Öykü

Seyahatlerin Arkasındaki Hakikat

Çoğu insanın ömründen daha uzun bir süreyi seyahatlerimde barındıran bir gezgin olarak, gördüğüm yerleri ve tanıdığım insanları kafamda canlandırmaya çalıştığımda oluşan imgenin tam bir cümbüş olduğunu söyleyebilirim. Birbirlerinden epey farklı şehirlerde, kasabalarda, köylerde birbirlerinden epey farklı insanlarla sohbet ettim, yemek yedim ve uyudum. Kimileriyle de tartıştım ve kavga ettim. Kimilerindense kaçtım ve saklandım. Belki insanlarla olan ilişkilerim bu gibi eylemlerle sınırlı kalmıştı ama o insanların her biri öyle farklıydı ki yaşadıklarımı tekrarlardan ibaretmiş gibi hissetmem olanaksızdı. Her biri hayatıma ayrı bir deneyim katarak cümbüşe dahil oluyordu.

Şimdiyse geriye dönüp baktığımda, zihnimdeki bu zengin görüntünün birer parçası olan bütün o insanların sahip olduğu yegâne ortak şeyi keşfettiğimi görüyorum; uzunca bir yaşamdan sonra hayatlarının sonuna yaklaşan insanların etrafında gezen sessizliği. Aslında bu sessizliği defalarca duydum. Onu çok iyi tanıyorum. O sebeple şu aralar duyduğum şeyin de o olduğunu anlamak benim için zor değil. Bu sefer sadece tek bir fark var: sessizlik benden geliyor.

Artık başka bir seyahat daha olmayacağının farkındayım. Denesem bile nihayete ermeyeceği kesin. Yine de bu anlatmayacağım bir seyahat anım olmadığı anlamına gelmiyor. En son kaleme alıyor olduğum bu anı aslında benim ilk seyahatim ve aynı zamanda bütün diğer seyahatlerimi gerçekleştirme nedenim. Bu neden hakkında daha önce başka hikâyeler anlatmış olabilirim. Zira o zaman öylesi açıklamalar daha kolaydı. Gerçeklerse bugüne kadar hafızamda sır olarak sakladığım bir anıdaydı. Yavaş yavaş hayatımın sonuna yaklaştığıma ve başarısızlığımdan sonra bir anlamı kalmadığına göre kâğıda dökülmesinde bir sorun görmüyorum artık. En azından bunu yaparak yıllardır taşıdığım yükü biraz olsun hafifletmiş olacağım.

* * *

Her şeyin başladığı an, hayatın boğuculuğu fazla geldiğinde sık sık gittiğim Belgrad Ormanı’ndaki yürüyüşlerimden birindeydim. Ağaçların çevreyi gizleyen boylarının yaşattığı herkesten ve her sorundan uzaklaşma hissi beni rahatlatırdı. (Tabii bu söylediğim, başıma açılan en büyük sorunun orada başlamış olduğu düşünüldüğünde güldürmeyen bir fıkra gibi geliyor kulağa.) Kapalı havanın yeryüzüne armağanının oluşturduğu toprak kokusuyla beraber daha da perçinleşen bu hissi derinlemesine tattığım o yürüyüşte, hikâyemi başlatacak ve bu yüzdendir ki bir daha asla unutmayacağım o sesi duydum. İnsanın bedenini bir an evvel yerinden kaldırıp kaynağına ulaştırmak isteyen bir şekilde tınlayan o sesi:

“İmdat!”

Tek ve basit bir kelime. Böyle söyleyince hiç de etkili gelmiyor olabilir ama zaten keramet kelimede değil, sesteydi. Bir sesiyse onu duymamış birine tarif etmek çok zordur. O yüzden şu an, kendime hâkim olamayarak sesin geldiği yere doğru koşmamın sebepleri için tatmin edici bir açıklama getiremiyorsam beni mazur görün. Tek söyleyebileceğim irademin karşı koyabilmesi için çok güçlü bir ses olduğuydu.

Sesin kaynağına ulaşana kadar geçen sürenin tam olarak ne kadar olduğunu bilemiyorum. Belki birkaç dakika, belki de bir saat civarı. O an bütün zihnim sese odaklanmıştı. Hatırladığım tek şeyse sesin birden fazla kez tekrarlandığı.

