Öykü

Snuff Balon

Herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde demlenirken aklınıza mükemmel bir fikir gelebilir ya da o fikrin mükemmel olduğunu düşünebilirsiniz. Ne yazık ki çoğu zamanlar ikinci olasılık doğru çıkar ve büyük olasılıkla da alkolün vücudunuzdan atılmasıyla eşdeğer bir biçimde o fikirden uzaklaşır hatta ayık hâlinizle size kaçıkça gelebilecek o fikri somutlaştırma düşüncenizden bile utanırsınız. O fikir artık Japon çimenlerine dönüşür. Bu yoldan birçok kez geçmemle birlikte blurlu fikirlerimi yastık altına atmada ustalaştığımı söyleyebilirim ve her defasında kendimden de bir parça kaybetmekte. Bunun nedenini ise dünyada bizi tutmaya devam eden şeylerin çürüyen etlerin değil, utandığımız düşünceleri yastık altına atmamıza bağlıyorum. Bu düşüncenin neticesinde fikirlerimiz ne kadar kaçık ise o kadar yaşam puanı kazanırız ne kadar gömersek ise bir o kadar kaybederiz. Bir delilik dünyasında yaşıyoruz ve yaptığımız en büyük delilik ise gerçek benliğimizi kaybetme uğruna kendimizi ürkütücü ve bir o kadar da ustaca saklayabilmemiz. Bu artık benim için sorun hâline gelmişti, ben artık kendimi kaybetmek istemiyordum.

Bölüm 1

Hayalperest bir gece

Müslüman bir ülkede yaşamamızın büyük bir şans olduğunun şu ana kadar farkına varmamıştım. Neyse ki ölülerimiz çoğu zaman tabutlarla birlikte gömülmüyordu ve bu bizi büyük bir iş yükünden kurtaracaktı. Ama sanırsam bunun ilerisine değinmeden önce işin bu raddeye nasıl geldiğinden bahsetmem gerekiyor.

Salondaki televizyon karşısında duran kanepede uzanmış şekilde sıkıntıdan patlamak üzere olan ruh hâlimin kollarımı parçalamak istediğinin farkına vararak masanın üzerinde yarım bıraktığım şarabımı su bardağıma doldurmak suretiyle kanepeden doğruldum. Niyetim içmek değildi yalnızca bir an olsun bile düşüncelerimi dağıtabilmek adına çok fazla anlam yüklüymüş gibi vücudumu harekete geçirebilmekti. Oysa harekete geçme nedenimin beni daha fazla hareketsiz bırakacağına emindim. Saatler ilerliyor ve hava gittikçe kararıyordu, lambaları yakabilecek takatim bile kalmamıştı. Otokontrolümü kaybetmemiştim, aslında vücudum bunu başarabilirdi; ama yorgunluğum, içlerinden en kötüsü olan düşsel karmaşadan kaynaklıydı. Bir gün doğuyor ve bir gün batıyor, kanepenin başında ne zamandır durduğumu bile hatırlamıyordum tıpkı başını hatırlayamadığımız rüyalardan birisi gibi. Daha fazla düşünmek hiçbir işe yaramıyor, insan yalnızca daha çok yoruluyor ve bu nedenle lobotomiyi bile düşündüğüm zamanlar olmuştu.

Sabah vaktinde kapı çalmıştı ve ben bundan şikayetçi olmak yerine tebessüm etmiştim, gelen kişi doğalgazı kesme sebebiyle geldiyse bile insanın devleti tarafından önemsenmesi çok elzem bir davranıştı ya da en azından birileri tarafından önemsenmesi. Kapıyı çalan Berat’tı her şeyi sineye çekme ustası, bir bira yarışmasını kaybederek bir fahişeye evlenme teklifi etti ve ondan bir çocuğu oldu ama bundan sonra ise o fahişeyi aldatıp nafaka adlı bir babaya sahip oldu, hâlinden memnun muydu bilmiyorum, sonuçta o yine boşalıyordu; lakin aşk toplarından değil de cebinden. Asıl duygularını bize yansıtmayı hiçbir zaman başaramadı. Yanında ise Atacan vardı. Hiçbir şeye aidiyet duygusu beslememeyi kendine inandırarak büyük bir yalanla yaşayan Atacan. Ne içki ne eğlence, hiçbir şeysiz her şeye tahammül edebilen ya da kendini buna inandıran bir insandı. Kendilerince haberim olmadan çılgın bir gün düzenlemek istemişlerdi ama su içsem istifra edecek midem buna hazır değildi, yorgundum. Uyumuş muydum hatırlayamıyordum. Birtakım sanrılara sahiptim, bir şeyler anımsıyordum ama bu düşlerin düne mi sahip olduğundan emin değildim.

