Öykü

Son Seyahat

Güçlü Tutkular, Zayıf Nefesler ve Bir Teklif

Bin altı yüz seksen beş yılıydı. Evliya Çelebi, Mısır Valisi Hamza Paşa’nın konuğu olarak kendisine tahsis edilen konakta, sakin ama düşünceli istirahatine devam ediyordu. Birbirini takip eden, konforlu günler gezgine biraz fazla gelmişti. Kendine çoktan itiraf ettiği bir düşünce zihnini sıyırıp geçti: Sıkılıyordu!

Gözü bir an, süregiden zamanı mükemmel bir doğrulukla, saniye saniye dilimleyen, dev sarkaçlı, alaturka saate takıldı. Kurmalı olan saat, kim bilir ne kadar süredir doğru bir şekilde çalışıyordu. Bir insana benzetti onu: Ömrünün başında kurulan, bir süre çalıştıktan sonra ömrünün sonuna gelip, durayazan bir insan. Saatin son saniyeyi de ölçtükten sonra durduğu an, ölüm anıydı; ama gerçekten de öyle miydi? “Bir saat, son saniyeyi ölçtüğünde mi ölür, yoksa son demlerinde yavaşlayıp, artık zamanı doğru düzgün sayamazken zaten ölmüş müdür? Bir bestekâr artık yeni besteler yapamadığında, bir gezgin artık gezemediğinde çoktan ölmüş olmaz mı? Peki şu durumda ben, canlı mıyım, ölü mü?”

O gece konağın tüm hizmetkarlarını evlerine gönderdi. Yalnız kalmak istiyordu. Seferlerinin büyük bir kısmında yalnız olmamasına rağmen, en çok keyif aldığı anlar, tek başına etrafındaki seslerin ya da sessizliğin (ki her ikisinin de ayrı tadı vardı) keyfini çıkardığı anlardı.

Üst kattaki geniş, konforlu yatak odasında hazırlıklarını yapıp, son derece rahat yatağına uzanırken, tüm bu düşünceleri zihninden uzaklaştırmaya çalıştı. İmparatorluğun bu en büyük gezgini, aklında yalnızca geçmiş günlerin anılarıyla öylece yattı yatağında. Seyahatnâmesini düşündü. Kendisinden sonraki nesillere büyük ve değerli bir eser bıraktığının farkındaydı.

Seyahatnâmesinin sayfaları içinde yaptığı zihin yolculuğu, bir noktada yolundan saptı; onu başka bir âleme, rüya âlemine yönlendirdi.

Rüyasında eski seferlerinden birinde, Rize’nin inanılmaz, bin bir tondaki yeşilinin içindeydi. Rüya bu ya, ata binen, kendi genç ve dinç hâlini biraz uzaktan izliyordu. Yüksek ağaçların yukarılarda birbirine el salladığı, ışığınsa katiyetle dışlandığı bir koruya girerken, hatırladığı seyahatin aksine, genç Evliya’nın yalnız olduğunu fark etti. Atının toynak tıkırtıları, koruda esen hafif, deniz ve çiçek kokan kuzey rüzgârının ve kuş seslerinin eşliğinde ağaçtan ağaca sekiyor, yankılanarak kulak zarlarını titretiyordu.

Rüyasındaki Evliya’nın mırıldandığını güç bela işitti: “En sevdiğim yolculuklardan biri oldu bu ve aynı zamanda en lezzetlisi de…” Kendi kendine güldü, “Bir balıktan kaç çeşit yemek yapılır? Bir buranın yerlisine, bir de hamsinin kendisine sormak lazım.” Artık rüya gören Evliya Çelebi de gülüyordu. Sahi, ne kadar da keyifli ve lezzet dolu bir seyahat olmuştu!

Rüyasındaki genç hâlinin kendisine baktığını o an fark etti. “Evet,” dedi rüyadaki Evliya, “eşsiz yörelerde, eşsiz lezzetler tattık. Dünyanın pek çok yerini adımladık. Ne maceralar atlattık, değil mi? Bulgaristan’ı hatırlıyor musun??” Bulgaristan… Yatağında farkında olmadan derin bir nefes aldı Evliya Çelebi. Gerçekten ne yaşanmıştı orada? Hâlâ emin değildi. Genç hâlinin sesi ile ana döndü, “Evet, gerçekten korkunçtu, değil mi?”

“İyi de senin yaşında henüz Bulgaristan’a gitmemiştim.”

Genç Evliya cevapladı, “Rüyanda kendi gençliğinle sohbettesin ve bunda bir sıkıntı yok. Henüz yaşamadığım bir anımızı sana hatırlatmamda mı sıkıntı var?” Haklıydı, bir rüyada böyle detayların üstünde durmazdınız.

Sohbet ettiler. Uzun uzun (rüyalardaki kadar uzun, rüyanın kendisi kadar kısa) geçmişten, yaptıklarından ve yapamadıklarından bahsettiler. Hiç böylesine canlı ve detaylı bir rüya görmemişti. Bir ara kısa bir sessizlik oldu. Bir ruhun iki yansıması, beraberce etrafı, doğayı dinlerken, bir kenarda otlayan atı seyre daldılar.