“İmdat! Yardım edin!”

Haykırışı her duyduğumda kamçılanmış bir at gibi daha da hızlanmaya çalışıyordum. Gözlerimin kenarlarından ağaçlar süratle geçiyordu ve sonunda hedefime varmıştım. Ortaya çıkan manzara şöyleydi: Ormanın derinliklerinde, ağaçların olmadığı, ufak, dairesel denilebilecek bir alan. Alanın ortasında birbirlerine dönük olarak duran iki kadın. Kadınların biri yerde korku dolu gözlerle diğerine bakıyor. Kıyafetleri ve siyah saçları topraktan, terden ve kandan olabildiğince pislenmiş durumda. Kadın, hayatımda görüp görebileceğim en masum ve çaresiz tabloyu sergiliyor. Diğer kadınsa onun on, on beş adım ilerisinde ayakta duruyor.

Tanıdığım en büyük savaşçı bile o kadının bende uyandırdığı korku dolu hisleri uyandırmamıştı. Koyu gözlerinin bakışları dahi yetiyordu bu korkuyu salmaya. Boyu neredeyse benimle aynıydı. Saçları, aynı yerde olanınki kadar siyahtı ama onunkinden daha uzundu. Beline kadar geliyordu ve o kadar sıkı duruyordu ki en sağlam halat bile yanında iplik gibi kalırdı. Üzerinde hangi maddeden yapıldığını anlayamadığım kara bir kıyafet vardı. Bir zırh olsaydı bu kadar ürkütmezdi beni. Öyle bir giysiydi ki canlı ve hareket ediyordu sanki. Kadının kolları, bacakları ve kafası açıktaydı. Bu garip giysi çok sağlam bir şey bile olsa her yerini kaplamıyor oluşu beni bir nebze teselli etmişti. Böyle bir teselliye ihtiyacım vardı çünkü kadınla ölümüne bir mücadeleye gireceğim gün gibi ortadaydı; zira elinde bıçak vardı ve gözleri de bana odaklanmış durumdaydı.

Kadının beni ne kadar ürküttüğünden bahsettiğim hâlde neden kaçmadığımı merak edebilirsiniz. İki sebebi var. Birincisi, kaçsam bile beni yakalayabileceğini bilmem. Nasıl bildiğimi sormayın. O kadının benden çok daha hızlı koşabileceği, onu gördüğüm an aklımda oluşmuş bir bilgiydi. İkincisiyse diğer kadının hâlihazırda yardım çığlıklarının etkisinin devam etmesinin yanında çok daha etkili bir tonlamayla bana seslenmesinin verdiği cesaretti. Korku ve cesaret arasında gidip gelmenin verdiği sarhoşluk nedeniyle o an neler söylediğini hatırlamıyorum. Muhtemelen yine yardım için yalvarıyordu ama sonrasında olanlardan ötürü bu konuda çok da emin olamıyorum.

Bütün bu gördüklerimden sonra belimden bıçağımı çektim ve ağır adımlarla yerde yatan kadının önüne geçerek onu korumaya aldım. Çoğu kişi gibi her ihtimale karşı bıçak taşırdım ama hiçbir kimse üzerinde kullanmak zorunda kalmamıştım. O yüzden bu cesur hareketime karşın epeyce acemi olduğum titreyen elimden okunuyordu. Karşımdaki kadınsa çok sakin duruyordu ve bakışlarında bir gariplik vardı. Birisini öldürmek isteyen birinin bakışları değildi bu. Sanki beni başka bir amaç için tartıyor gibiydi.

Kendimce bir açık bulduğumu düşündüğüm an hamlemi yaptım. Direkt boğazına uzandım. Tecrübesizlikten gelen bir acelecilik. Çok rahat bir şekilde hamlemi savurup yanımdan geçti. Geçerken koluma bir çizik atmıştı. İstese daha fazlasını yapabileceğini anlamıştım.

“Neden işimi bitirmedin?” diye haykırıverdim birden. Biriktirdiğim çeşitli duyguların bir anda boşalmasından kaynaklı sesim tahmin ettiğimden de yüksek çıktı.