“Bir ölü görüyorum sanki.” dedi Atacan.

Konuşmak istemiyordum.

“O zaman bugünlerden herhangi bir bayram olmalı.” deyiverdim.

Berat yan taraftan konuşmaya atladı, “Deliler ve bayram arasındaki ilişkiden bihabersin sanırsam.”

Bu tarz konuşmalardan o kadar bunalmıştım ki sadece Hodor! diye bağırasım geliyordu ve o an bu tipik bunaltıların hayatıma önemli ölçüde hükmettiğinin farkına vardım.

Esnerken “Delilik falan peki, geçin içeri ya.” diye garip bir uğultuyla onları içeriye davet ettim.

Atacan elinde bir kitap tutuyordu, Berat’ın elleri ise gecelik nevale olduğu bariz şekilde belli olan poşetlerle doluydu. İlk başta bu iki arkadaşımı çekebilmem için dünden kalma durumumu halletmem gerekiyordu. İyi bildiğim şeylerden bir diğeri ise dünden kalmanın üstünden gelebilmenin en kolay yollarından birisinin içmeye devam etmek olduğuydu, tabii yarın şu anda yaşadığım semptomların iki misliyle bana geri döneceğinin de farkındaydım. Salondaki koltuğa geçtik ve ben Berat’ın masaya koyduğu poşetten bir malt çıkarıp içmeye başladım. Atacan elinde tuttuğu kitabı inceliyordu. Pek fazla merak etmiyordum ama ortamdaki sessizlik beni rahatsız etmeye başlamıştı.

“Atacan elinde tuttuğun o kitap da ne?” diye sordum. Berat bile daha bilmiyor olacak ki o da bir anda Atacan’a doğru yöneldi.

Atacan, kısık kısık bana ve Berat’a baktı. Bizi göz ucuyla uzun uzadıya sessizce süzmesinin ardından merakımızı gidermek için dudaklarını araladı.

“Hangi kitap?”

İliğimi kuruttu bu çocuk ya “Yani bu neydi şimdi? Kaç tane kitap var ki elinde?” diyerek sorumu tazeledim. Berat içine doğru gülümsemişti.

“Ha bu kitap mı? Şeytan çağırma kitabı ya.”

Atacan’dan bu cevabı aldıktan sonra kafamı kanepeye yasladım. Berat ise heyecandan kelebek olmuşçasına Atacan’a döndü. “Hadi be! Abi nereden buldun?”

“Arzu kırtasiyeden.”

Ağzını iki ayırarak “Vay.” dedi Berat.

Bu ikili oldukça iyi anlaşıyordu ha. Gerçi sorun bende de olabilirdi. Sonuçta kırtasiyeden şeytan çağırma kitabı almak son derece normal bir davranıştı ve neden olmasın ki diyerek bu iki marslının muhabbetine dahil olmak istedim.

“Demek Arzu kırtasiyeden şeytan çağırma kitabı aldın ha? Vay be!” diyerek partiye katıldım.

Atacan omuzlarını silkti “Evet, Arzu kırtasiyesinden şeytan çağırma kitabı aldım.”

Gözlerim bulanıklaşmaya başladı, esnemelerimi kesemiyordum.