“Bir teklifim var.”

Evliya Çelebi meraklandı; bir rüya, yaratıcısına ne teklif edebilirdi ki?

“Dinliyorum…”

“Son bir yolculuk. Hiç gitmediğin bir yere, rüyalar âlemine bir sefer.”

“Ne? Nasıl yani?”

“Beni gayet iyi duydun.”

Duymuş ve anlamıştı da. Rüyalar âlemine yapılacak son bir yolculuk… Son derken? Yoksa? Konuşurken sesi titredi ihtiyarın, bir anda kasvete boğulmuştu. “Ölümümden önce son yolculuk mu olacak bu?”

“Son yolculuk, evet; ama ölümünden önce değil, sonra!” Genç rüyası güldü, sonra birden ciddileşti. “Sıradan bir rüya görmediğinin farkındasın. Ve artık yolun sonuna geldiğinin de… Bunu, sana verilen ikinci bir şans gibi düşün. Dediklerimi harfiyen uygularsan, bu gece seni son ve en uzun yolculuğuna çıkaracağım.”

Konuşma bir süre daha devam etti. Konuşmanın sonunda, yolculuğa ikna olmuş Evliya Çelebi kafasını sallıyor, notları zihnine kazıyordu.

“Uyanma zamanı geldi o hâlde! Bu gece tekrar görüşeceğiz.”

Rüyasının, yüzüne attığı suyla bir anda uyandı uykusundan. Ağır ağır kalktı, üşenmeden oturma odasına gidip, alaturka saati kontrol etti. Uyumasının üstünden iki saat geçtiğini fark etti. Hemen hazırlanmaya başladı. Rüyasındaki genç halinin verdiği tarife göre, tamamını bildiği bazı otların karışımından bir bitki çayı hazırlaması gerekiyordu. Çaylar, çiçekler ve baharatların çoğunu konağın erzak bölümünde buldu. Geriye kalan iki adet yabani çiçeği nerede bulacağını biliyordu. Tamamen toparlandıktan sonra evde son bir tur attı, mumları söndürdü. Saatin tik-taklarına takıldı bir an, aksıyorlar mıydı? Artık önemi yoktu.

Evden son kez çıktı; orada özellikle uyumak istememişti. Son seyahati, gerçek bir seyahat gibi başlamalıydı.

Gecenin bir vakti eşkin tempoda götürdüğü atının dili olsa küfrü yerdi. Ancak şimdi hayvanı dinlenmeye bırakmış, kendisi de otlardan yaptığı karışımı, bir miktar suyla birlikte mütevazı bir ateşle demlemeye almıştı. Rüyasının sözünü dinleyip, buruk tadına aldırmadan, içine doldurduğu çanaktan tüten buharları izleye izleye içti. Kurduğu çadırın kenarında tulumunun üstünde uzanırken, sinsi soğuk, kalın kıyafetine sızmaya başlamıştı. Üstümü örtsem iyi olur diye düşündü; ama üstünü örtmeye fırsat bulamadan uyuyakaldı. İğne iğne batan soğuğun da etkisiyle uykusu, hâliyle tatsız rüyalarla doluydu. Nihayet genç Evliya Çelebi, kendisini bir sona ve bir başlangıca doğru sürüklerken, bir anda koparıldığı kâbustan dolayı müteşekkirdi.

İşte böyle başladı Evliya Çelebi’nin son seyahati.

Anma Gününde Bir Acayip Rüya

Tarihini bilmek kendini bilmektir. Peki ya sanat tarihi? Fulya’ya göre her ikisi de kişinin kendini ve içinde yaşadığı dünyayı anlaması amacına aynı şekilde hizmet ediyordu. Sanatın zaman içindeki evrimi, toplumların gelişimiyle, yönetimiyle, sosyolojisiyle ve hatta bilim ve teknolojiyle doğrudan alakalıydı. Örneğin bir mizah tarihi konusu vardı ki, farklı kültürlerin mizahı algılayışı, ele alışı ve kullanışı hayret vericiydi. Fulya’nın Sanat Tarihi bölümündeki ikinci senesiydi ve daha şimdiden akademik kariyer yapmanın hayalini kuruyordu.

Kurduğu hayalin ne kadar zor olduğunu biliyordu. Babasının zamansız ölümü, evdeki ekonomik yükü annesinin omuzlarına aktarırken, Fulya’nın da ister istemez hayata karşı hem güçlü hem de cesur bir karakter olarak büyümesini sağlamıştı. İleride vereceği kariyer kararı, her ikisi için de büyük bir test olabilirdi.

