Öykü

Rüzgârla Gelen

Mavi ayın zamanıydı, hiçliğin şarkı söylediği yerde büyük buluşmanın zamanı gelmişti. En büyüğünden en küçüğüne soylu kabile şefleri bugün buradaydı. Yanlarına en güvendikleri on adamı alarak, kimisi ateş ve bozkırın topraklarından dört günlük bir seyahat ile kimisi buzun ve karın hükmündeki topraklardan kırk gün sürecek bir yolculukla buraya gelebilmişti. Adamlarını kutsal toprakların dışında bırakmış, yaşlı olanın onları çağırmasını bekliyorlardı. Bu topraklarda kan dökülmez, hükümleri geçmezdi. Kan davalı şefler birbirlerine duydukları kinleri toprağa gömüp öyle gelmişlerdi. İki metrelik boyuyla dev cüsseli savaşta sadece kollarıyla düşmanının kafatasını parçalayabilen Kızılkurt, bir sıçana benzer görünüşü ve ağarmış saçlarıyla bütün rakiplerini zehirleyerek katletmiş Kirpi, atik duruşu ve tek gözünü savaşta kaybettiği yara dolu yüzüyle yakaladığı beyaz adamların kafa derilerini yüzen Karatilki, suratından hiçbir şey anlayamayacağınız kara gözlü her şeyi bilen ve her yerde casusları olan Engerek, mızrak gibi duran hiçbir rakibinin onu bıçak oyununda yenemediği sağ kalan düşmanı olmayan Dağaslanı ve diğer bütün kabilelerin soylu şefleri buradaydı, genç bir çocukken olduğu gibi bütün geçmişlerini ve güçlerini geride bırakmış çağrının gelmesini bekliyorlardı. Binleri bulan yarasa sürüleri ortalıkta belirip büyük çadırın etrafında dönmeye başladığında onların davet edilme vakti gelmişti. Çadırın içine girip suratı cübbesinin altına gizlenmiş iki büklüm duran yaşlı olanın başında durduğu ateşin etrafında dizildiler, son şef girdiğinde’ de çadırın örtüsü kapandı. Yaşlı olan doğruldu, “demek bugün çağrıma geldiniz on dört kabilenin on dört soylu şefi, zamanı gelmişti” dedi ve elindeki tozu ateşe serpiştirdi, alev artık yeşil yanıyordu. Kendi elleriyle doldurarak her bir şefe mavi ruhun suyundan bir kadeh sundu, artık çadırda yeşil alev dans ediyor ve mavi ruhlar şeflerin görünür kılınmış ruhlarına nüfuz ediyordu. Yaşlı olan kadimdi ilk toprak kadar, ilk yağmur kadar kadim ve kum fırtınasına benzer sesiyle konuşmaya başladı “bu bizim halkımızın hikayesi, efsanesi ve tarihidir, bu beyaz adam gelmeden öncenin ilk şef doğmadan öncenin, düzenin ve törenin olmadığı zamanın hikayesidir”.

Büyük kuraklık zamanlarıydı, son yağmurun yağdığı zamanları görmüş adamların hiçbiri artık hayatta değildi, küçük çocuklar için gökten dökülen su kocakarı masallarının bir parçası haline gelmişti. İnsanlar için bir parça yemek, bir avuç su ve gölgesinde dinlenebilecekleri bir ağaç gölgesi en büyük nimet halini almıştı. Çölden gelen zalim akbaba kabilesi bir bir bütün özgür kabileleri yutmuş, özgür insanlar için ne tokluk, ne can güvenliği kalmıştı. Kötülüğün hüküm sürdüğü zamanlardı ve akbaba kabilesi en kötüleriydi. Savaştıkları kabileleri kulları yapar, onlara esir düşen savaşçıları sakat bırakır, kadınlarını köleleri yaparlardı, çocukları çok daha kötü bir kader beklerdi. Son direnen özgür kabilelerden en soylusu tepetilkileri ve onların cesur şefi Gökgürültüsüydü. Gökgürültüsü kabilesini adilce yönetir ,aç insan bırakmaz, ayrım gözetmez, zekasıyla kabilesine zorluk yüzü göstermezdi. Tepetilkilerinin savaşçıları cesur, kadınları güzel, çocukları güleç, yaşlıları bilge olurdu.