Evin kapısında kendini gösteren Charles Bukowski, omzundaki mavi kuşuyla içeriye teşrif ederken Aşık Veysel, albino hastasına solaryum bileti uzattı. Cangı iğneli kullanamayan William Burroughs’un patlayan ağdalı hıçkırık kabarcığı içinden kırmızı sakallı Yosemite Sam çıkıp altıpatlarıyla Bugs Bunny’nin kafasındaki elmaya karavana sıktı; gördüklerine kayıtsız kalamayıp müjganıyla gülümseyen Attila İlhan bir bardak kaptan içkisi daha doldurdu kendine ve arka köşedeki ahşap sandalyeye oturmuş not tutan Berat ise aniden “Eureka!” diye çığlık attı. Lovecraft, çığlık atan Berat’ı duyunca tuvaletten çıkıp, ıslık çalarak robdöşambr giyen hipopotamlara seslendi ve salona giren hipopotamlar Berat’ın etrafında el ele tutuşup dönerek aynı anda şarkı söylemeye başladı, “Eğer sen de mutluysan alkışla… Eğer sen de mutluysan alkışla… Eğer sen de mutluysan ve yüzün gülümsüyorsa…” Hipopotamlar, dönmeyi bıraktı. Şarkının son kısmını söylemeden Berat’a baktılar ve kendinden beklenileni teslim etmek isteyen Berat, ellerini birbirine çarpıp gülümseyerek şarkının son kısmını söyledi, “Eğer sen de mutluysan alkışla.” Şarkı nihayetinde bitmişti. Hipopotamlar, Berat’ı “Bravo!” nidalarıyla alkışladı ve aniden dilaltlarında sakladıkları jiletleri çıkarıp, Berat’ın boğazını oracıkta delik deşik etmeye başladılar. Kaktüs rengi duvarlara karşın boynundan oluk-oluk kanlar fışkırtan Berat, boğazının kesilen yerlerini elleri ile kapatıp, konuşmaya çalıştı, “Ne ol… Yeter… Lütfen…” Berat’ın karşısındaki duvarın rengi artık demir kokulu koyu kırmızı olmuştu. Hipopotamlar, bu sefer sert jilet darbeleri ile boynunu kapatmaya çalışan Berat’ın ellerini parçalamaya başladı. Berat’ın, kemiği gözüken serçe parmağı haricinde bütün parmakları yerlere savrulmuştu ve çığlık çığlığa feryatlar atarken bir hipopotam, Berat’ın dilini tutup kendine doğru çekerek koparttı; yanındaki diğer hipopotam ise kafasını sımsıkı kavrayıp yukarıya doğrulttu ve Berat’ın ağzından fışkıran kanıyla kendisine zoraki bir şekilde gargara yaptırdı. Gözaltı torbaları kandan görülebildiği kadarıyla oksijensizlikten mora çalmış debelenen Berat, sıkıca kavranan kafasını nefes alabilmek adına parmaksız elleriyle kurtarmaya çalışıyordu. Bir şekilde hipopotamların elinden kurtulabilmeyi başararak hızlı bir manevrayla ayağa kalkarak evin çıkışına yöneldi; lakin kana bulanan zeminden etkilenen ayakkabılarının azizliğine uğrayarak yüzüstü yere çakıldı. Berat’ın gözlüğünün camları, gözbebeklerinin üstünde un ufak parçalara bölünmüştü. Ağlıyordu; ama akan renk saydam değildi. Bir süre sonra ağlayışları kayboldu ve yerini histerik gülümsemeler aldı. Hayatta kalamayacağını anlayarak kendisini saldı ve kaderine razı oldu. Berat artık hayat belirtisi göstermiyordu, kolları boşluğa uzanmıştı ve iki sıhhiye gelip cesedini çöplüğe doğru yolculuğa çıkardı. Rögar kapağından dumanlar çıkaran çöplükte çalışan mavi maskeli doktorun neşterle ortaya çıkardığı otopsi raporunun sonucuna göre Berat’ın ölüm sebebi kontrolsüz güç çıkmıştı. Antibiyotik kullanamadığından ötürü iltihaplanmış yüzüne gidecek kanı kalmayan Berat’ın suratındaki kirpikler çok sırıttığı için cesedi yıkanıp bir daha asla konuşamayacak makatına pamuk tıkılmadan önce doktor, her birini parmak uçlarıyla özensizce çekerek mor jartiyerli esmer asistanıyla tek mi çift mi oynadı. Berat’ın aldattığı eşi tarafından düzenlenen kurtçuklarla dolu otel odasındaki süresiz rezervasyonun uğurlamasına katılan Quentin Tarantino, tabutun üstüne yapıştırılan aşınmış Ucuz Roman posterini keçeli kalemiyle imzaladı. Meftun toprağa yerleştirildikten sonra siyah takım elbiseli bir çocuk, toprağı tırpan gibi kullandığı parmaklarıyla eşeleyip “Baba.” kelimesini tekrar ederek toza bulanmış küçük burnunu içine çekip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı; lakin ağlayışının nedeninin babası öldüğü için mi yoksa bir daha onu asla göremeyeceğinden dolayı mı olduğunu bilmiyordu. Arkadan sert bir ses duyuldu.