Güne erken başlamayı severdi. O sabah da yine erken kalktı. Annesiyle hızlı bir kahvaltı yaptıktan sonra okulun yolunu tuttu. O gün, hedefinde kütüphane vardı. Kütüphanede Evliya Çelebi’nin hayat hikâyesi ve yaptıklarıyla ilgili bir kitap bulduktan sonra, bir köşeye çekilip, okumaya başladı. İki bin on bir senesi, aynı zamanda Evliya Çelebi’nin doğumunun dört yüzüncü yılı olarak, Evliya Çelebi yılı ilan edilmişti. Öğleden sonra katılacağı bir anma etkinliği öncesinde bilgilerini pekiştirmek ve eksikleri tamamlamak istiyordu.

Günü tahmin ettiğinden de güzel geçti. Anma etkinliğinde öğrendikleri, Evliya Çelebi’yi daha da çok merak etmesine sebep olmuştu. Etkinlikte kurulan stantlardan birinde gördüğü Seyahatnâme’yi aldı. Gün boyunca bulduğu her boşlukta okudu. Okudukça Evliya’nın yalın ve mizahi diline, kimi zaman eğlenceli, kimi zaman fantastik maceralarına hayran kaldı. Akşam evde geçirdiği boş zamanını da Seyahatnâme’ye ayırdı. Okudukça, seyahatlerin içerisinde kayboluyor, yolları adeta Evliya Çelebi ile adım adım (toynak toynak) kat ediyordu. Bir seyahatin, bir maceranın, bir an’ın ortasında dalıverdi uykuya.

Bir rüyadan diğerine geçti. Her geçişinde, tuhaf bir şekilde daha derinlere indiğini hissetti. Ulaştığı son noktadaysa zifiri karanlıkta ve ayaktaydı. Etrafındaki hareket dikkatini çekti. Uzakta, görüş sınırında anlık çakan ışıklar, ona aysız bir gecede yaklaşan fırtınayı anımsattı.

“Hangimiz yolunu şaşırdı acaba? Kendimi geçtim, bu kadar derinlere inmek her insan evladının harcı değil.”

Duyduğu sesle yerinden sıçradı. Karşısında, at üstünde duran ve kıyafeti, uğrayıp geçtiği yerlerden topladığı hatıralardan oluşan bir zaman gezginini anımsatan kişi, kuşkusuz Seyahatnâme’yi fazla okumasının bir sonucuydu. Bir kere, adamın Evliya Çelebi tarifine benzediği aşikardı. Başını kaplayan sargılı şapkası ve cübbesi, yaşadığı döneme uygundu. Ama cübbesinin üstünden geçirdiği çapraz askılı, modern yolculuk çantası, bu görüntüyle büyük bir tezat oluşturuyordu. Ayağındaki spor ayakkabılar dikkatini çekti; rüyasının kesinlikle iyi bir giyim zevki yoktu!

Daha çok kendi kendine konuştu. “Seyahatnâme’yi okurken uyuyakalırsam, göreceğim rüya da böyle olur tabi.”

Evliya Çelebi bir nida koyuverdi. “Ah! Beni buraya çeken kendi görüntümün nedeni şimdi anlaşıldı! Rüyanızda beni, seyahatlerimden birinde görüyordunuz.” Gülümseyen yüzü, yavaşça şüpheci ve karşısındakini inceleyen bir hâl aldı.

“Ama bu, aklımdaki soruyu cevaplamıyor. Tüm rüyaların arasında bulunan bu boşluğa nasıl ulaştınız?” Eliyle boşluğa doğru bir hayali çizgi çekti. “Bir rüyada gelinebilecek en uzak sınıra ulaşmışsınız küçük hanım! Daha fazla ilerlememenizi öneririm!”

Fulya bu konuşmadan müthiş bir keyif alıyordu. Rüyasına uymaya karar verdi. “Sevgili Evliya Çelebi, öncelikle sizinle tanışma şansına erişmek, benim için büyük bir şeref!” Evliya Çelebi, bu jeste karşılık, şapkasını çıkarıp, atının üzerinde eğildi. “O şeref bana ait sevgili rüya gören.”

“Fulya.”

“Sevgili Fulya. Tanıştığıma çok memnun oldum.”

“Öneriniz için teşekkür ederim. Buralara kadar nasıl geldiğimi bilmiyorum; ama daha ileriye gitmemek için elimden geleni yapacağım.”

“Bu çok isabetli bir karar. Uzun süredir seferdeyim ve şunu söylemem lazım ki, senin gibi derin rüyalar gören kişilere çok nadir denk gelirim. Açıkçası daha önce böylesi bir iletişim kurduğum bir ya da iki rüya gören olmuştur.” Son sözünün üzerine derin bir nefes aldı Evliya Çelebi. Aynı nefesi iade ederken hissettiği huzur, ses tonuna yansıyordu. “Çok uzun zamandır bu seyahatteyim. Ben bir gezginim ve hep öyle kalacağım. Anlaşma bu şekilde.” Güldü. “Son seferim rüyalar âlemine oldu. Yüzyıllar önce… Gezdiğim çeşit çeşit rüyalar, yaşadığım maceralar… İtiraf etmeliyim ki bu, en çok keyif aldığım sefer oldu!”

