Öykü

Rupertsberg Manastırı

Gün daha yeni ağarıyordu. Doğudan yükselen güneşin ışıkları yazı salonunun camlarından içeri giriyor, raflarda dizili deri kaplı kitapların üzerinde dolaşıp kitaplıkları, kitapları ve çalışma masalarını ısıtıyordu. Kitapların arasında yaşayan güveler ve kurtçuklar güneşi görünce uyumak için tekrar raflardaki yerlerine döndüler. Güneş yükseldi ve kütüphanenin derinliklerine ulaştı.

Huzmelerden biri sakince kapıya doğru ilerlerken kilit metalik sesler eşliğinde açıldı. İçeriye temiz hava ve bir rahibe girdi. Kütüphaneden sorumlu rahibe Katharina kütüphanede dolaşıp kontroller yaptı. Birkaç sandalyeyi yerine itti, kitapların sırasında bir hata var mı diye hızlıca raflara göz gezdirdi ve bir rafta dizili olan Kitab-ı Mukaddes’leri bir bir alıp büyük bir özen ve hürmetle masalara koydu ve hepsinde başka bir sayfayı açtı ve daha sonraki bir sayfaya da küçük bir kâğıt parçası koydu.

Rahibeler gelip Kitab-ı Mukaddes’lere bakarak yenilerini yazacaklardı. Onlar için malzeme rafından bolca kâğıt ve mürekkep çıkardı. Katharina’nın bir düzeni vardı. Her masada bir stant, üzerinde bir Kitab’ı Mukaddes, standın solunda boş kâğıtlar, sağında birer şişe siyah ve kırmızı mürekkep ve farklı şişelere batırmak için iki kalem, masanın sağ ucunda da yeni yazılmış sayfaların konabileceği kadar geniş bir yer olmalıydı. Her masayı kafasındaki bu şablona göre düzenledi ve cam kenarındaki masaya gelip, siyah mürekkep şişesini standın sağına koyduktan sonra bugünkü kopyaları yapacak olan rahibeleri çağırmak için kütüphaneden çıktı.

Güneş yükseldikçe rahibe Katharina’nın düzenlediği son masadaki siyah mürekkep şişesinin üzerine ışık vurmaya başladı ama arkasında duran kırmızı mürekkebe henüz ulaşmamıştı. Şişenin içindeki siyah sıvı ısınırken küp şeklindeki şişeden yansıyan güneş, masayı ikinci kez aydınlatıyordu. Ahşap standın üzerinde duran Kitab-ı Mukaddes’te Yuhanna İncili’nin ilk sayfası açıktı. Kırmızı harflerle yazılmış “EVANGELIVM SECVNDVM IOANNEM” başlığını siyah mürekkeple, kâğıttan tasarruf etmek için birbirinin içine geçmiş küçük harflerle yazılmış “In principio erat Verbum, et Verbum erat apud Deum, et Deus erat Verbum.” ayeti takip ediyordu.

Dakikalar sonra rahibe Katharina yanında 10 rahibeyle kütüphaneye geri geldi ve her rahibeyi belirli bir masaya oturttu. 30’lu yaşlarındaki Brigitte ise kitapların suretini çıkarmakta tecrübeli olduğu için cam tarafındaki, standında Yuhanna İncili’nin başlığının açık olduğu masaya oturtuldu. Manastıra yeni gelmiş ve daha önce kitap görmemiş olan sekiz yaşındaki Emma da onu izleyip suret çıkarmanın ne olduğunu görecekti ama Katharina Emma’nın geleceğini unutup sandalye çıkarmamıştı. İkisi beraber sandalye almaya gitmişken Brigitte sandalyesini çekti, masasına oturdu ve camdan dışarı bakıp ikisinin gelmesini bekledi. Eylül gelmiş, yağmurlar başlamış, Ren hızlanmış, Nahe’de yapraklar yüzüyordu. Yeni doğan günle beraber uyanan kuşların nehrin üzerinden uçuşlarını izledi ve nehrin karşısındaki kardeş manastırları Eibingen’e baktı.

