Öykü

Şifalı Bitkiler Dükkânı

Şemsiyesiz bir şekilde sağanak yağmura yakalanmaktan daha kötü bir şey varsa o da hem şemsiyesiz olup hem de gözlük takıyor olmaktır. Birkaç dakika içinde başlayan yağmur tüm görüşümü katletmişti ve caddelerde etrafımı doğru düzgün göremeden yürüyordum. Sucuk gibi olduğumdan biraz soluklanmak ve tabii ki biraz da yağmurdan korunmak için görebildiğim ilk dükkâna kendimi atmaya karar verdim.

İşaret ve başparmaklarımı silecek gibi kullanarak etrafıma bakınıyordum. “Şifalı Bitkiler Dükkânı” tabelasını görünce hiç düşünmeden kendimi içeri attım. Pimapen kapı sanki uzun zamandır açılmıyormuş gibi güçlükle açıldı. İçeri girdiğimde yüzüme çarpan sıcak havayla birlikte bitki ve baharat kokusu nefesimi kesmişti. Gözlüklerimi çıkarıp ıslak saçlarımı -işe yaramayacağını bildiğim halde- düzeltmeye çalışırken olduğum yere akan sular minik bir göl oluşturmuştu. Arkası dönük bir şekilde yukarıdaki raflardan birine ulaşmaya çalışan ihtiyar adamın dikkatini pek çekemediğimi sandım. O yüzden boğazımı temizleyip lafa girdim, “Yağmur fena bastır…”

“Bu mevsimde hava durumunu kontrol etmeden evden çıkmak büyük bir hata hanımefendi.” diyerek sözümü kesti. O sırada bana dönmüş, orta ve yüzük parmağı olmayan sol eliyle iki adım ötemdeki tabureyi işaret etmişti.

“Teşekkür ederim ama…”

“Birazdan içinizi ısıtacak bir karışım ikram edeceğim. Şimdi şu işimi halletmem gerekiyor hanımefendi.” dedi ve tezgâhta duran ismini bilmediğim otları tartıp önündeki küçük naylon poşete doldurmaya başladı.

İkinci kez sözümü kesmiş ve huysuz bir ihtiyar izlenimi bırakmıştı bende. Çok fazla diyaloga girmeden ne derse kafa sallayıp yağmur diner dinmez de çıkıp gitmeyi düşünüyordum bu geçimsiz ihtiyarın dükkânından. Islak kıyafetlerimle tabureye oturmak zorunda kaldım.

O ağır hareketlerle işiyle meşgul olurken ben de onu izlemeye başladım. Sağ kulağının üst kısmı kesikti. Sağ gözünü belirli bir ritimle kırpıyordu ve elleri sürekli titriyordu. Sakalları sanki yolunmuş gibiydi. Pek tekinsiz bir görüntüsü vardı ve onu seyrettikçe içime bir kasvet çöküyordu. İşini yaparken çıkardığı, “Hı, hımm.” gibi sesler ihtiyarlara has homurdanmalardandı. Ancak bu beni nedenini bilmediğim bir şekilde ürkütmüştü.

Önündeki paketle işi bittikten sonra camın kenarındaki rafa koydu ve “Hıh evet.” diyip beni işaret ederek şimdi sıranın bende olduğunu söylemeye çalıştı. Yanıma yaklaştı ve arkama uzanıp raftan içi ot dolu küçük naylon poşeti aldı. İhtiyar o kadar keskin ve acı kokuyordu ki neredeyse öğürecektim. Genzime dolan bu musibeti engellemek için nefesimi tutmak zorunda kaldım.

“Bu içinizi ısıtacak ve hasta olmanızı engelleyecek.”

İki tutam otu tezgâhta duran kirli olduğunu düşündüğüm bir bardağa koydu. Bardağın hemen yanındaki sürahiyle su ekledikten sonra kirli ve uzun tırnaklı sağ elinin işaret parmağını gayet normal bir şeymiş gibi bardağa sokup otları karıştı. Sonra otları elleriyle bir güzel bardaktan çıkardı ve sarımtırak karışıma bakıp, “Hıh” dedi.