Tepe tilkileri korunaklı Averes vadisinde yaşarlardı, burası korunaklı dağların arasında kalan şelalelerinden beslenen suyun küçük göllerini doldurduğu, o zamanın en bereketli bölgesiydi. Tepetilkilerinin zenginliği ve gücü akbaba kabilesi için bir kıskançlık kaynağıydı, liderleri Engerek çok uzun zaman boyunca bu kıskançlıklarını ve düşmanlıklarını gizlemeyi başarmış tepetilkilerini yok edebilmek için ordusunu hazırlamış uygun zamanı beklemekteydi. Şef Gök gürültüsünün karısı doğum sancıları çektiği vakit vadiye gelen bir haberci dost bir kabile olan Toprakyüzlülerin Akbabaların saldırısı altında olduğunu haber vermiş, onurlu ve cesur Gök gürültüsü derhal tüm savaşçılarını toplamış vadiyi çok az sayıda savaşçıya emanet edip ayrılmıştı. Engereğin planı buydu, savunmasız vadiye tüm gücüyle saldırdı, Toprakyüzlüleri panikletmek için çok az bir birlikle oyalama saldırısı yapmıştı. Engerek ve Akbabalar kolaylıkla tüm vadiyi ele geçirdi. Tüm halkın yarısı katledilip esir edilmişti, tüm öfkeleriyle vadiye geri dönmeye çalışan tepetilkilerinin cesur savaşçıları duydukları öfkenin körlüğüyle saldırıp, vadinin girişinde katledildi, liderleri gökgürültüsü yaralı halde esir alınmıştı. Engerek gök gürültüsünün karısını kendisine ayırmayı planlıyordu, kadının köle olmamak için şelalelerden kendini uçuruma bıraktığını duyunca çok sinirlenmişti esirle eğlenebilmesi için o önemli bir fırsattı. Engerek esirini huzuruna çıkarıp yaralı düşmanı Gökgürültüsüne karısının ve çocuğunun ölüm haberini verdiğinde güçlü savaşçı geri kalan tüm gücüyle muhafızının baltasını kaparak Engereğin ve yanındaki birkaç muhafızın kellesini aldı ama o da ölümden kaçamadı. İşte böyle geldi kahraman Gökgürültüsü ve zalim Engereğin sonu, ikisinin bilmediği ise Gökgürültüsünün oğlu bir mağarada ağlamaktaydı, annesi çocuğuna son bir kez bakmış en güvendiği yardımcısına emanet edip oğlunun varlığını gizlemek için uçurumdan kendisini bırakmıştı. Sonrasında Akbaba klanı arasında yeni şef için büyük bir iç savaş başladı ele geçirdikleri vadiyi unutup kendi güçlerinin ve canlarının derdine düştüler.

Oğlanın bakıcısı aslında hem annesi hem de babası olan Maviyıldız çocuğa yıldırım adını verdi. Vadiye yönelik Akbaba işgali gerçekleşemese de sağlam erkek neredeyse kalmamış çok fazla insan öldürülmüştü, Maviyıldız çocuğu sakladı ve topluluklardan uzakta şelalelerin altında mağaralarda yaşadı. Yıldırım gerçek kimliğini bilmeden şelaleler ve dağların arasında büyüdü, vadinin uzağında yaşadığından ve onu yağma esnasında akbaba askerlerinin birinin zorla Maviyıldıza sahip olmasından geldiği düşüncesinden dolayı dışladılar ve kendilerinden görmediler. Yıldırım tek başına geçirdiği çocukluğunda tek dostları keçilerle dağlara tırmandı ve en sarp kayalara tutunup gizlenerek okla avlanmayı öğrendi. Maviyıldız şifacıydı ve ondan tüm bitkilerin şifalarını ve gizlerini öğrendi. Yıldırım tek başına geçen çocukluğundan sonra yirmi yaşına geldiğinde Maviyıldız ona gerçek kimliğini ve ailesinin hikayesini anlattı. Genç yıldırım gerçeği öğrendiğinde yılların getirdiği dışlanmışlık ve yalnızlık duygusuyla kendisine yapılan haksızlığı düşünerek Maviyıldıza çok öfkelendi ama sonrasında ağlayarak af diledi ve ailesinin anısını düşünmeye başladı. Yıldırım ailesinin ve kabilesinin anısını, vadililer onu dışlayıp yıllarca hor görseler de korumaya karar verdi, yay ve oklarıyla birlikte Maviyıldızdan izin alıp yollara düştü. Tepetilkileri ve vadi lidersiz, sayıca az, deneyimsiz askeriyle korunaksızdı. Akbabaların iç savaşı halan devam ediyor savaştan kaçan akbaba askerleri haydutluğa