“Bir karıncayı öldürsem elime ne geçer ki?” diyerek benimkinin tam tersi bir ruh hâliyle, gayet rahat bir şekilde karşılık verdi. Bunu söylerken şeytanca bir sırıtış da takınmıştı sıfatına.

Sesi yardım çığlıkları atan kadınınki kadar etkiliydi ama bu seferki beni sadece öfkelendirmişti. Elbette bu duyguya kapılmam da acemiliğimin getirdiği bir hataydı çünkü yanlış yerlerde öfkelenen insanların davranışlarında hata yapmaması nadiren görülür. Bu nadir durum benim için gerçekleşmedi ve kötü bir hamle daha yaptım.

Kadın seri bir hareketle bıçağı uzatan kolumu kavradı ve beni sırtından kaldırarak arkasına doğru fırlattı. Yerde yatan kadının biraz ilerisine yüzükoyun bir biçimde kapaklandım. Ayaklarım üstünde olmamam ve arkamın düşmana dönük kalması tam bir felaketti. Bu yüzden telaşa kapıldım ve olabildiğince hızlı kalkarak tekrardan düşmanıma doğru döndüm. İşte o zaman fark ettim ki elimde bıçağım yoktu. Açık vereceğimden nereye düştü diye de bakamazdım. Yapacak bir şey kalmamıştı. Çaresizce yumruklarımı kaldırarak kaderimin gerçekleşmesini bekledim.

“Dostumuz da amma cesur çıktı be! Zerre kadar dövüşmesini bilmiyor ama cesur işte. Belki bu, orduya seçilmesini sağlayabilir.”

Kanım donmuştu; ses önümde duran, elinde bıçak taşıyan, güçlü ve ürkütücü kadından değil, arkamdan geliyordu!

Şunu belitmeliyim ki çok kibar biriyimdir. Hayatım boyunca da öyle kalabilmek için çabaladım. Gel gör ki o anda korkunç gerçeğe aydınlanmanın oluşturduğu dehşetle dilimden dökülenler hiç de öyle göstermiyordu.

Sarf ettiğim sözler dışında bir tepki göstermeye fırsatım kalmamıştı. Sol ayak bileğimi çevreleyen bir baskı hissettim. Sanki ayağıma urgan geçirilmiş gibiydi. Önümdeki kadında bir farklılık olmadığı için arkama döndüm. Yaralı kadın ayaktaydı ve ne o toz toprak içindeki giysilerinden ne de yaralarından eser yoktu. En az diğer kadın kadar güçlü ve dehşet verici gözüküyordu şimdi. Elinden çıkan simsiyah bir halat vardı ve uzantısı ayağıma doğruydu.

Ben daha ne olduğunu anlayamadan halatın ucunu tutan elini hızlıca toprağa vurdu. Elini kaldırdığında halatın toprağa gömülmüş olduğunu gördüm. Sanki bir kazık olarak çakılmış gibi derinlemesine toprağın altına uzanıyordu. Yaşadığım bütün bu olayları sindiremeden daha da fenası gerçekleşti. Halat beni toprağın içine doğru çekmeye başlamıştı!

Delicesine çırpınıyordum; ellerimle, parmaklarımla, tırnaklarımla toprağa tutunmaya çalışıyordum ama nafileydi. İlk önce ayaklarımın, ardından sırasıyla bacaklarımın, belimin, göğsümün, kollarımın ve son olarak da başımın toprağın altına girdiğini hatırlıyorum. Sonrasıysa karanlıktan ibaretti.

* * *

Kendime geldiğimde duyularıma ilk çarpan şey iğrenç bir koku oldu. Koku o kadar keskindi ki vücudumun her yerinde olan ağrıları, ellerim ve ayaklarımdaki prangaları, gömleğimin ve çizmelerimin olmadığını, her yere saçılan kızıl ışığı ve devasa bir meydanda benimle aynı durumda bulunan yüzlerce kişiyle birlikte olduğum gerçeğini ancak kokudan sonra fark edebildim. Böyle bir durumda kaldığında bir insan ne kadar korkarsa ben de o kadar korkmuştum elbette. O an sıradan insan mantığım bir düşman ülkesinde esir olduğum yönünde çıkarım yapmıştı. Bir halatla toprağın içine çekilmek gibi doğaüstü bir olay yaşadığımı hatırlıyordum tabii ki ama bu, esir düşmek gibi dehşet verici bir olayı bana bu tarz bir kâbusla gösteren zihnimin bir oyunu da olabilirdi.

