “Canlı var mı?”

Cesedinde takma bir uzuv gibi duran kolunun yavaşça havaya kalktığı an, çıldırmamak için çığlık attı. “Nasıl olur? Ben buradayım yukarda? Bu nasıl olur?” Yaşayacaktı, deniz suyundan tekneye çektiler bedenini.

Çırpınıyordu, “Ben öldüm!” diyordu, kimse duymuyordu onu. Cilt yanığından beterdi ruh yanığı, gözünden kulağından içeri sızan acıdan oluşuyordu. “Kimsem kalmadı, herkes öldü!” diyordu. Kendisine yardım edenler; bedenini, gemi yangınından yanmış bir kişi kurtarabildik diye bildirecekleri üstlerine. Kimsenin bilmediği bir sebepten hayatta kalmıştı.

Sonraki günlerde sessizlik ilk belirtisiydi ruh yanığının, etrafını engin bir boşluk sararken, yanık iz bıraktı. Yıllar içinde yavaş yavaş kavrulup perçinlenecekti. Omuzlarının açısı kapandı, kaburgalarının sayısı azaldı, sanki bedeni gün be gün içe çöküyordu. Kendini hatırlamaz oldu.  Denizin ortasında bir mülteci teknesinde başlayan yangın sonunda ruhunu küle çevirmişti. Geçemediği sınırlar tüm sevdiklerini alıp, bir tek onu kusmuştu.

Boşlukta sadece meçhul erkeğin gördüğü bir derinlik açıldı. Bu, tüm yasal kayıtlardaki adıydı. Meçhul erkek, gözlerini dikti uzaklara. Olduğu yerde sınırlar eridi. Sadece soluk alıp veriyordu artık. O nefeslerin hiç biri evinin kapısına kadar taşımıyordu onu.

Bakım evinin banyosunda, sırrı sudan kavlamış ayna, bir oyun yaptı. Kazınmış kafa derisindeki anlık bir ışık sekmesi ela gözlerine vurdu. Dökülmüş dişlerinin yerindeki kara kovuğu açarak güldü. Annesinin un helvası kavurduğu bir sonbaharda, toprak avlulu alçak damlı Halep’in en mutlu evi kendi haneleri gibi gelmişti ona. Kavrulmuş unun kokusunu duydu, avludaki dut ağacının dalına kurulu salıncağını hatırladı. Arkasına döndü, kardeşlerinin yüzlerine bakmak, toprak avluyu tabanında hissederek yürümek, avlu kapısını açıp “Ana ben gidiyorum, Zühal bekler,” diyerek koşarak çıkıp gitmek istedi. Onlar, o sıcak yuvada hâlâ yaşıyorlar da bir tek kendisi böyle ıstırap içindeymiş gibi, bağırdı “Ana ben gidiyorum.”

Vedalaşırken, el salladıklarını düşündü, mutlulukla gülümsemişken gezer terlik kaydı, gülüşü bozuldu.