Terli hâlde irkilerek sıçradım, Berat bira şişesini masaya vurarak heyecanlı şekilde bana doğru baktı “Abi hadi yapmayacak mıyız!?”

“Neyi yapmayacak mıyız?”

“Yahu Atacan iki saattir anlatıyor ya, şeytan çağırma işini diyorum.”

Anlaşılan sızdığımın farkına bile varmamışlardı. Aman ne kaybederim ki, sonuçta kendimi salalı baya olmuştu. Hem belli olmaz belki gerçekten ilgi çekici bir şeyler gerçekleşebilirdi.

“Ee tamam. Yapalım o hâlde.”

Atacan sanki senelerdir şeytan çağırma işi yapıyormuş gibi bize birtakım emirler yağdırıyordu ve biz onun dediklerini sorgulamadan harfi harfiyen yerine getiriyorduk. Gerekli hazırlıklar tamamlanmıştı. Mumlar, tütsüler, Channel marka parfüm kutuları ve daha nice şeyler salonda çizdiğimiz pentagram sembolünün köşelerine dizilmişti. Biz ise simetrik bir şekilde çizdiğimiz sembolün etrafını kuşatmıştık. Ambiyans olması amacıyla da Burzum’dan Ham Som Reiste parçası açılmıştı ve bu parçayla birlikte biz de tamamen hazırdık. Aslında baya eğlenceli bir hâl almıştı bu olay.

Çalan melodi haricindeki kısa bir sessizlik sonrası ellerimizi birleştirdik ve Atacan’ın kitaptan okuduğu kelimeleri sırasıyla tekrar ettik “Yaşamın özü, gerçekliğin tohumu, ateş, su, toprak, hava ve soluduğumuz ruh adına sana sesleniyoruz. Yanımıza gelir misiniz acaba?”

Atacan’a doğru “Atacan “Misiniz?” işi sanki olmadı. Genelde direkt gel falan demezler mi?” diye fısıldadım.

“Burada şeytan çağırıyoruz işin ciddiyetinin farkına var. Hem püf noktası kibar olmakta yatıyor bana güven.” diyerek beni telkin etti.

Telkin oldum mu orası ayrı derken bir anda şimşek çaktı ve salon burnu kanatacak derecede insana güzel gelen hoş bir kokuyla kaplandı. İçimiz buz tutmuştu fakat tenimiz yanıyordu. Her ne kadar mazoşist olmasak bile bu acının hoşumuza gittiği yüzlerimizden okunabiliyordu. Hareket etme yetimizi kaybetmiş hâldeydik, oturduğumuz yerden kalkamıyorduk. Atacan ve Berat derin bir transa geçmişti, yüzleri mantar yemiş mutlu bülbülleri andırıyordu. Kafamı kanepeye doğru çevirme isteğim beni içten içe kemirmeye başlamıştı. Sanki uzun zamandır arzuladığım ve nihayetinde bulduğumda ise beni en mutlu insan yapacak yegâne şey şu an o kanepenin üzerinde duruyordu. Kafamı kilitlendiğim konumdan kanepeye doğru çevirmeye zorladım. Her zorlayışımda sanki gırtlak kemiğim derimden dışarı sarkıyordu. Ama çektiğim acının sonunda uzun zamandır aradığım şeye erişebileceğim düşünülürse bu pek de mühim değildi. Gözlerim sonunda kanepenin üzerinde duran varlıkla denk gelmişti.