Emma bir sandalyeyle geldi ve yere bakarak durup bir emir gelmesini bekledi. Brigitte boş kâğıtların olduğu sol tarafını gösterdi. Emma sandalyesini koyup otururken Brigitte boş bir kâğıt aldı. “Ben okuma bilmem. Şurada kaç kişiyiz, hiçbirimiz okuma-yazma bilmeyiz. Tek yapman gereken harflere bakıp şekillerini taklit etmek. Bak mesela ilk harf bir tane dik çizgi, üç tane de yan çizgiden oluşuyor. Sonraki harf de iki tane eğik çizgi. Harfleri kopyalamak kolay ama nerede kaldığını unutmaman lazım. Onun için Kitab-ı Mukaddes’in kopyasını yazarken konuşmayız pek.

Şimdi ben de susacağım, önüme bakacağım. Sen de dikkatli izle, nereye kadar geldim, hangi harfi nasıl yazdım bak, tamam mı? Ara sıra soracağım” diye açıkladı Emma’ya. Küçük Emma ise sadece başıyla onayladı ve ağzını açmadı. Brigitte önüne döndü, yavaş hareketlerle kalın kalemini kırmızı mürekkep şişesine batırdı ve mürekkebin fazlasını bırakmak için kalemin ucunu şişenin kenarına dokundurdu. Az önce “Şimdi ben de susacağım” dememiş gibi yaptığı her hareketi Emma’ya açıkladı. Neden kalemi şişenin kenarına dokundurduğunu, neden kırmızı mürekkep kullandığını açıkladı. Başlığı kopyalarken her harfin farklı vuruşlarına dikkat çekti. Sonra Brigitte cidden sustu. Elleri harfleri kendi kendine kopyalarken Brigitte geçmişe daldı. Emma’nın yanında sessiz sessiz oturuşu Brigitte’ye kendinin manastıra ilk geldiği zamanları hatırlatıyordu.

Brigitte’nin ailesinin yanında yaşadığı dönemdeki ruh halini hatırlıyordu ama net bir şekilde hatırladığı sadece birkaç anı vardı. Abileri, ablaları ve bir küçük erkek kardeşi vardı. Tarladan hasat ettikleri şeylerden vergileri çıkarınca kışın karınlarını doyurmakta zorlanırlardı. Hepsi zayıftı. Bir bahçeleri olduğunu hatırlıyordu. Bahçelerinde bir salıncak var mıydı emin değildi. Bazen bir salıncakta sallandığını hatırlıyor gibiydi ama bu anısı birkaç gün sonra rüya olmadığı fark edilen bir rüya gibiydi. Öncesi, sonrası yoktu. Sadece bir salıncakta gidip geldiğini ve Magdalene’nin sıra beklediğini hatırlıyordu. Zaten hatırladığı çoğu şeyde Magdalene de vardı. En küçük ablası Magdalene, Brigitte’den sadece bir yaş büyüktü ama küçük yapılı bir kız olduğu için Brigitte’yle ikiz gibi görünüyorlardı. İkiz gibi de büyümüşlerdi.

Kıyafetleri ortaktı, yatakları ortaktı. Birbirlerinden hiç ayrılmazlardı. Mesela bir gün annesi çocukları birbirlerine emanet edip pazara gitmişti. Abileri bahçenin dışında dövüşüp şövalyecilik oynarken ablaları ev kapısının önünde örgü örüyorlardı. Magdalene ve Brigitte ise bahçede küçük Johannes’i ya da o zamanlar söyledikleri adıyla Hans’ı oynatıyorlardı. Brigitte daha yeni yeni yürümeye başlayan Hans’ı kucağına alıp komşusu Magdalene’ye misafirliğe gidiyor, beraber havadan yemek yiyip bir şeyler içiyorlardı. Havadan yemeklerini yerken Magdalene “Sizin çocuk da pek sakin komşu hanım” dediği an Hans ağlamaya ve huysuzlanmaya başladı.

