(Bu öyküyü okumadan önce “Kaçamayış” adlı öyküyü okumanızı tavsiye ederim; zira bu öykü onun devamı niteliğindedir.)
Sessizlik:
Adam, intihar etmek amacıyla o çevredeki en yüksek göktelenin en üst katındaki boş bir daireye çıkmış ve balkonun demirinden atlamak suretiyle intihar etmeye yeltenmişti. Balkondan atlamış, belli bir süre düşmüş ve bir sise yakalanmıştı. Sisin şekilsiz kolları onu kucaklayıp bir kafesin parmaklıkları arasına bırakmıştı sonra. Adam, kafesi bir leopar ve genç bir kızla paylaşıyordu. Bu kafese nasıl geldiği hakkında en ufak bir fikri yoktu. Doğal olarak, nasılını bilmediği gibi, bu durumun nedenini de bilmiyordu. O cezasını çekmişti zaten sekiz yıl boyunca. Kötü bir şey yapacak zamanı bile bulamamıştı daha.
İntihar etmeye çalışmasını saymazsanız… Ama o bir suç sayılmazdı ki. Evet… Dini metinler ve o metinlerin uygulayıcıları tarafından günah sayılıyordu. Tanrıya karşı işlenen bir suç sayılabilirdi; ama tanrıdan başkasını ilgilendirmezdi bu durum. Yoksa…
Yok yok… Saçmalıyordu. O hiçbir işe karışmazdı. Mahşerde cezalandırılıp ödüllendirilirdi insan dini metinlere göre. Din de bir tuzak değil miydi sahi?
Bir sürü insan, dinin; huşu uyandıran, korkutan, cezalandıran, ödüllendiren, yaşanan her şeyi kendince anlamlandıp temellendirmek suretiyle insanları rahatlatarak onları sahiplenen ve onları reddeden, en tuhafı da, bunların hepsini aynı anda yapan bir esansı olan, daima yanan tütsünün kokulu, büklüm büklüm dumanlarından oluşan ağında, o kokudan esrik bir halde debelenmiyor muydu?
Peki ya o? O tanrıya inanırdı. Onu severdi. İntihar etmeye kalkmasına rağmen severdi onu. Bununla birlikte, hiçbir dine inanmazdı. Önemsemezdi dinlerin belirlediği günah ve sevap listesini. O tanrıyı endisine göre severdi. Dindar birçok insanın yaptığını yapmaz, tanrıya ne içten içe ne de açıktan açığa hiç kızmazdı.
Oysa kızmak istese sebep çoktu. Mutlaka bulurdu. Severdi tanrıyı. Sadece izleyen, her şeyini bilmesine rağmen müdahale etmeyen bir sırdaş gibiydi onun için tanrı. Sadece tanrıyı düşündüğünde tuzağa kapatılıyor hissi uyanmazdı onda her nedense. Oysa daha dikkatlice düşünüldüğünde, bu hislere kapılmasının nedeni tamamen tanrıydı.
Yürüttüğü bu mantığa rağmen, o hislerine güvenip tanrıyı düşünür ve onu tüm sevebilme kabiliyetiyle severdi. Ona bakılırsa mantıken diğer tüm şeyleri düşündüğünde ya da onları deneyimlediğinde de tuzağa yakalanma hissine kapılması doğru değildi.
Kafes…
Kafesin içine bir daha göz attı. Kız ve leopar…
İkisi de birbirlerinden uzakta birer köşeye kıvrılmış onu seyrediyordu. Kızın çıplak bedenini leoparın verdiği bir hasar olup olmadığını görüp önlemini almak için gözden geçirdi. Hayret! Leopar hiçbir zarar vermemişti kıza. Halbu ki hayvanı kısıtlayan hiçbir şey de görünmüyordu ortada.
Kıza kafese nasıl geldiğini sorup kendisinin nasıl geldiğini anlatmak, yani onunla bir konuşma başlatmak için yaklaştı.
Yürüdü, yürüdü, yürüdü…
“aah!”
Beklenmedik bir acı bildiren bir çığlıktı bu. Bir engele çarpmıştı. Görünmez bir engele… Kızdan yirmi-yirmi beş metre kadar uzaklıktaydı engel. Leopardan tarafa yürüdüğünde de aynı engelle karşılaştı. Birbirlerine yaklaşmalarına dahi izin verilmiyordu ha!
Aklına, onlara sesinin ulaşıp ulaşamadığını kontrol etmek geldi.
Bağırdı ve el kol hareketleriyle kıza kendisini duyup duyamadığını sordu. Kız kulağını tıkar gibi yaptı. Duyamıyorlardı birbirlerini demek…
Onlar da işaretleşerek anlaşırlardı o zaman. Bu kısıtlı bir iletişim yöntemi olsa da yapılacak başka bir şey yoktu.
Aniden kız ve leoparı göremez oldu. Sadece garip birer karaltı gibi görünüyorlardı.
Adam afallamıştı…
Demek artık birbirlerini göremez de olmuşlardı ha! Nedendi? Acaba kız ve leopar sadece birer hayal miydi? Yoksa onları o kafese kapatan gücün müdahale etmesiyle mi oluyordu bu değişiklikler? Onları neden birbirlerinden ayırmayı tercih etmişti acaba? Neden önce birbirlerinden haberdar olmalarını sağlayıp sonra iletişim kurmalarını engellemişti?