başlıyordu. Yıldırımın ilk öldürdükleri aslında yaşlı bir adam ve kızını kıstırmış vadideki kuralsızlığı fırsat bilen üç adamdı, ölmeden geriye son kalan yanındakinin düştüğünü yeni fark etmişken boğazına giren okun acısını hissetmişti. Yıldırım kimliğini saklayarak ve gizlenerek avlanmaya devam etti. Vadide şeref tanımayanları ve dışardan yağmaya gelenleri tek tek öldürdü. O beş senenin sonunda efsaneleşmiş vadinin koruyucusu ünvanını almıştı. O’nun gibi yay kullanan yeryüzüne şimdiye kadar ayak basmamıştı. Sarp dağlarda ve tek başına geçen çocukluğundan dolayı, sabredip pusuda sessiz ve hareketsiz durmayı bilir, her türlü yere tırmanır, çok çevik hareket ederdi. Maviyıldızdan öğrendiği bitki ilmi sayesinde her türlü yarasını tedavi ediyor, oklarının uçlarına sürdüğü zehirler en ufak bir çizikte en güçlü adamı gün doğumundan gün batımına kadar olan sürede öldürüyordu. Yıllar geçtiğinde onun korkusundan vadiye hiçbir haydut ilişmez olmuş, vadinin kendi halkı arasında da düzen sağlanmıştı. Artık onun için babasını öldürüp annesinin ölümüne sebep olanların ve diğer halkların topraklarını keşfetmenin zamanı gelmişti. Yıldırım yıllarca denk geldiği küçük akbaba askeri kafilelerini pusuya düşürdü, diğer kabilelerin yanında akbabalara karşı savaşıp güvenlerini kazandı ve ünü büyüdü. Her zamanki gibi senede bir defa kış zamanı yaklaşırken vadiye doğru yol alıyordu ki, karşısına on civarı kadını esir etmiş bir akbaba konvoyu çıktı, sayıları kırkı aşan oldukça deneyimli gözüken askerlerdi. Yıldırımın mantığı ona bu kadar sayıda askeri öldürmenin mantıksızlığını söylüyor ama gururu ve kalbi esirleri bırakamıyordu. Bir hafta boyunca konvoyu fark ettirmeden takip etti, gidebilecekleri tek geçide yaklaşıyorlardı. Yıldırım o geçidi yaşayan herkesten daha iyi biliyordu, planını yapmıştı. Önce önde araziyi tanıyan keşif ekibindeki izcileri avladı onlar çok ciddi yaralanmamış birinin bacağına saplanan ok haricinde diğerleri de yalnızca birinin kolu, birinin de kulağı çizilmişti. Sıradan bir haydutu takip etmeye değer görmemişlerdi, geriye dönüp önemsiz bir eşkıyanın saldırısını haber verdiklerinde gerideki iki izcinin de aynı şekilde yaralandığını duyduklarında şaşırmışlardı, akşamı görmeden halsizleşip bayılmak üzere olduklarında daha da şaşırmışlardı. Yıldırım ertesi gün kafileyi yönetir gözüken adamı yaraladı ve kendini gösterip takip edilmesini sağladı, takip eden beş adam kafileye geri dönemedi, şefleri de ateşlenerek sabahı göremedi. Lidersiz ve izcisiz kalmış sarp dağlardaki yolları bilmeyen adamları üç gün boyunca tek tek avladı ta ki son sağ kalan on adam esirleri bırakıp kaçmaya karar verene dek, onlarda bilmedikleri sarp geçitlerde kaçmaya çalışıp yollarını kaybetmişken okların hedefi oldular. Terk edilen esirleri serbest bırakmaya geldiğinde önce korkuyla karşılandı, sonrasında niyetini öğrendiklerinde minnetle. Esirlerin kimliğini öğrendiğinde şaşırma sırası Yıldırımdaydı, esirlerin en önündeki Toprakyüzlü kabilesinin şefinin kızı ve yanındakiler onun kabilesindelerdi, toprakyüzlüleri Maviyıldızın anlattığı anne ve babasının öyküsünden duymuş ama savaştan sonra kaçtıkları toprakları bulamamıştı. Onların karnını doyurup güvenlerini kazandığında öykülerini anlattılar, kabileleri her zaman yer değiştirip saklanır, gruplar halinde bizon sürülerinin peşine düşer avlanıp kışın yeniden birleşirlermiş bu sefer şansları yaver gitmemiş akbabalar saldırıp onlar hariç sağ tek bir kişi bırakmamış, şefin kızını esir ettiklerini anladıklarında onlara dokunmayıp ganimet olarak kendi şeflerine götürmeye karar vermişler. Esirleri