Fulya’nın bu açıklamalarla kafası karışmıştı. Hiç bu kadar tuhaf bir rüya görmedim diye düşündü. “Sayın Evliya Çelebi, daha bugün doğumunuzun dört yüzüncü yıl anma etkinliğindeydim. Sanırım bugünün ve okuduğum Seyahatnâme eserinizin etkisiyle böyle bir rüya görüyorum. Üzgünüm; ama belki de diğer rüyalarım gibi alelâde bir rüya bu.”

Fulya kendi kendine konuşurcasına devam etti. “O hâlde sizi kızdırmamam benim için daha iyi, zira bu güzel rüyayı bir kâbusa çevirmek istemem. Diğer yandan, dediğiniz gibi gerçekten Evliya Çelebi burada, rüyalardan bağımsız bir varlık olarak karşımdaysa, o zaman da bu fırsatı değerlendirmek ve sizi tanımak isterim.”

Evliya Çelebi hayretle kıza baktı. Bu rüya, kendisi gibi bir rüya gezgini için bile sıra dışıydı. Dahası, kurduğu mantığı sevmişti. Eli çantasına gitti ve orta boy çantanın içinden, sihir yapmışçasına dev gibi bir kitap çıkardı. Ahşap ciltli, bordo deri kaplı kitabın üzerinde, büyük ve yaldızlı harflerle “11. RÜYALAR ÂLEMİ” yazıyordu. Kitabı yavaşça açtı; ortalık, kitabın sayfalarından yayılan renkli ışıklarla hafifçe aydınlandı.

“O zaman sevgili Fulya, gelin size son seyahatime dair aldığım bazı notlardan bahsedeyim.”

Uzun, çok uzun, rüyalardaki kadar uzun, rüyanın kendisi kadar kısa bir sohbete giriştiler.

Ne kadar zaman geçti bilinmez; ama olması gerekenden uzun olmalıydı, öyle ki, Evliya Çelebi sohbetlerinin ortasında aniden konuşmayı kesti. Gözü ufuktan yakınlara doğru kaydı; diğerlerinden daha yakında çakan bir ışık gösterisini olanca dikkati ile izlemeye başladı. Fulya tam nedenini soracaktı ki, Evliya Çelebi hızlı davranıp araya girdi. “Burada geçirmem gereken zamanı çoktan aştığımı görüyorum. Artık fazlası ne benim ne de sizin için iyi olur.” Fulya, onun yüzünde ilk kez endişe ve keder gördü. Ve bir şey daha… Derin yüz çizgilerini, o kadar da sağlıklı görünmeyen ten rengini fark etti. Şaşkın, soran gözleri Evliye Çelebi ile buluştuğunda, diğeri kafa sallayarak cevapladı, “Bu maceraya ilk başladığım zamanki kadar genç ve sağlıklı değilim. Sizin anlayacağınız, bu âlemde bile bir rüyayı güçsüz düşürecek, yaşlandıracak ‘şeyler’ var. Ancak ne yazık ki, daha fazlasını konuşacak vaktimiz yok.”

Bunu söyledi Evliya Çelebi. Ardından atına bindi ve veda etti. “Tanıştığıma memnun oldum sevgili Fulya. Kesinlikle bir gezginin cesaretine ve ruhuna sahip olduğunuzu düşünüyorum. Bir daha görüşmeyeceğiz muhtemelen. Kendinize çok çok iyi bakın!”

Son cümleleri duyduğunda, Evliya Çelebi çoktan ortadan kaybolmuş, ufuktaki renklerin içine karışıp gitmişti. Fulya da kendini rüyasına, karanlığa teslim etti. Dingin, sakin bir uykuyla geceyi tamamladı.

Sabah bir tuhaf heyecanla kalktı yatağından. Rüyasını tüm detaylarıyla hatırladığını fark etti. Ne acayip bir uykuydu ama! Tüm günü Seyahatnâme’yi okumaya adadı. Gece olduğunda, öyle bir heyecanla yatağına yattı ki, uzun bir süre uyuyamayacağını düşündü. Nihayet uyuduğunda ne gördüğü bilinmez; ama Evliya Çelebi ziyaretine gelmemişti. Tıpkı onu takip eden günlerde de gelmediği gibi.

Haftalar ve aylar birbirini ezercesine geçerken, Fulya, rüyasını artık eskisi kadar düşünmese de Evliya Çelebi ve Seyahatnâme’ye duyduğu ilgi hiçbir zaman azalmadı. Hatta bitirme ödevlerinden birini, onun hayatı ve gezileri üstüne yaptı.

Aradan sekiz ay geçti.

Tehlikeli Sular

Son rüyaları huzursuzdu Fulya’nın. Takip ediliyor, birilerinden kaçıyor, saklanıyordu… Serin bir bahar gününde suçu yorgana ya da ince pikeye de atamıyordunuz. Yaklaşan finallerin bir yan etkisi olmalıydı.