Hem soğuktan hem de korkudan titreye titreye insan yığının içinde dolaştım. O sırada da “Neredeyiz?”, “Nerede olduğumuzu bilen var mı?”, “Dilimi anlayan var mı?” gibi sorularımı tekrar ederek birkaç saat geçirdim. Aynı dili konuştuğum kişiler olsa da cevaplara sahip kimse yoktu. Ya benim gibi etrafta dolaşıp haykıranlar vardı ya da karamsar bir görünüşle sessizce oturan/yatan insanlar. Açlıktan, soğuktan ve bir cevap bulabileceğim yönündeki umudumu kaybetmeye başladığımdan ötürü ben de ikinci gruba dahil olmak üzereydim.

Yürüyüşümün iyice ağırlaştığı sırada meydanın sınırına yaklaştım. İşte o an kâbus olarak kabul ettiğim olayın gerçekliği tartışılmaz oldu çünkü karşımda apaçık bir şekilde duran varlıklar daha büyük bir kâbusu sergiliyorlardı. Meydanın sınırında yanyana dizilmiş bir hâlde, esir insanların kapladığı alanı tamamen çevreleyen bu varlıklar; bir insanın vücudundaki bütün etlerin çürümüş, kimi bölgelerinde iskeletinden parçalar gözüken hâliydi! Sanki hareket edebilen birer cesettiler. Ellerinde mızraklar taşıyorlardı. Bazılarının gözleri erimiş ve yerlerinde zifiri karanlık oyuklar bulunuyordu. Bazılarınınsa göz kapakları erimişti ve bu sebeple solgun gözleri devasa gözüküyordu. Hangisinin daha korkunç olduğuna karar veremedim.

İnsanın ruhuna işleyen bu manzaradan sonra cıyaklayarak meydanın ortalarına doğru koştum. Koşuşum sırasında birkaç kişiyi de ezmiş olabilirim ama kusura bakmayın, şu an bile bunun için ar etmiyorum.

O meydanda haftalar geçirmiştim. Bu süre zarfında cesetler bize hem yiyecek bir şeyler getiriyor hem de alana yeni insanlar bırakıyorlardı. İlk zamanlar cesetler alana girdiğinde onlardan uzakta durmaya çalışıyordum fakat kimseye zarar vermedikleri için alışmaya başladım. Cesetlerle birlikte hiç kaybolmayan kızıl ışığa, soğuğa, kirliliğe ve bütün bu yaşantıya da alışıyordum.

Çığırtkan geldiğinde benim gelişimin üzerinden muhtemelen birkaç ay geçmişti. Gece ve gündüzün olmaması ve devamlı kan renginde bir ışık altında yaşamak zaman algımın kaybolmasına neden olsa da sakalımın uzunluğundan iki ya da üç ay civarı bir sürenin geçtiğini tahmin edebiliyordum.

Çığırtkan sıradan bir adam gibi gözüküyordu. Sadece bizden daha sağlıklıydı. Biraz yaşı vardı. Meydanın tam ortasında, dört cesedin taşıdığı bir tahta platformun üzerinde bize seslenerek konuştu. Sesini böyle büyük bir kalabalığa duyurma konusunda sıkıntı çekmiyordu; herkes bir açıklama beklentisiyle sessizleşmişti ve adamın sesi de her bir yandan yankılanıyordu. Söylediklerini aynen aklatıyorum:

“Ey yeryüzünün sakinleri! Erlik Han’ın Hükümdarlığı’na hoşgeldiniz! Pek azınızın bu ismi bildiğinden eminim, bilenlerinizin ise eski bir hikâye olarak düşündüğünden. Yeryüzündeki sizler onun adını unutmuş sefiller olarak hayatlarınızı sürdürürken, Erlik Han her daim ayaklarınızın bastığı toprağın derinliklerinde, bir daha kimse tarafından unutulmamak üzere zihinlere kazınacak bir güne hazırlanıyor. Ne mutlu sizlere ki o gün geldiğinde Erlik Han’ın ordusunda yer alma şerefine nail olma ihtimalini kazandınız!”