“Çıkar terliklerini…” Nasıl ve nerden gelmşti bu mesaj? Ne bir sesti duyduğu, ne de bir yazıydı gördüğü…
Tek bildiği, dışarıdan bir mesajın tuhaf bir şekilde onun zihnine girmesiydi.
“Terliklerini çıkar… Çıkar onları!” Doğrudan doğruya zihnine iletilmişti bu mesajlar. Hiçbir aracı olmadan iletildikleri için de çok güçlüydüler.
Mesajların yaptırım gücüyle, otomatik olarak çıkarıp attı terliklerini.
“Peki neden?” Neden çıkaracaktı terliklerini?
Ne zararı vardı onların mesajı gönderene? Gözüne mi batıyordu terlikleri?
“Dinle!” Neyi dinleyecekti? Kulak kabarttı yine de… ve duydu usulcacık çalan müziği.
“Tak-tra-ta-ra-rarara-tak
Tak-tra-ta-ra-rarara-tak
Tak-tra-ta-ra-rarara-tak…”
Garip… bir melodiydi bu.
Aynı melodi hiç değişmeden kendisini tekrarlıyordu. “Dinle…”
Dinliyordu işte…
“Dikkatli dinle. Zihninle dinle…”
“Tak-tra-ta-ra-rarara-tak
Tak-tra-ta-ra-rarara-tak
Tak-tra-ta-ra-rarara-tak”
“Hayır! dinlemiyorsun…”
…
“Tak-tra-ta-ra-rarara-tak
…
Tak-tra-ta-ra-rarara-tak
…
Tak-tra-ta-ra-rarara-tak
…
Ta-tak-tra-ta-ra-rarara-tak
…
Ta-tak-tra-ta-ra-tra-rarara-tak
…
Ta-tak-tra-ta-ra-tra-ra-tak-rara-tak”
İşte şimdi anlamıştı mesajın demek istediğini. Dikkatli dinlediğinde ayırt edebilmişti melodinin küçük değişimlerini.
Melodi, her küçük değişimi içine alıyor ve bir çığın etrafındaki karı aldığında büyümesi gibi o da büyüyor, dolgunlaşıyor ve oluşumuna devam ediyordu…
Ansızın merak etti adam. Bu melodinin en son hali nasıldı? Yani değişmeyen hali… Değişime gerek görmeyecek kadar oluşmuş, olgunlaşmış hali nasıl olacaktı?
“o zaman melodi olmayacak ki. Büyük bir suskunluk olacak evrende. Her şey susacak… Ta o zamana kadar melodi hep değişecek…”
Melodinin sesi hafifçe düştü ve leoparı görür hale geldi adamın gözleri. Bir karaltı görülüyordu leoparın gözü önünde. Karaltı çok hareketliydi. Bir an bile durmamaktaydı. Leoparsa, kedice bir içgüdüyle, karaltıyı yakalamaya çalışmaktaydı.
“Karaltı hep aynı hareketleri yapıyor,” diye düşündü adam.
“Bir daha bak… Daha dikkatli!”
Evet… Daha dikkatli baktığında görmüştü ki, kedinin ne zaman dikkati dağılsa karaltı başka bir şekilde hareket etmeye başlıyor ve bir şekilde leoparın dikkatini üzerine çekebiliyordu.
İlginçti…
Sonra kız getirildi gözlerinin önüne. O da melodiyi dinlemekteydi kendisi gibi.
Önce dalgındı yüz ifadesi… Sonra anlayışla doldu tıpkı adam gibi…
“Yaşamın kendisi tuzaktır o zaman?”
“Bakış açısına göre değişir bu. Sen tuzak diyorsan tuzaktır…”
“Peki öldükten sonra kafese mi tıkılır herkes benim gibi?”
“Sen öldüğünü mü düşünüyorsun gerçekten?” “Pek emin değilim; ama ölmem gerekmiyor muydu benim?”
Sessizlik…
(Devam niteliğindeki başka bir öyküyle sürecek.)
Tavsiyenize uyarak bir önceki öykünüzü de okudum. İnsana okuma keyfi veren kaliteli ve sürükleyici bir edebiyat diliniz var. Çalışmalarınızı Mavi Melek platformundan bu yana izleyen biri olarak üretkenliğinize gıpta ettiğimi de söylemek isterim. Öyküleriniz derin bir düş gücü ve kurgulama yeteneğini yansıtıyor.
Çok teşekkür ederim. Özellikle “kaliteli” şeklinde nitelemeniz beni çok mutlu etti. Keşke o üretkenlik lise çağlarımdan bu yana yazmakta olduğum romanımda da kendisini gösterse de ben de şu romanı bitirebilsem… Zaman harcayıp okuduğunuz için de ayrıca çok teşekkür ederim.
Uzun sürmesi belki de iyidir, zaman içinde geliştirerek yazınca daha güzel ve olgun bir eser çıkar ortaya. Ama önce bir öykü kitabı çıkarmayı düşünmez misiniz?
Roman yazmayı ben de düşünmüyordum aslında; ama ani bir ilham lise çağımdan beri beni resmen pençelerine hapsetmiş durumda. Ben de öykü yazmayı daha çok seviyorum…
bence de kaliteli senin muhteşem öykülerinin anlatımında kullanılabilecek çok özel ifadellerden biri. yine okuduğum diyer öykülerin gibi mütiş bir öykü olmuş.