Keyifli bir geceydi. Yemeğini yemiş ve odasında, camın kenarında kitap okurken, bir yandan da sert rüzgârla güreşen, hışırdayan, uğuldayan kavak ağaçlarının sesini dinliyordu. Göz kapakları, o henüz bir alt satıra geçemeden, küt diye iniverdi. Güç bela açtı gözlerini. Erken yatmak, erkenden kalkabilmek demekti. Bu kez “rüya görmemeyi” dileyerek yattı; oltanın kurşunu gibi battı, gitti derinlere.

Sekiz ay önceki rüyanın o benzersiz hissi altıyla-üstüyle tüm bilincini kapladı. Karanlığın ortasında buldu kendini. Ancak, henüz etrafı inceleyemeden, bir anda vücudu kitlenip, kıpırdamaz oldu, yere devriliverdi. Göğsünün üstünde müthiş bir ağırlık vardı. “Nihayet bulduk seni.” dedi, iğrenç bir ses! Tınısında düşmanlık, nefret, kin vardı. Ağırlık arttı, nefesi tıkanmaya başladı. Göz bebekleri dışında hiçbir yerini oynatamıyor, onlar da çılgın gibi oldukları yerde dönüyor, çaresizce karanlığı delmeye çalışıyorlardı.

Artık ciddi ciddi öleceğini düşünmeye başladı ki, sesi tekrar duydu. “Çaresizlik var… hissediyorum. Bu bana keyif vermiyor. Savaş, keyif vermiyor.”

Savaş? Üstüne düşünür, belki soru da sorardı; ama hissettiği muazzam baskı, rahat düşünmesini engelliyordu. Yatağında yatan bedeni de nefes darlığı çekiyor muydu acaba? Baskı biraz daha arttı. Çığlık atabilse atardı. “Şimdi,” dedi, üstüne bir kâbus gibi çöken varlık, “çaresizsin, ölüyorsun. Yardım gerek sana. Kim eder yardımı?” Kim? Kendisini bu karabasandan kurtaracak bir hayal yaratabilir miydi? Hiç sanmıyordu ve tanıdığı tek kişi, ona yardım edebilecek tek varlık… “Çağır onu!” diye emretti ses. Felcin dudaklarından çekildiğini hissetti. Ağzını açtı; kalan son nefesiyle onun adını sayıkladı. “Evliya Çelebi.”

Ufuktaki ışıklardan birinin, tam üstlerinde bir şimşek gibi çaktığını hissetti. Bir an gözleri kamaştı. Hareket kabiliyetinin geri geldiğini hissettiği an ayağa fırladı. Etrafına çılgınca baktı; ama varlığa dair bir iz yoktu. Yalnızca karanlık ve renk renk ışıklar. Hemen ötede yavaşça hareket eden silüeti fark etti. İlk başta ne olduğunu anlayamadı. Birkaç ürkek adım attıktan sonra bunun, ölmekte olan atının üstüne eğilmiş, onun başını okşayan ve yaşlı, çok yaşlı bir ihtiyar olduğunu gördü. Hayali ayak seslerine kafasını kaldıran Evliya Çelebi’yle göz göze geldiler.

“Ölümümün arifesinde görmek isteyeceğim bir yüz, bu ne güzel bir hediye!”

“Merhaba üstat; sizi yeniden görmek çok güzel!” Yaşlı yüzünü inceledi. “Size ne oldu böyle? Ayrıca size katılmıyorum; rüyalar ölmez, ölmemeli! Bu eğer benim rüyamsa, ‘ben’ olduğum sürece siz de var olmalısınız.”

“Yine bilgelere yakışır bir mantık.” Evliya Çelebi gülümsedi; yorgun bir gülümsemeydi bu. “Lâkin, önceki karşılaşmamızda da söylediğim gibi, bir rüya bile yaşlanabilir ve evet, hatta ölebilir.”

Fulya cevap vermedi. Onun yerine Evliya Çelebi’ye, ya da artık onun yalnızca bir gölgesine benzeyen bu ihtiyar, güçsüz varlığa baktı. Ben olduğum sürece, diye tekrar düşündü, sen de olacaksın. Gözlerini kapattı ve aklına kazınmış, geçen karşılaşmalarında uzun uzun sohbet ettikleri Evliya Çelebi’yi hayal etti. Hatırlayabildiği tüm detaylarıyla, uzun uzun tasvir etti kafasında. Nihayet gözlerini açtı ve şaşkın şaşkın bakan ihtiyar Evliya’ya, ardından bir saniye önce yoktan var ettiği, sekiz ay öncesinin Evliya’sına göz attı.