Sanırım ben de bahsettiği sefillerden biriydim çünkü o isim bana hiçbir şey çağrıştırmamıştı. (Seyehatle geçen yıllarımda bu isim hakkında çok fazla bilgi edindiğimi ve şu an bildiklerimi o zaman bilseydim mevcutta kapıldığım korkudan çok daha beterine kapılmış olacağımı belirtmek isterim.)

Çığırtkanın konuşmasının ardından meydandaki bütün insanlar hızlıca tek sıra hâlinde dizdirildi. Yüzlerce, belki de binlerce kişiden oluşan bu sıra ve sıranın yanlarında mızraklarıyla tehditkâr bir görünüm saçan cesetlerle birlikte günler sürecek yolculuğumuz başladı.

* * *

Leş kokan çeşitli mağara tünellerinden, adım atmayı işkence hâline getiren bataklıklardan, duvarlarındaki oyuklardan parlak gözlerin bizi izlediği kanyonlardan ve ayağı kayıp da düşmedik bir kişi bile bırakmayan ıslak kayalıkların oluşturduğu yükseltilerden geçen yolculuğumuzda yalnızca bir saati geçmeyen dinlenmeler, uyku ve yemek için mola veriliyordu. Epey zayıflamıştım ve gitgide güç kaybediyordum. Bedeni benimki kadar dayanamayan ve vefat eden yolcuların sayısı da pek az sayılmazdı. Şükürler olsun ki ben de onların arasına katılmadan bizi getirmek istedikleri yere varmıştık.

Birkaç günlük mesafe ötesinden bile gözüken, bizim padişahın sarayının yanında kulübe gibi kaldığı bir saraydı karşımızdaki. Devasa olmasına devasaydı ama ihtişamlı olmaktan uzaktı. Her duvarı, sütunu, kulesi ve kapısı demirden yapılmıştı. Dokunsam elimin buz kesileceği bir soğukluk işlenmişti sanki o demirlere. Duvarlarının birçok yerinde küçük bölmeler vardı ve oralarda da kızıl ateşler yanıyordu. Dehşete düşüren bir saraydı ama yine de içini görmek istemiştim. Meraklı kişiliğimin kıvılcımları orada çakmıştı belki de.

Sarayın içine bizi sokmadılar. Giriş tarafının önünde genişçe bir alan vardı ve oraya bir taht taşındı. Gümüştendi ve kızıl ışığın altında kanla boyanmış gibi parlıyordu. İnsan boyutlarında biri için büyüktü.

Tahtın yerleştirilmesinin ardından sarayın içinden dokuzu kadın, dokuzu erkek on sekiz kişi çıktı. Kadınlar tahtın sağ tarafına, erkeklerse sol taradına dizildiler. Kadınlardan ikisi unutmamın mümkün olmadığı sıfatları taşıyordu. Buraya gelmeme sebep olanlardı onlar. Diğer on altısıysa o ikisi kadar çirkin, heybetli ve ürkünç gözüküyorlardı.

Sırayı bozmadan tahtın ön yüzüne bakacak şekilde dizildik ve bekledik. Bir vakit sonra sarayın içinden giderek artan davul gibi sesler gelmeye başladı. Ses yükseldikçe ayaklarımın altındaki titreşimler şiddetleniyordu. Açık duran saray kapısında beklenen kişinin üç uzun insan boyutundaki silüeti gözüktü. Silüetinden dahi vücut hatlarının gördüğüm en yapılı insandan bile katbekat iri olduğunu anlayabiliyordum. Karanlıktan çıkıp kızıl ışıkla aydınlandığındaysa zannetiğimden de iri olduğunu gördüm.

Ten rengi, üstüne vuran ışık kadar kızıldı. Belden yukarısı çıplaktı ve bütün vücudunu dolanarak saran kara bir yılan dövmesi vardı. Yılanın kuyruğu sol elinin, başıysa sağ elinin üstüne denk geliyordu. Tırnakları birer pençe gibiydi. Saçı ve sakalı kıvırcık, uzun ve simsiyahtı. Bıyıklarını kıvırıp kulaklarının arkasına atmıştı. Çenesindeki sakallarsa iki örgüye ayrılmış, karnına kadar iniyordu. Gözleri koyu, bakışlarındaysa sayısız katliam yapmış birinin soğukkanlılığı vardı.