Büyük ablaları gelip Hans’ı sakinleştirmeye çalıştılar ama ufaklık kendine geriye doğru atıp kucaklarından inmeye ve “Mamaaa!” diye bağırmaya devam ediyordu. En son abileri de geldi ve ne olduğunu sordular. Kaç çocuk hep beraber neden ağladığı anlamadıkları Hans’ı eğlendirmeye çalıştılar. Biri şarkı söylüyor, öbürü eşek taklidi yapıyor, öbürü yüzünü kapatıp açarken değişik yüz ifadeleri yapıyordu. Hans her yeni olaya birkaç saniye bakıp ağlamaya devam ediyordu. Küçük çocuğun önünde şebeklik yaparak ne kadar zaman geçirdiklerinden emin değildi Brigitte ama artık “Hans’ı da alıp pazara mı gitsek, annemin yanına?” diye konuşmaya başladıklarında anneleri elinde büyükçe bir sepetle pazardan geldi ve Hans başta olmak üzere tüm çocukların içine su serpildi. Sepeti oğlanlardan birine verip Hans’ı kucağına alan anneleri sonra sepetin üstündeki büyük ayvayı Magdalene’ye verip “Hadi alın, ayva getirdim size. Hepiniz bi’ tane yiyin” dedi ve içeri geçti. Hans’ın gidişiyle sessizleşen bahçede çocukların hepsi yorgun bir şekilde oturup ayvalarını ısıra ısıra yemeye başladılar. Brigitte ayvasının bir kısmını Magdalene’ye verdi. O sıralar yüzü normalden de solgundu. Yemesi gerekiyordu. Zaten bundan birkaç ay sonra, annesinin karnı hafif şişmeye başlamışken Magdalene aşırı hastalanmıştı. Bir sabah Brigitte uyanıp yataktan çıktı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra Magdalene’ye seslenip omzunu dürttü. Geceliğinin üstünden bile Magdalene’nin ateşi hissediliyordu. Brigitte korkuyla elini çekip annesine seslendi. Eline gelen sıcaklığı, Magdalene’nin solmuş tenini, yaşadığı korkuyu hâlâ o günkü gibi hissedebiliyordu. O günden sonra Brigitte’yle Magdalene’nin yatakları ortak değildi. Brigitte diğer ablalarıyla aynı odada yatmaya başladı. Gün be gün Magdalene zayıflıyordu. Yanakları içine göçüyor, teni sararıyordu. Hâlâ Brigitte’yle konuşmaya, şakalaşmaya çalışıyordu ama sesi hışırtılı çıkıyor, birazcık kıkırdadığında bile öksürüğü tutuyordu. Bir-iki ay sonra öksürüğü o kadar kötülemişti ki Magdalene konuşmayı göze alamaz oldu. Sadece ara sıra annesinin yardımıyla tuvalete gidiyordu. Onun dışında yatağından çıkmıyor ve kimseyle konuşmuyordu. Zaten konuşmak istese de artık odaya kimse girmiyordu çünkü annesi hastalığın bulaşmasından korktuğu için Brigitte’nin odaya girmesine izin vermiyordu. Brigitte ablasını kapı aralık kaldığında, perde tam çekilmediğinde görüyordu sadece. Her gördüğünde ablasının yüzündeki hüzün artıyor, derisinin altından kemikleri daha seçilir oluyordu. Bir gün bahçede Hans’ı oyalarken annesinin çığlığıyla irkildiler. O çığlıktan önce sorarsanız Brigitte’nin dört ablası vardı. O andan sonra ise üç oldu. O noktadan sonra evde neler olduğunu pek hatırlamıyordu Brigitte. Bir süre sonra diğer ablalarından biriyle eski odasına geçti. Sonradan annesinin karnı daha da şişmişti. Annesi ve babası sürekli bir şeyler fısıldaşıyor, sürekli çocukları bir odada bırakıp kendilerine diğerine gidiyorlardı. Yaprakların döküldüğü, havanın soğuduğu bir gün babası Brigitte’ye seslendi. Beraber bir at arabasına bindiler. Komşu bir adamın arabasıydı ama adamın adını hatırlamıyordu. “Ma” ile başlıyordu galiba. Markus? Ya da belki Matthias? Arabada giderlerken babası bir şey söylemedi. Brigitte bir şey söylemesini bekliyordu, ara sıra kafasını kaldırıp sorgulayan gözlerle babasına baktı ama babası kızına bakmıyordu. Yüzünde Brigitte’nin o güne kadar görmediği bir ifade vardı. Bingen’in baca dumanları görülmeye başlayınca babası burnundan derin, hızlı bir nefes aldı. Sonra Brigitte’ye dönüp “Burada bir manastır var. Başrahibe Bingen’li Hildegard’ın manastırı. Azize gibi bir kadın.