“Bu gerçekten etkileyici. Adeta zihinsel bir yetenek!” dedi, yaşlı olan. “Beni çok iyi hatırlıyorsun… ama korkarım bu pek bir şey değiştirmeyebilir. Sonuçta ben, benim; karşımdaki ise geçmişimden gelen bir görüntü, sizin çağın tabiriyle bir fotoğraf sadece. Bunu,” dedi, kendi yüzünü, kollarını, ellerini işaret ederek, “bana yapan kötücül şey, benim gibi bir varlık. Varlığımın özünü tüketen, onunla beslenen bir habis. Sevgili Fulya, bu maalesef…”

Fulya araya girdi. Konu uzamadan ve dikkati dağılmadan, yapmak istediğini yapacaktı. “Lütfen ona git ve sarıl.” Evliya Çelebi, bu söz üzerine gözlerini tekrar genç hayaline çevirdi. “O sensin, sen ne kadar sensen, bu âlemde o da öyle. Ona sarıl ve onunla bir olduğunu hayal et. Sadece dene. Lütfen.”

Fulya aslında şansını denemişti. Varlığının özü tükenmeye yüz tutmuş Evliya Çelebi’nin, aklındaki daha genç hayalini yaratmıştı. Eğer bu onun rüyasıysa, o zaman iki varlığı bir araya getirdiğini, tek bir varlık olduklarını hayal edebilirdi. Nazikçe kaldırdı ihtiyarı. Atının artık kıpırdamadan yattığını üzüntü içinde fark etti, bunu gördüğü an, atın silinip gitmesi bir oldu. Evliya Çelebi’nin gözü bunu görecek hâlde değildi. Ağır aksak, koluna girdiği Fulya’dan destek alarak devam etti adımlamaya. Genç hâli kıpırdamıyor, nefes bile almıyor ve arada, kalitesi gidip gelen bir yayın gibi hafifçe dalgalanıyordu.

Karşı karşıya geldiklerinde ihtiyar Evliya, genç hâline önce sarılmaktan çok tutundu. İlk sözü “sıcak” oldu. Ardından, soğuk havada bulabildiği tek paltoymuş gibi, sımsıkı sarıldı ona. Fulya, bu sahne karşısında duygulanmasına rağmen kendini tuttu, çok vakit kalmadığını hissediyordu. Gözlerini kapattı ve uzun bir süre kıpırdamadan iki varlığın bir olduğunu hayal etti. Yeniden gözlerini açtığında, ortada yalnızca bir Evliya Çelebi vardı ve umduğu şekilde kendisine dinç, gülen gözlerle bakıyordu.

“Hayatımı, varlığımın devamını sana borçluyum. Bunun için teşekkür ederim!”

Fulya cevap vermeden geldi ve sarıldı Evliya’ya. Tekrar Ayrıldığında gözyaşlarını siliyordu. “Buraya gelmeden önce bir kâbus gördüğümü sanıyordum. Oysa büyük bir şansmış bizim için. Onun sayesinde sizi buldum”

“Kâbus mu? Nasıl bir kâbus?” Evliya Çelebi’nin ses tonundaki değişim, yalnızca ciddiyeti değil, büyük bir endişeyi de taşıdı Fulya’nın kulaklarına.

“Görünmez bir kâbustu. Bir anda üstüme çöktü ve beni hareketsiz ve çaresiz bıraktı. Dedi ki…” Evliya Çelebi, Fulya’ya doğru bir adım atarken sordu, “Ne dedi?”

“Çağır onu. Bir şekilde sizi düşünüyordum ve tek söylediği bu oldu. Bir de kendisinden bahsederken ‘biz’ diyordu.”

Son söz noktayı koymuştu. Evliya Çelebi panik içinde etrafına bakındı. Fulya’ya dönüp, “Benim yine gitmem lazım. En azından şimdilik. Senin de hemen uyanman gerekiyor! Belki yine …” Sözlerini bitiremeden, zifiri bir karanlık aniden etraflarını sardı. Fulya, Evliya Çelebi’nin “Çok geç!” dediğini hayal meyal duydu. Karanlık sesleri de yutuyor gibiydi. Çaresizce, etrafa görmeyen gözlerle bakarken, aklından geçen son bir düşünceye sarıldı. Kendisini, Evliya Çelebi ile açık bir alanda hayal etti. Karanlık, kendisine bir lokomotif gibi çarpar ve onu yere yıkarken, aklında hâlâ bu düşünce vardı.

Yüzleşme

Gözlerini açtı. Bir kuş gibi hafif, rahatça ayağa kalktı. Biraz ötesinde doğrulan, etrafı meraklı gezgin gözleriyle inceleyen Evliya Çelebi’yi gördü. Hayal ettiği açık alandaydılar. Evliya Çelebi’ye bundan bahsettiğinde, başını sağa sola sallayarak durdurdu onu. “Bunun bir önemi yok.”

“Neden? Karanlığı atlattık işte, atlatmadık mı?”

“Hayır. Artık kaçmak, ikimiz için de bir seçenek değil.” Evliya Çelebi devam etmeden önce biraz düşündü.

“Sana anlatmam gereken bir şey var.”