geri kabilelerine götürmeye söz veren Yıldırım dönüşlerinin ikinci günü yağan karla karşılaştı, dördüncü günde ise tüm geçitler artık karla kaplanmıştı, artık dağlarda mahsur olarak kalmışlardı, mecburen korunaklı bir yer bulup baharın gelmesini bekleyerek soğuktan korunacaklardı. Günler ayları kovaladı korundukları mağarada Yıldırımın onlara avlayıp getirdiği et ve toplayabildiği az bulunur bitkilerle ve mantarlarla doyarak yaşadılar, sıkıldıklarında birbirlerine hikayeler anlattılar, Yıldırım bu sefer tek başına değildi insanlarla bir arada olmuş, dostlar edinip gülmeyi başarmıştı. Asıl içini sevince boğan ilk gördüğü anda güzelliğinden başını döndüren şefin kızı Kır çiçeğiydi. Ondan öncelikle çekinerek uzak durmuş sonrasında kızın uzun süren inadı sonrasında birlikte ava onu da götürmeye karar vermiş, avlanırken birbirlerini tanımış ve aşık olmuşlardı. Bahar geldiğinde ve geri dönüş yolu açıldığında içini bir hüzün kaplamıştı, bu hayatında tatmadığı mutluluk gerçek dünyada son bulabilirdi, kırçiçeği onunla evlenmesini istiyordu. Toprakyüzlü kabilesinin yaşadığı topraklara bir ay süren bir yürüyüşten sonra varabildiler, kabilede onların gelişi çok büyük bir sevinç ve şaşkınlıkla karşılandı aylarca onların izi aranmış, sonuç alınamayınca hepsinin artık öldürüldüklerinden emin olunduğundan günlerce yasları tutulmuştu. Geldikleri günün ertesinde çok büyük şenlikler düzenlendi, Yıldırım bu şenliklerin esrarengiz kahramanı ve onur konuğuydu. Toprakyüzlülerin şefi artık kutlamaların sonuna gelindiğinde bu kimsesiz nerden geldiği meçhul genç adamın mükafat olarak ne istediğini sordu, cevabın ise tek kızı kırçiçeğiyle evlenme arzusu olduğunu öğrendiğinde korkunç bir öfkeye kapıldı. Kimsesiz ve belirli bir soydan gelmeyen birinin bu küstahlığına hayret etmişti, ona kızının ve kabilenin bazı üyelerini kurtardığı için ona küstahlığı için zarar vermeyeceğini, istediği yiyecek, silah ve giysiyi alıp gitmekte serbest olduğunu ama gece yarısından önce kabileden ayrılmazsa öldürüleceğini söyledi. Yıldırım tüm gururuyla o gece hiçbir şey almadan derhal ayrıldı, içinde korkunç bir üzüntü, yılların getirdiği dışlanmışlık duygusunun yarattığı korkunç bir öfke vardı. Kafasında korkunç düşünceler belirdi, tüm öfkesi artık kendisinin ve ailesinin intikamını alma arzusuna dönüştü. Akbaba klanı artık yeniden güçlenmiş yeni şefleri Tarantula tüm kardeşlerini ve rakip generalleri öldürmüş gücü elinde toplamıştı. Yıldırım tüm öfkesiyle birlikte aylarca hiç dinlenmeden ve neredeyse hiç uyumadan Akbaba klanın topraklarına yolculuk yaptı. Hiçbir muhafız ve gözcü onu göremedi, görebilen birkaç talihsiz muhafızda çok çabuk son nefeslerini verdi. Tarantula tüm gücünün zirvesindeydi ve sefere çıkmadan önce ordusuna şölenler düzenletiyordu, artık Akbabaların yeniden hüküm sürme zamanları gelmişti tüm karışıklıklar son bulmuştu. Yıldırım, Maviyıldızdan öğrendiği onu günbatımından gün doğumuna kadar son derece güçlü kılacak ama güneş battığında ölümüne sebep olacak bitkiden çiğneyerek, Akbaba askeri kılığında şenliklere katıldı. Tarantula tüm askerlerine seslenir ve zaferini ilan ederken onu tam boğazından okuyla vurdu. Akbaba askerleri yaşadıkları şokla Yıldırımı öldürmeye çalışırken onlara gerçek kimliğini ve büyük şefleri Tarantulayı neden öldürüldüğünü açıklamış oldu. Yıldırım oraya ölmeye gelmişti, kaçamayacağını biliyordu, yanında yirmi beş askeride götürerek sayısız yarayla öldü. Tüm bunlar olduğunda Kırçiçeği babasının yaptığı korkunç şeyi öğrenmiş günlerce ağlamış, Yıldırımın peşinden gitmeye çalışmış ama ona izin verilmemişti. Kırçiçeği