“Yer altı âleminin hükümdarı, Kara On Sekizli’nin atası, ölüler ordusunun komutanı, alkarıları ve itbarakların efendisi Yüce Erlik Han!”

Çığırtkanın gür sesi defalarca yankılanmıştı. Herkes titriyordu ama bu sefer sebebleri arasında soğuk yoktu. İnsan gözlerindeki yaşların yerinde kalabileceği biri değildi karşımızdaki. Varolduğu süre boyunca neden olduğu dehşet ve vahşet görüntülerinin, verdiği nefeste hissedildiği bir varlıktı. Her adımında öldürdüğü kişilerin haykırışları duyulan bir varlık. Ve o varlık tahtına kurulmuştu.

Sağ elini kaldırıp uzattı. Elinin üstündeki yılan dövmesinin başı hareketlenmeye ve biçimlenmeye başladı. Ardından bütün gövdesi bu sürece katıldı ve dövmeyle aynı renkte canlı bir yılan olarak yere, tahtın önüne indi. Şimdi, Erlik Han’ın vücudunun yüzeyinde sadece kendi teni kalmıştı.

Yılan sürünerek biraz ilerledikten sonra deri değiştirmeye girişti. Mevcut derisinin içinden çıkan deri, solgun bir beyaz renge sahipti. İlginç olan şeyse bu değildi. O derinin altından boyutları çok daha büyük bir gövde çıkıyordu. İlk önce gövdenin üst kısmı geldi ve bu, insan erkeğine benzeyen bir bedendi. Yine de bu şeyin insan olmadığı aşikârdı. Derisi bembeyaz ve yılan pullarıyla kaplıydı. Başı dahil zerre kadar kılı yoktu. Elmacık kemikleri tuhaf derecede çıkık, çenesiyse görece inceydi. Ağzında bir çift yılan dişi ve yılan dili bulunuyordu. Gövdenin alt kısmı da ortaya çıkınca yılanla ilgili benzerlikler çoğaldı zira belden aşağısı büyük ve kalın bir yılan kuyruğu biçimindeydi.

Sadece bu varlığı gören biri için aklını oynattırabilecek bir görüntü olabilirdi ama Erlik Han’a şahit olmuş bizlerin yüreği bu sahneyi kaldırabiliyordu.

Bütün bunlar olup bittikten sonra sıranın en önündeki kişi bir ceset tarafından yılan adamın karşısına götürüldü. Yılan adam onun etrafında yavaş yavaş sürünerek dönerken aynı zamanda süzüyordu da. Bu durum birkaç tur sürdü. Bazen durup daha da yakınlaşarak onu kokladı. Sonra adam ne olduğunu anlayamadan yılan dişler omzuna saplandı. Adam yere yığıldı ve titremeye başladı. Vücudundaki damarlar inanılmaz derecede belirginleşti. Bir süre sonra bu belirginlik hızlıca kayboldu ve beden çürümeye başladı. Etleri eriyor, morarıyor, parçalanıyordu. Bazı yerlerinden kemikleri gözükmeye başladı. Saçları seyreldi. Dişleri ve gözleri iyice ortaya çıktı. İşlem tamamlandığında hareket eden cesetlerden birine dönüşmüştü. Hiçbir şey olmamış gibi kalktı ve diğer cesetlerin bulunduğu bölgeye doğru gitti.

Yaşananlardan sonra tahtın soluna dizilmiş erkeklerden biri sırıtarak “Benim getirdiklerimden biriydi.” dedi. Erlik Han karşılık olarak sadece başını oynatmakla yetinmişti.

Aynı şeyler ikinci ve üçüncü sıradaki insanlar için de gerçekleşti ve her defasında o insanları kim getirdiyse bunu dile getirdi.

Sıra dördüncü kişiye geldiğindeyse farklı bir olay cereyan etti. Yaşlıca duran bu adam yılan tarafından ısırıldıktan bir süre sonra gözleri kıpkırmızı kesildi. Ağzından kan kusmaya başladı ve çok geçmeden öldü. Ne beden anında çürüdü ne de yerinden kalktı. Gerçek bir ölümdü bu.