Ellerini zarifçe kaldırdı, rüyanın görünmez dokusu üzerinde gezdirdi. Görüntü hafifçe dalgalandı, sonra yavaşça kararırken, bambaşka bir şeye dönüştü.

Fulya, karanlık bir havada, uçsuz bucaksız bir çayırın ortasındaydı. Gözleri az ilerideki ateşi ve çadırı seçti. Evliya Çelebi ile o tarafa yürümeye başladılar. Ufak, mütevazı çadırın sağlam ama ilkel yapısı ve dokusu Fulya’ya, gördüğü şeyin geçmiş zamana ait bir görüntü olduğunu söylüyordu.

İyice yaklaştıklarında, çadırın hemen dibine serilmiş tulumu ve üzerinde, soğuktan kendine sarılmış, cenin pozisyonuna geçmiş ihtiyar Evliya’yı gördü. Başının tuluma yaslandığı yerden sızan siyah sıvı, hemen ötesinde karanlık bir birikinti hâlini almıştı. Yaşadığına dair bir işaret yoktu, çoktan ölmüştü.

İkili kısa bir süre bu görüntüye takıldılar. Evliya Çelebi söze girdi. “Fazla vaktimiz olduğunu sanmıyorum. Yıllardır yaptığım gibi, rüyadan rüyaya kaçmanın ya da senin uykudan uyanmanın bir çözüm olduğundan emin değilim. Bu kez değil.”

“Yaklaşık üç yüz küsur yıl öncesine bakıyoruz şu anda. Benim fani dünya üzerinde son nefesi verdiğim, son geceme. Bana son bir seyahat yapabilmem için ikinci bir şans verildi. Kurallara uydum, bitkilerden yaptığım çayı içip, en derin uykuya yattım; ama bu yeni âleme geçerken gördüğüm rüyaları hesaba katmadım.”

Yüzünü Fulya’dan yana çevirdi, göz göze geldiler.

“Fani dünyada yalnızca gezginlik yapmadım. Pek çok savaşta bulundum. Genelde gözlemciydim; ama yine de şahit olduğum, alınan her can benim için ayrı bir dehşet ve keder sebebi olmuştur. Savaşları, ucunda kazanmak dahi olsa hiç sevemedim.”

“İşte o gece son gördüğüm rüya, tam da bununla ilgili bir kâbustu. Ölen düşmanlarımızın yüzünü alan, şekilden şekle giren bir iblis karşıma dikildi, musallat oldu bana. Öyle bir dehşet anıydı ki, derhâl oradan kaçmaya çalıştım. Son hatırladığım, beni kolumdan yakalayan yaratığın pençesi ve bir anda içine daldığım rüyalar âleminin heybetli görüntüsüydü.”

Fulya hikâyenin gerisini tahmin etmeye çalıştı. “O zaman, gördüğünüz kâbus da sizinle birlikte mi geldi? Peşinizde olan şey, kendi rüyanız mı?” Evliya gülümsedi, “Ne kadar da uygun, değil mi? Bir rüya gezgini ve peşinde, kendi en büyük kâbusu… Aradan geçen yıllar boyunca beni iki kez yakaladı. Sen birinciden sonra gördün beni. O günkü harika, uzun sohbetimizin bıraktığı izi takip ederek seni buldu. Bu benim hatam. Ardından önce bana ulaşmayı denedi ve bunu başardı da… Ama gücümü tüketmiş olsa da kaçmayı başardım. O da seni kullanarak bana ulaşmayı denedi. Sinsice bir davranış!”

Bir fokurtu sesiyle aynı anda döndüler. Biriken siyah sıvının tepesinde bir kabarcık patladı. Ardından dalgalanan sıvıdan, uzun tırnaklı, kirli ve güçlü bir elin yükseldiğini gördüler. Kâbus yavaş yavaş kendini çıkarır, bu kez fiziken, tüm heybetiyle karşılarına dikilirken, çaresizlikle izlediler. İnsan irisi bir savaşçıyı ya da yavru bir devi andırıyordu. Yüzünü seçmek neredeyse imkansızdı; sürekli değişim geçiriyor, bir yüzden diğerine geçiyordu. Yüzü, iri yarı yapısı, giydiği basit kıyafetler ve çıplak karnı ve ayakları dışında, elinde tuttuğu keskin ve eğri kılıç Fulya’nın dikkatini çekti. Kılıcın parlamayan kısımları kurumuş kanlarla kaplıydı.

Kâbus henüz birkaç adım atmış, kılıçsız eli havada ve Evliya’ya doğruyken, Fulya, Evliya’dan çıkan ve kâbusuna doğru yavaşça akan, çok hafif ışımayı fark etti. Kâbusunun, Evliya Çelebi’yi bir kez daha tüketmesine izin vermeyecekti. Hâlâ rüyada bir miktar kontrolü olduğunu umarak, yaratık ile aralarında, ucu bucağı olmayan, şeffaf bir cam bariyer hayal etti. Adımlarını hızlandırmış vahşi kâbusun, kalın camdan sekmesinden kaynaklı çarpma sesiyle rahat bir nefes aldı.