Neredeyse ağzım açık bir şekilde bunu yapışını izlerken, içmem için beni zorlamamasını umuyordum.

Sağ eliyle bardağı bana getirdi ve az önce bardağa giren o iğrenç parmakları yakından görme talihsizliğini yaşadım. Hemen bir yalan uydurmalıydım ve bu konuda iyi olduğumdan zorlanmadan ikna edici bir tane söyleyiverdim.

“Doktorum ona danışmadan böyle şeyler içmemem için beni uyardı. Çok naziksiniz gerçekten. Yağmur dinene kadar burada kalmak benim için yeterli olacak.”

“Dükkânımda daha önce hiçbir ikramım geri çevrilmedi. Karışımlarım insanlara şifa dağıtmaktan başka bir şey yapmadı. Elinizde tuttuğunuz bardakta kolay kolay bulamayacağınız ve eminim daha önce hiç görmediğiniz kıymetli otlar var. Bence bir şansı kaçırıyorsunuz ama siz bilirsiniz hanımefendi.”

İhtiyar blöf yapıyormuş gibi hissettim ancak işe yaramıştı. Daha önce ne bardaklarda neler içtin kızım şundan da bir yudum alabilirsin sen diye içimden kendimi cesaretlendirdim ve yüzümü ekşiterek küçük bir yudum aldım. Boğazımdan aşağı yağ gibi kayan içecek ağzımda tuhaf bir tat bıraktı. Umduğum kadar kötü değildi. Yumuşak içimli ve tatlıydı. Beğendiğimi belli etmemek için ihtiyara bakmadan öncekinden biraz daha büyük bir yudum aldım. Sonra iki dikişte bitirdim.

Bardağı tezgâha bırakırken ihtiyarın gözleri üzerimdeydi. Tabureme geri oturduğumda midemden tüm vücuduma yayılan bir sıcaklık hissettim. Birkaç dakikaya kalmadan üşümem geçti. Az sonra o kadar sıcak basmıştı ki üzerimdeki kıyafetleri bile kurutabilirdim.

“Adı neydi bunun?”

“Üşükçıkartan.”

İsmi duyunca yüzümün aldığı şekli görünce açıklamaya başladı.

“O kadar fazla karışımım var ki güzel isimler bulmakta zorlanıyorum. Önceden bunun yerine başka bir karışımım vardı ama Tezmür Otu’nu bulmak artık eskisi kadar kolay değil. Eğer o karışımı içseydiniz bir dakika sürmeyecekti etkisini göstermesi ama bu da iyi bir alternatif. Benden onun yerine bunu yapıyorum artık. Soğuk algınlığını önler. Nasıl hissediyorsunuz hanımefendi?”

“Vücudumun her bir noktasından alev çıkıyor gibi.”

“Birazdan geçecektir.” dedikten sonra bilge bir tavır takınarak, “Şifayı kimyasallarda değil doğada aramak gerektiğine inanıyorum.” diye de ekledi.

İhtiyar konuştuğunda içerideki kasvet dağılıyordu ama sustuğunda tekrar içime bir ağırlık çöküyordu. Yaklaşık on dakikadır dükkândaydım ve dışarıdaki yağmur hâlâ dinmemişti. Sabırsızlıkla dışarı baktığımı fark edince konu açmaya çalıştığını düşündüğüm ve ilk seferde anlayamadığım bir şey söyledi.

“Sizin için bulduğum çözümü öğrenince ne tepki vereceğinizi bilmiyorum ama sizi mutlu edecek bir şey olduğuna eminim.”

“Benim için bulduğunuz çözüm mü? Ne demek istediğinizi tam anlayamadım.”