Tahtın yanındaki kadınlardan biri kısık sesle küfretti. “Huzuruna zayıflardan birini getirdiğim için af diliyorum.” dedi daha yüksek bir ses tonuyla. Erlik Han başını sallamadı.

Bu fasıl onlarca kişiyle devam etti. Her insan ya hareket eden bir ceset oluyor ya da hareketsiz bir ceset oluyordu. Başka bir seçenek yoktu.

Sıra bana yaklaştıkça ayakta durabilme yetimi kaybedecek gibi oluyordum. Yere yığılıp kalmak ve asla o lanet yılan-insan karışımı şeyin imtihanına tabi tutulmamak istiyordum. Herhangi bir kaçma girişimi imkansızdı. Her yer ve herkes O’na aitti. Sıra bana geliyordu ve kaçınılmaz olan sonlardan biriyle yüzleşmek zorundaydım.

Nihayetinde garabet yılanın karşısına çıkarıldım. Nefesi bile zehir kokuyordu. Bana dik dik baktı ve aynı diğerlerine yaptığı gibi etrafımda sürünmeye başladı. Uzanan kuyruğunun çevremde oluşturduğu çember gitgide daralıyordu. Birkaç saniye sonra bir çift sivri dişi etime saplanmış bir şekilde bulmak üzereydim.

Şu anda bunları yazabildiğime göre ölmediğim veya cesetlerden oluşan bir orduya katılmadığım ortada. Nasıl kurtulduğumuysa anlatmadan önce şunu ifade etmek isterim ki bir insanın hayatı söz konusu olduğunda ağzından dökülenler pek de üzerine düşünülerek çıkmayabiliyor.

“Erlik! Dur!”

Hiçbir yüceltme ya da saygı ifadesi yok. Üstüne bir de emir cümlesi. Yılan adam beni ısırmakla kalırsa iyi.

Sesim can havliyle çok yüksek çıktı ve çığırtkanınki kadar yankılandı. İnsanlar, cesetler, Kara On Sekizli, yılan adam… Herkes donakaldı ve etrafa inanılmaz bir sessizlik çöktü. Beni buraya getiren iki kadınsa yerin daha da dibi varsa oraya girecek gibiydiler.

Yılan adam Erlik Han’a baktıktan sonra sürünerek uzaklaştı. Erlik Han da doğruldu, kalktı, yürüdü ve karşımda dikildi. O an nasıl kalpten gitmediğimi hâlâ merak ederim.

“Böylesine bir cesaretle orduma seçilmemen mümkün değildi insan evladı. Öte yandan saygısızlığın cesaretini aştı.”

“Her kraldan ve padişahtan daha yüce olan Erlik Han Hazretleri,” şeklinde söze girerek hatamı telafi etmeye çalışıyordum, “can korkusuna kapılmış sefil bir insan olarak dilime mukayyet olamadım. Affınıza sığınıyorum.”

Güldü. İyiye mi yoksa kötüye mi işaretti bilmiyordum.

“Ölmek istemiyorsun ama ordumda yer almak da seni cezbetmiyor, öyle mi?”

Her iki cevap da iyi yere varmayacaktı. Bu sefer sözcüklerimi daha düzgün seçmeye çalışarak doğruyu söylemeyi tercih ettim:

“Gazabınızdan korkmakla birlikte öyle demek zorundayım Efendimiz.”

“Bu seçenekler dışında seni serbest bırakmam kalıyor geriye. Seni şuracıkta öldürmek ya da orduma katmak varken neden bunu yapayım?”

Sesindeki tehditkârlık barizdi. Daha da bariz olansa tatmin edici bir cevap veremezsem sonumun geleceğiydi.

“Bir ölü bedenden ya da fazladan bir askerden daha çok istediğiniz şeyi size getirebileceğim için.”

Açıkçası öyle bir şey var mıydı hiç bilmiyordum. Tamamen var olduğunu umarak ve onun da ne olduğunu biliyormuş gibi bir yüz ifadesi takınmaya çalışarak konuşmuştum. Risk almıştım ama verebileceğim başka bir cevap da yoktu.