Hasta çocukları iyileştirebiliyormuş. Tanrıdan ilham alıyormuş ve Papa’nın kendisi Hildegard’ın aldığı ilhamın tanrısal olduğunu onaylamış. Seni onun himayesine bırakacağım. Diğer rahibelerle beraber yaşayıp İsa’nın kızı olacaksın” dedi. Brigitte babasının ne dediğini anlayamamıştı tam olarak ama İsa’nın kızı olma fikri hoşuna gitmişti. Bingen’e yaklaşınca babası at arabasını süren adama – Markus? Matthias? Martin? – Rupertsberg’in yerini sordu ve Brigitte’yi de yanına alıp manastıra doğru gitti. Rahibeler kilisenin önünde Brigitte’nin babasıyla konuştu. Adam kızını İsa’ya adamak istediğini söyledi. Sonra Brigitte’yi aldılar ve yeni kurulan Rupertsberg’de eğitim vermeye başladılar. Herhalde babası da ablalarını evlendirip evden göndermişti. Acaba Emma’yı neden buraya göndermişlerdi? Yetim mi kalmıştı? Babası dövdüğü için annesi mi göndermişti manastıra? Emma’nın kaç kardeşi vardı? Brigitte de ilk geldiğinde kimseyle konuşmamış, tedirgin olmuştu.

Emma’ya bunları sorup kızın üstüne gitmek istemedi. Onun yerine Emma’ya dönüp “Nereye kadar yazdım, takip edebildin mi?” diye sordu. Küçük kız yüzünde şüpheli bir ifadeyle parmağını kaldırıp sayfada bir yeri işaret etti. Kolu zayıftı. Magdalene’ninki kadar değil, altı yaşındaki Brigitte’ninki kadar. Hastalıklı bir zayıflık değil, hasta olmaya itecek bir zayıflık. Burada onu besler, hastalıklardan korurlardı. Zaten hasta çocukları iyileştiren, Tanrı’dan ilham alan Hildegard’ın manastırındaydı artık. Onu İsa’nın kendisi koruyordu. Kızın gösterdiği yer de doğru değildi. Brigitte parmağıyla başka bir yeri gösterdi. “Çok yaklaşmışsın ama. İlk kez izleyen biri için çok iyi” dedi. Sonra yazmaya devam etti. Artık bir şey düşünmüyordu. Sadece eski günlerin hüznü çökmüştü içine. Güneş daha da yükselip güneye doğru yöneldikçe Brigitte’nin masasına güneş düşmez oldu. Sağ elinin uyuşmaya ve ağrımaya başladığını hissetti ama yazmaya devam etti. Sarımsı kâğıtları alıyor, ortalarına mürekkep sürüp sağ tarafına koyuyor ve onlar kururken diğer sayfayı yazmaya devam ediyordu. Sayfayı bir kez daha çevirince Rahibe Katharina’nın koyduğu küçük kâğıt parçasına denk geldi. Bu yazması gereken son iki sayfaydı. Brigitte rahatladı. Kalemini tekrar tekrar mürekkebe batırıp sayfadaki minik şekilleri kopyaladı. Son kâğıda da yazıyı yazıp bıraktıktan sonra kalemini temizledi, mürekkep şişesini kapattı ve kalkıp Katharina’ya haber vermeye gitti. Diğerlerinin işi henüz bitmemişti, Brigitte hep işini erkenden bitirirdi. Eğer yanında Emma olmasaydı biraz daha yazardı ama Emma’ya manastırı gösterip genel adabı anlatmasını istemişlerdi. Katharina masaya gelip Brigitte’nin yazdığı sayfalara baktı. Sıralarında veya yönlerinde bir hata olmadığından, mürekkebin bir yerlere bulaşmadığından emin olduktan sonra sayfaları toplayıp götürdü.