“Kusura bakmayın hanımefendi. Konuya ortasından giriş yaptım. Anlaşılmaz olduğunun farkındayım. Yaşlılığıma verin.”

Şaşkın bakışlarla kafa salladım ve o bir an önce açıklayıp rahatlamak ister gibi hız kesmeden devam etti.

“Ailenizin bu bitmek tükenmek bilmez baskılarına daha ne kadar dayanacaksınız? Babanızdan gördüğünüz şiddete ne kadar zaman daha boyun eğeceksiniz?”

“Si.. siz bunları nerden biliyorsunuz?”

“Üniversiteye gitmenize izin vermedikleri zaman ‘Olsun zaten gitmek istemiyordum, okuyup napıcam.’ gibi komik cümlelerle kendinizi kandırdığınızı dahi biliyorum.”

“Başarılı bir öğrenci sayılmam zaten pek. Onlara yük olmak…”

“Sizin zihniniz kendinize yük oluyor. Sizi hapsettikleri o sınırdan dışarı çıkamayacak kadar koşullanmışsınız.”

“Hayır aslında onların istediği gibi…”

“Kendinizi kandırmaya devam etmeyin hanımefendi. Sizi sınırlarınızı fark etmeye ve daha sonrasında yok etmeye davet ediyorum. Tanrı’nın bu hatasını düzelteceğiz.”

Derin bir soluk çekti hemen arkasında bulunan, kafasıyla aynı hizadaki rafa uzandı ve bir naylon poşeti alıp tezgâha koydu.

“İşte sizin için bulduğum çözüm bu. Evren’in en ücra köşelerinde dolaştım, sizin Kara Delik dediğiniz ve aslında Kara Geçit olarak bilinen kapılardan geçtim. Burada gördüğünüz bitkileri kendi aciz doğanızda yetişenlerle karıştırmayınız. Gerçekliğin sadece bir yansımasından ibaret olan dünyanızın acıyla dolu yaşamlarına şifa getirmek için buradayım. Dünyanız tesadüflerle dolu ve Tanrı’nın acemilik döneminden kalma bir paçavra sadece. Böylesine önemsizken sizler, neden mi uğraşıyorum? Çünkü mahkûmiyetimin son bulması için yapılan anlaşmanın şartlarından biri bu. Tanrı’nızın yerinde olsam sizi çoktan hiçliğe atmıştım ya ama o size baktıkça kendinde artık olmayan şeyleri hatırlıyor. Bu yüzden sizi hiçliğe karıştırmıyor. Çünkü varlığınız onun bencilliğine hizmet ediyor.”

Duyduklarım o kadar karmaşık ve anlaşılmaz gelmişti ki sanki durduk yere bir hikâye anlatmaya başlamış gibi dinliyordum ihtiyarı. Söylediklerini duymuş ama idrak edememiştim. Konuşmayı sürdürdü.

“Hanımefendi, sizin değersiz yaşamınızdaki en büyük elem kaynağınız aileniz. Eğer birisi size müdahale etmeseydi bunu fark edemezdiniz. Şu an bir farkındalık yaratmaya çalıştığımı fark etmeniz başlangıç için yeterli.”

“Evet, tamam haklı olabilirsiniz ama onların başına bir şey gelmesini istemiyorum.”

Sanki söylediğimi duymamış gibi devam etti.