Kâbus öfkeyle camı yumrukladı. Evliya ile aralarındaki bağ kopmuş gibi görünüyordu. Fulya, korkudan rengi gitmiş, titreyen eliyle kılıcını çekmekte olan Evliya Çelebi’ye baktı.

“Dur!” İstemsizce bağırmıştı. Sesi boşlukta yankılanırken, Evliya Çelebi ve kâbus aynı anda durdular. Fulya yavaşça, kendilerini ayıran, artık yer yer çatlamış bariyere doğru yürüdü. Kâbusla yüzleşti. “Bu benim rüyam. O zaman burada kontrol de bende. Şimdi, lütfen konuş! Derdini bilmek istiyorum.”

Kâbusun yüzündeki değişim bir an durdu. Ağzını beceriksizce açtı. Paslı çene kasları gerildi, kemikler çıtırdadı. “İntikam!” dedi homurdanarak, “Tüm ölenlerin intikamını alacağım!”

“Peki, ya ben buna izin vermezsem?” Fulya cesur görünmeye çalışıyordu.

“Başka yok!” diye kükredi kâbus. “Ya intikam ya da…” durdu, ilkel zihnini zorladı, “ya da intikam.” dedi.

“Sonra ne olacak? İntikamını aldıktan sonra?”

“Sonra yok! Son olacak.”

Fulya’ya bu kadarı yetmişti. Biraz düşündü, gözlerini kapattı, düşündü, açtı. “Peki,” dedi. “Madem başka çare yok. O zaman sana istediğini vermek zorundayım.” Yanına gelen Evliya Çelebi, korku dolu gözlerle bir kendisine, bir kâbusa bakıyordu.

“Git Evliya!” dedi Evliya Çelebi’ye, “Son bir kez savaş. Kazanabilirsen kazan, yoksa artık bu seyahatin de sonuna geldin.”

Göz göze geldiler, Evliya Çelebi, tek kelime etmeden kılıcını çekti. Cam bariyerin ortadan kalkmasıyla, Evliya Çelebi ve kâbusu birbirlerinin üstüne atladılar. Tam bir dövüş olmadı. Henüz kavganın başında kâbus, Evliya’nın tüm özünü çekip, almıştı bile. Saniyeler içinde ondan geriye hiçbir şey bırakmadı.

Kâbusun elleri yanına düştü. Kılıcını bıraktı. Şekilden şekle giren yüzünde ortak olan tek şey, tebessümdü. Kendini geriye doğru bıraktı ama yere hiç ulaşamadı. Parlayan bir başka renge dönüşüp, ufuktaki renk cümbüşüne karışırken, Fulya’nın kulağına, anlamadığı dillerde söylenen şarkılar geliyordu.

Son Seyahat

Yüzlerce yıllık intikamını alan kâbus, rüya âleminin dokusuna geri döner dönmez, Fulya’nın bir düşüncesiyle Evliya Çelebi’nin kamuflajı ortadan kalktı. İnanamaz gözlerle, biraz önce kâbusun durduğu ve Fulya’nın oluşturduğu kopyasını kısa sürede yok ettiğine şahit olduğu yere doğru baktı. Belki biraz daha dikkatli olsa kandırıldığını anlayabilirdi; ama yıllanmış intikamının acelesi ve hazzın büyüklüğü, hâlihazırda pek de iyi çalışmayan aklını iyice karıştırmıştı.

Fulya’ya döndü. İçi gülen, çakmak çakmak gözlerle ona doğru yürüdü; elini avuçları arasına alıp, defalarca ve şevkle el sıkıştı. “Çok teşekkür ederim sana. Bir ömür boyu, hayır ne saçma! Sonsuzluk kadar borçluyum!” Fulya da gülüyordu. “Ne acayip gece ne acayip bir rüya!”

“Ah! Fakat sevgili Fulya, daha bu bir şey değil! Sana henüz göstermediğim ne acayip rüyalara şahit oldum! Bundan sonra sık sık görüşeceğiz. Seyahatnâmemin son cildini ilk okuyan sen olmalısın!”

“Kesinlikle kabul ediyorum! Ama sadece o kadar da değil. Eğer mümkünse, bu gezginliği öğrenmek, sizinle rüya âleminde yeni yerler keşfetmek isterim.”

Bu isteği düşündü Evliya Çelebi. “Denemesi bedava!” diye cevap verdi. “Sendeki müthiş potansiyeli görüyorum. Eğer benden başka bir kişi daha gezebilecekse, o kesinlikle sen olmalısın!” İkilinin heyecanlı sohbeti ve ara sıra yükselen kahkahaları, rüyalar âleminin boşluğuna dağıldı; başka başka rüyalara karıştı, onlara huzur ve keyif verdi.

İşte böyle başladı Evliya Çelebi’nin son seyahati. Bir kez daha.

Eren Kasapoğlu