Brigitte iki-üç saattir yazı yazmış, yorulmuş ve uyuşmuş olan sağ eliyle Emma’nın omzuna dokundu ve “Hadi o sandalyeyi aldığın yere koy. Sana manastırı göstereyim. Öğle oldu zaten neredeyse, sonra da yemeğe geçeriz, tamam mı? Yemekten sonra da dua edilecek” diye fısıldadı. Emma söyleneni yaptı ve ikisi beraber kütüphaneden çıktı. Katharina masaya gelip Kitab-ı Mukaddes’i kapattı ve aldığı rafa geri koydu, kalan boş kâğıtları ve mürekkep şişelerini kapının yanındaki küçük masaya koydu. Yarım saat sonra yemek vakti gelmiş, Katharina tüm rahibelere ara vermelerini söylemişti. Herkes çıktıktan sonra kapıyı kapatıp kendisi de çıktı. Kapının kapanmasıyla küçük masanın üzerindeki mürekkep sallandı.

Yemeğini ve duasını bitiren rahibeler tekrar gelip yazılarını yazmaya başladılar. Zaten az işleri kalmıştı, hepsi bitirip çıktılar. Kimisi bahçeye gitti, kimisi mutfağa, kimisi duaya. Gün batarken Katharina masalarda duran boş kâğıtları tekrar malzeme rafına koydu. Mürekkep şişelerini kâğıtların üstündeki rafa koymak için parmak ucunda uzanırken artık bir çırak alması gerektiğini düşündü. Kütüphanede neyin nerede olduğunu öğretmesi yıllar alacaktı ve Katharina da artık genç değildi. Normalde akşamları okuma-yazma bilen rahibeler gelir, kitapları okur, notlar alırlardı. Ama bugün Başrahibe Hildegard Eibingen Manastırı’ndan geliyordu. Manastıra geldiği gün herkesle beraber oturup önce Rupertsberg Manastırı’nın durumunu konuşmayı sonra da biraz ders vermeyi severdi. Bu yüzden Katharina kapıyı kilitleyip çıktı.

Kütüphanenin doğuya bakan pencerelerinden görünen gökyüzü batan güneşle beraber gittikçe koyu bir renk aldı. Raflardaki mürekkepler gölgelerden ayırt edilemez oldu. Yarın akşam Başrahibe Hildegard gelip burada ilahiler besteleyecek, okumayı bilenler gelip kitaplar okuyacaklardı. Hatta bazıları Arapça, Yunanca kitaplar okuyup ilaç yapmayı öğrenecekti. Onların yaktığı mumların ışığı böcekleri korkutup çıkmalarını engelleyecekti. Ama bu akşam oda mürekkep gibi siyahtı. Kitapların arasında uyuyan böcekler çıkıp dolaşmaya başlamıştı.

Batuhan Ayberk Koçak