“Sizin için bulabildiğim en iyi çözüm bu. Karışımın çayını yapacaksınız. Kaynayan suya iki tutam atın ve on dakika boyunca demlenmeye bırakın. Otları süzdükten sonra ister sıcak ister soğuk olarak içirmelisiniz ailenize. Günde bir defa yapacaksınız. Çayın renksiz ve kokusuz olması işinizi kolaylaştıracak. Herhangi bir şeyden şüphelenmeyecekler böylelikle. Bu karışımı üç gün boyunca içirin. Dördüncü gün uyandığınızda evde bir çift daha anne ve babanız olacak. Bu yeni anne ve babanızın kültürel birikimler, zihniyetleri ve karakteristik özellikleri tamamen farklı olacak. Nasıl insanlar olurlar bilemem ama şu an ki ailenden daha kötü olmayacakları açıkça ortada. Onlar birbirlerini göremez ve duyamazlar. Ayrıca yeni ailenin diğerlerinden tek farkı bu bahsettiğim özellikler olacak. Herhangi bir yabancılık çekmen söz konusu değil. Şu an ki ailenden gerekli tüm bilgileri ve anıları kopyalayacaklar. Onları bir robot ya da farklı bir varlık olarak görme sakın. Onlar ailenden daha insan olacaklar.”

“Peki ya yeni ailem eskisinden kötü olursa veya başka bir nedenden dolayı istemezsem falan? O zaman bunu geri döndürmenin bir yolu var mı?”

“Hayır. Kendiniz bir yolunu bulmalısınız.”

“Kendim mi? Buraya gelirsem bana yardım etmez misiniz?”

“Burada olmayacağım.”

“Neden?”

“Dükkânı yılda bir kez açarım ve sadece bir müşteriye hizmet veririm. Bu senenin müşterisi sizdiniz ve bir daha ki seneye hazırlık yapmam gerekiyor.”

“Bir sene önceden mi hazırlık yapıyorsunuz?”

“Evet tıpkı sizde olduğu gibi.”

“Yani benim buraya geleceğimi biliyordunuz?”

“Doğru bir çıkarım hanımefendi.”

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Tuhaf bir şakaya maruz kalmış gibi hissediyordum ama ihtiyarın rol yapmaktan çok uzak davranışları bu hissimi de alıp götürüyordu. Tezgâhta duran kozmik otlardan yapılmış karışımı alıp avuçlarımın arasına koydu ve artık gitmem gerektiğini işaret eder gibi dışarıyı gösterdi. Yağmur durmuş ve üstüm kurumuştu. Güneş gökyüzünde delilik saçarcasına parlıyordu veya o deliliği benim karışmış zihnim baktığı her yerde arayıp buluyordu.

Eve vardığımda saat 5’ti. Annem ve babamın işten dönmesine daha iki saat vardı. Mutfakta oturmuş ihtiyarın karışımını izliyordum. Sıradan otlara benziyordu bunlar. Naylon poşetin zımbasını açıp otlara dokundum. Evrenin öbür ucundan toplandığı iddia edilen bu otlara dokunmak değişik bir histi. Canlılıklarını hâlâ koruyor gibi bir görünüşleri vardı.

Yaşlı şifacının söylediklerini düşündüm. Beni bu durumdan kurtarmak istiyordu, uzayın derinliklerinden topladığı otlar, Tanrı’nın hatası, kendi mahkûmiyetini sonlandırmak için yardım etmesi, dükkânı yılda bir kez açması. Aklıma o anda gelmeyen bir sürü soru gelmişti. Neden mahkûmdu? Bir sonraki müşteriyi Tanrı mı söylüyordu? Eğer Tanrı söylüyorsa ve benim hayatımda bir şeylerin ters gittiğinin farkındaysa neden kendi müdahale etmiyor? Peki klon ailemi seversem, diğerlerini ne yapacağım, iki çift aile ile yaşayamam herhalde?

O akşam iyice düşünüp bir karara varmak istedim. Yapacağım şeyin geri dönüşü yoktu ve tamamen emin olmalıydım bundan. Hem büyük bir olay olduğu için hem de yıllar boyu ailemin, kararları benim yerime vermelerinden dolayı bu benim için verilmesi çok zor bir karardı. Beni böyle bir kararsızlığa ittikleri için onlara kızmıştım.