hamileydi, bu durumu artık belirgin hale geldiğinde babası kimsesiz soysuz bir adamdan hamile kalmasını kabulllenemedi ve onu kabileden kovdu. Kırçiçeği hamileydi ve gidebileceği hiçbir yer yoktu, ta ki ona Yıldırımın anlattığı Vadi ve Maviyıldız aklına gelene kadar, uzun ve zorlu bir yolculukla sonunda Maviyıldızı buldu. Maviyıldızın içini bu kızın gelişiyle müthiş bir sevinç kapladı ve kıza Yıldırımın esas kimliğini anlattı. Kırçiçeği hem doğumu bekliyor hem de Yıldırımın yolunu gözlüyordu. Vadiye bir gün çok ilginç bir haber geldi, Gökgürültüsünün oğlu olduğunu söyleyen biri Akbabaların yeni liderini öldürmüştü, hemen sonrasında yeniden iç savaş başlamıştı. Bu haberi duyan Kırçiçeği doğuma kadar bir daha hiç konuşmadı, doğumda hemen ölmeden önce çocuğuna Fırtına ismini koydu. Maviyıldız yıllarca kendi çocuğu gibi baktığı Yıldırımdan sonra onun oğlunada bakacaktı. Maviyıldız bu sefer tüm hikayeyi ve Yıldırım’ın kimin çocuğu olduğunu tüm kabileye anlattı. Artık kabile, yıllarca eziyet ettikleri bu çocuğun kabilenin gerçek şefi olduğunu ve kahramanlığını öğrendiler, içlerini korkunç bir pişmanlık ve hüzün kapladı. Fırtına Maviyıldızın gözetiminde ama tüm kabilenin ilgisiyle ve yeni şef olarak büyütüldü. Yirmi yaşına geldiğinde hem babasından hem de dedesinden çok daha güçlü ve de hızlıydı. Tepetilkileri yirmi senedir akbabalarla son savaşa hazırlanıyorlardı, Fırtına onlara iki sene içinde bir orduyla geleceğini beklemelerini söyledi. Fırtına tüm güçlerini toplasalar bile Akbabaları yenebilecek durumda olmadıklarını biliyordu, tüm sırlara vakıf yaşlı olanı aramaya karar verdi, yalnızca o onlara yardım edebilirdi. Yaşlı olanı çölün en sonunda aylar süren yolculuk ve çokça eziyete katlandıktan sonra bulabildi. Yaşlı olan ona şunları söyledi ,senin iki silahın var birini halkımızın gerçek felaketini getireceklerin öncülerinin arayıp bulacağın mezarları buz diyarlarındaki doğu deniz kıyılarında ,biri de annenden gelen silahın olacak .Fırtına önce buz diyarına gitmeye karar verdi. Kuzeyde soluk benizli taş evler yapmış denizden gelen ölmüş bir halkın hikayelerini duydu. Onların yerini aradığında terk edilmiş üst üste dizilmiş yapay mağaralarla karşılaştı. Bir ağacın dibinde dikilmiş bir taşı gördüğünde orayı kazmaya karar verdi, kazdığı mezarda ölünün kemikleri yoktu, altın gibi olan ama parlamayan hayatında gördüğü en keskin ve sağlam balta, aynı maddeden sağlam silah işlemez giysiler buldu. Donandığı giysiler ve korkunç baltasıyla son hızla annesinin kabilesinin topraklarına doğru yol aldı, yolda bu garip giysili ve silahlı adamın kim olduğunu sorgulayıp gerçek kimliğini ve amacını öğrenen tüm silahlı adamlar onunla yolculuk etmeye başladı. Toprak yüzlülerin arazisine vardığında arkasında yüzlerce adam vardı. Dedesine, kendisinin ve babasının gerçek kimliğini ve de annesinin sonunu anlattı. Dedesi pişmanlık ve üzüntüyle gözyaşlarına boğulduğunda ona akbabaları yok etmek için kendisine katılmasını talep etti. Fırtına kendi ve annesinin kabilesindeki tüm adamlarla birlikte akbabaların zulmünden bıkmış, babasının ve dedesinin kahramanlıklarını duymuş tüm adamları yanına toplayarak akbaba kabilesinin üstüne yürüdü. Özgür insanlarla Akbabaların savaşı tam üç gün sürdü, garip giysisine hiçbir şey işlemeyen ve baltasını hiçbir şeyin durduramadığı Fırtına tam yüz on yedi adamı kendi elleriyle öldürdü. Akbaba kabilesi topluca imha edildi, son liderleri Akrebin ölümü de yine fırtınanın elinden oldu.

İşte tam olarak her şeyin sonunda topraklarımıza yeniden yağmur yağmaya başladı, kötülük son buldu ve bereket geldi.