Erlik Han’ın yüzü ciddileşti. Bir şeyler düşünür gibi oldu.

“Bir insan, benim ve yaratıklarımın aksine Hayat Ağacı’na girebilir, orası doğru. Yalnız gizli geçitlerden birini nasıl keşfedeceksin? Yolları bilen şamanlardan kaldığı konusunda şüpheliyim. Ayrıca orayı bulsan bile kimseye çaktırmadan Yaratılış Toprağı’nı nasıl çalmayı planlıyorsun?”

Söyledikleri hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama kurtuluş yolunu araladığımı fark ettiğimden daha bir atılgan davranarak cevap verdim:

“Eğer başarısız olursam şu anki sahip olduklarınızdan hiçbir eksilme olmayacak, Erlik Han Hazretleri. Başarılı olduğum takdirdeyse siz, en çok istediğiniz şeye kavuşacaksınız.

“Beni bir ölü ya da asker olarak kullanmaktansa Hayat Ağacı’na açılan yolları arayan bir gezgin, bulduktan sonra da oraya sızan ve Yaratılış Toprağı’nı ele geçirmeye çalışan bir casus olarak hizmetinize almanız sizin için denemeye değer olacaktır.”

Beni salarsa bunların hiçbirini yapmayacaktım elbette.

Yine güldü.

Elini uzatıp baş ve işaret parmağıyla bileğimi kavradı. Bileğim dağlanıyormuşcasına yanmaya başladı. Acıdan kıvranıyor ve bilincimi kaybetmemek için zor dayanıyordum. O zaman işimin biteceğine emin oldum.

Kısa süre sonra bıraktı. Tuttuğu yere baktığımda orada bileğimi tam tur çevreleyen siyah renkte bir halat dövmesi gördüm.

“Başarısız olarak öldüğün takdirde bileğindeki halat ruhunu huzuruma getirecek. Yalnız o zaman seni yılanımın önüne atmam, bizzat ben ilgilenirim. Böylesi daha iyi bir anlaşma oldu, değil mi?”

Yalnızca kafa sallayabildim.

* * *

İşte bu, ömrümün geri kalanını harcadığım bütün o seyahatlarımı başlatan öyküydü. Hayat Ağacı, gizli geçitler, Yaratılış Toprağı ve bunun gibi şeyler hakkında bilgi kırıntısı bile olsa bulabileceğim her yeri gezmeye çalıştım. Başlarda mutsuz olsam da sonradan bu hayattan zevk almaya başlamadığımı söyleyemem. Bir noktada seyahatlerim severek ve isteyerek yaptığım bir yaşam biçimine dönüşmüş oldu. Gerçek amacımı hiç unutmadım tabii.

Şimdi hayatımın sonlarına geldiğimi ve başarısız olduğumu önceden söylediğime göre akıbetim için endişeleniyorsanız, endişelenmeyin. Şu anda bileğimde halat falan yok. Erlik Han’a çok istediği şeyi verdim diye düşünüp endişelenecekseniz, onun için de endişeye gerek yok. Dediğim gibi başarısız oldum. Yaratılış Toprağı’nı getireceğimi söyledim ve getirmedim. Ondan önceki sözlerimi tuttum gerçi. Gizli geçitleri buldum ve Hayat Ağacı’na ulaştım. Bileğimdeki dövmeden de orada edindiğim bazı dostlar yardımıyla kurtuldum. Bütün bunların da başlı başına anlatılması gereken bir hikâye olduğunun farkındayım fakat bu gerçekten sır olarak bırakmak zorunda olduğum bir hikâye. Belki siz de orayı keşfederseniz hikâyemi oradaki dostlarımdan dinleyebilirsiniz.

Bahadır Evrim Doğan

Marmara Üniversitesi’nde son senesine geçen, akademisyen olmayı amaçlayan (mümkünse İstanbul dışında) ve yanında da roman yazarlığı yapmayı ümit eden bir acemiyim. Okumayı sevdiğim türler fantastik ve bilimkurgu ağırlıklı. Ben de bu türlerde kaliteli eserler ortaya koyabilirsem hayatımdaki en büyük hedeflerden birini gerçekleştirmiş olacağım.