Hayatımı şöyle bir gözden geçirince ve olaylara farklı bir açıdan bakınca, bazı şeyleri daha net görebildiğimi fark ettim. Oturup kalkmamdan yeme içmeme, giydiğim kıyafetten görüştüğüm insanlara, uyuduğum saatten uyanıkken geçirdiğim vakitlere kadar her şeyim onların kontrolü altındaydı. Hatta bu en basitleriydi. Onlar istiyor diye en yakın arkadaşımla aramı açtım ve verecekleri tepkiyi bildiğimden hiçbir erkekle yakınlık kuramadım. Onların zorbalığı altında şekil vermiştim hayatıma ve arada sırada yaptığım saçma sapan aykırılıkları –gece onlardan biraz daha geç yatmak gibi ufak şeyler- sessiz direniş sanmıştım. Oysa sessizce direndiğim kendi arzu ve isteklerimdi. Onların baskılanıp yönetilmesine tepkisiz kalmak için kendime direnmiştim hep.

Hayatı ailesi tarafından yönetilen aciz ve korkak bir insan olduğumu fark etmem içimde öfkeyle beraber farklı duyguları da uyandırmıştı. Onlara karşı içim yabancı olduğum ve tehlikeli olduklarını hissettiğim duygularla dolmuştu. Bu yüzden akşam, bugün bir iş bulabildin mi diye sorduklarında tekinsiz bir ima dolu sessizlikle karşılık verdim.

O gece yatağa girdiğimde zihnimde her şey berraktı. Ne yapacağıma karar vermiştim. O sabahın ilk gün olduğunu bilmenin verdiği sinsi huzurla güne başladım. Aileme karışımı içirmedim. Onu kendim içtim. Böylelikle kendime daha kesin bir çözüm bulmuş olduğuma inanıyordum. Üç gün boyunca karışımı hazırlayıp içtim ve dördüncü günün sabahında yani Pazar günü uyandığımda yeni bir benle uyanmış olmam gerekiyordu. Odamda kimse yoktu. İçeride olmalıydı diye düşündüm. Kontrol etmek için odamın kapısını dinledim ve evet içeriden sesler geliyordu. Mutfakta annemle birlikte olmalıydılar. Aileme gözüküp onları korkutmak istemiyordum. O yüzden uygun bir ana kadar bekledim.

Herkesin mutfakta kahvaltı masasında olduğuna emin olduktan sonra usulca koridora çıktım. Konuşmalarını duyabiliyordum. Yeni beni gayet sevmişlerdi anlaşılan. Hararetli bir sohbet dönüyordu.

Kız “Bugün pikniğe mi gitsek?.” tarzında bir şey söylemiş olmalıydı.

Babam umursamaz bir şekilde “Lan bir Pazar günüm var kahveye gidebildiğim.” diye yanıt verdi. Kızın hevesinin kursağında kalışını buradan hissetmiştim. “Bunlar işte böyle.” diye mırıldandım. Annemin “Kalk hadi çay koy. Evin işleri duruyor. Ne pikniğinden bahsediyorsun.” Demesi iyice tepemin tasını attırdı.

Koridorun sonuna kadar gittim ve köşeye yaslandım. Buradan çıktığımda beni görebileceklerdi. Ne tepki verip ne yapacaklardı bilmiyorum. Tek bildiğim bu işin bir an önce olup bitmesi gerektiğiydi. Babamın ağız şapırtıları zihnimi bulandırıp beni iyice geriyordu. Çayı höpürdeterek içtiğinde gözümün seyreldiğini fark ettim. Çatal seslerinin kafamın içinde yankılandığını hatırlıyorum. Gerilimim artıyordu ve içimdeki his gittikçe vahşileşip kontrolü eline alıyordu. Orada yaklaşık bir dakika boyunca durdum.

Artık harekete geçmeliydim ve her şeyi bir anda hızla yapmalıydım. Tereddüt edersem beni kolayca etkisiz hale getirebilirlerdi. Önce babamdan başlamalıydım. Derin bir nefes aldım ve sakince mutfağa girdim. Kız beni göremiyordu ama ailemin beni gördüğünde gözleri kocaman açılmıştı. Hayretler içinde kalmış bir şekilde yüzüme bakıyorlardı. Tezgâhın altındaki çekmeceyi açtım ve en büyük bıçağı aldım.

Arkamı döndüm ve tek bir hamleyle bıçağı babamın boğazına sapladım. Pörtleyen gözlerinin içine bakarken hiçbir şey hissetmiyordum. Aynı hızla bıçağı çektim ve can havliyle hırlarken aynı şeyi şok geçiren anneme de yaptım. Babamın aksine onun gözleri kapanmıştı. Kız muhtemelen çığlıklar atarak, havada kendi başına ailesinin boğazına saplanan bıçağı seyrediyordu. Ne olduğundan habersizdi. Muhtemelen doğaüstü güçlere bağlıyordu bu gördüklerini. Onu göremesem de sesini duyamasam da varlığını hissedebiliyordum. Boş gözüken sandalyede olmalıydı hâlâ.

Bu beklenmedik saldırıya karşı koyma fırsatları olmamıştı. Tıpkı hayatımın her alanına müdahale ettiklerinde benim yaptığım gibi sessizce bir direniş gösteriyorlardı. Sessiz bir hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı. Onların boğazına saplanan bıçak benim boğazımdan çıkmıştı. Ben sadece onların yıllar boyu üzerimde kurdukları baskıyı püskürtüp onlara da bunu yaşatmak istedim ve benim yıllarım yoktu. Bir an da yapmalıydım. Kendimi suçlu olarak görmüyordum. Ödeşmiştik.

Annemin boğazında bıraktığım bıçağı tutup çektim. Kanlı bıçağı kızın önündeki tabağa koydum. Üzgünüm tatlım ama hepimiz bazı bedeller ödemeliyiz. Hiçbir şey yaşamadan pat diye dünyaya geldin. Bu da hoş geldin hediyem olsun sana. Buranın nasıl bir yer olduğunu hapiste anlarsın nasıl olsa.

İçeride çalışan çamaşır makinesinin sesini duyabiliyordum. Salon toparlanmayı bekliyordu. Evdeki işlerin yarım kalışını seyrettim birkaç saniye. Artık bu işler hep yarım kalacaktı annem. Kahvedeki sandalyen hep boş kalacaktı babam. Hayatınızın merkezine koyduğunuz ve benim de hayatımın merkezine zorla yerleştirmeye çalıştığınız her şeyin dışındasınız artık. Yaşanmamış hayatlarınızı aldım elinizden, benim hâlâ yaşayabilecek bir hayatım varken.

Babamın kafası masaya düşmüştü annemin ki geriye. Etraf kan gölüne dönmüştü. Hırıltıları ve can çekişmeleri çok sürmemişti. Çırpınırken masayı dağıtmışlardı. Yerdeki kan gölüne düşen zeytinlerden birini aldım ve ağzıma attım. Ruhsal doygunluğa ulaşmıştım ama midem boştu. Bunun için zamanımın olmadığının farkındaydım. Annemin yarım kalan çayından bir yudum alıp odama döndüm. Önceden hazırladığım çantamı alıp, annemin altınlarını aramaya başladım. İki bilezik ve babamın cüzdanından aldığım 50 tl ile evden çıktım. Çıkmadan önce de ev telefonundan polisi arayıp ailemi öldürdüğümü söyledim. Suçu O’nun üzerine atıyordum böylelikle. Hem itiraf etmişti hem de bıçakta parmak izi olacaktı. Ailemden sonsuza kadar kurtulmuştum. Tanıdığım herkesten de öyle. Onlar beni hapishanede sanırlarken, ben başka bir şehirde kendime sıfırdan bir hayat kuracaktım. Ta ki evden çıkmak için kapıyı açtığımda karşımda Şifacı’yı görene kadar…

– Devam Edecek –