Ruhum uzun süren düşüşün ardından katran dolu bir bataklığa saplanmıştı. Her taraf, tarihin ilk sinema filminin sesli sürümünü andırıyordu; lakin beyazlık yoktu etrafta. Yalnızca siyah ve daha koyu siyahtan oluşuyordu bu yer. Mağaralarla doluydu. Gökyüzünü devasa hoparlörler cemiyeti kaplıyordu. Çömelmiş hâlde sırtlarını yaslamış oldukları duvarda sürterek parçalayan cılız insanlar yüksek desibelde Paint it Black parçasına maruz kalıyordu. Arkamda birisinin olduğunu hissettim. Tüylerim diken diken oldu ve karnımda bir yumru oluşmuştu. İçgüdülerim arkamda duran kişiden kaçmam gerektiğini söylüyordu ama şok etkisinde olan vücudum buna izin vermiyordu. Ciğerlerim patlayacaktı, ama hızlı kalp atışından mı yoksa oksijen yerine içime çektiğim zifirden mi patlayacağından emin değildim. Üstünde durduğum katran ağırlığımı kaldıramıyordu ve ben gittikçe o bataklığa doğru gömülüyordum. Boğulmama ramak kalmıştı. Görüşüm tekrardan bulanıklaşmıştı ve bana uzanan narin eli güçlükle seçebiliyordum. Bana uzanan eli tuttuğum zaman evime dönmüştüm. Şeytanın gözleri gözlerimle kenetlendiğinde işte tam olarak böyle hissetmiştim. Kendime geldikten sonra karşılaştığım görüntü ise kanepenin üzerinde Berat ve Atacan’ın biralar eşliğinde çağırdığımız şeytanla kahkahalar atarak sohbet ettiğiydi. Atacan’ı ise ilk defa içerken görüyordum. Demek ki gerçekten işini yapan bir tane çağırabilmişiz.

Bölüm 2
Şeytandan küçük bir rica

Aradığım şeyi en nihayetinde bulmuştum. Aradığım şey tabii ki bir şeytan değildi, en başından beri aradığım şey böyle bir anlamsızlık, saçmalıktı. Ucuz bir kırtasiyeden alınmış bir kitapla şeytan çağırma saçmalığı gerçekleşmişken kim “…gelir misiniz acaba?” üzerine gelen şeytanı sikine takardı ki? Artık doğalgaz faturası falan ödemek zorunda değildim çünkü kendimi lanet olası bir Constantine gibi hissediyordum.

“Çocuklar konuya girişelim artık. Beni buraya çağırmanızdaki asıl sebep nedir? Umarım yine meskalin gibi bir istekle karşılaşmam.”

Şeytanın sesindeki olgunluk yetişkin bir kadının sağladığı güven kadar rahatlatıcıydı. Aynı zamanda insanı yoldan çıkartabilecek birtakım maddelere sahip olduğu düşünülürse karakteri sesiyle çok ters kalıyordu. Sorun şu. Bir şeytan çağırmıştık evet; ama neden çağırdığımızı kararlaştırmamıştık ve artık ne istediğimizi düşünmemiz lazımdı.

Sessizce “Pişt.” diyerek Atacan ve Berat’ın dikkatini çektim.

“Ondan bir şey istememiz lazım, sonuçta bira içmeye çağırmadık ya.”

“Evet abi haklısın.” diyerek düşünceme ortak oldu Berat ve Atacan ise parmaklarıyla gözlerini ovuşturarak düşünmeye başladı.

Kollarımızı omuzlarımızda birleştirerek bir düşünce çemberi oluşturduk çok geçmeden hemfikir olduğumuz bir düşünce bulabilmiştik. Şeytana doğru sesimiz Voltron gibi kusursuz senkronizasyonla çıktı.

“Delilikler ülkesine geçiş yapmak istiyoruz!”

Aslında bu isteğimi vurgularken biraz tereddüt etmiştim. Neticede şeytan varsa tanrı da vardır ve bizim yaptığımız bilerek yanlış ata oynamaktı. Berat ile Atacan’a bu düşüncemi aktarmam da biraz yersiz olabilirdi zira artık şeytanı çağırmıştık bile.

Şeytan “Hım.” diyerek işaret parmağını dudağına götürdü. “Pekâlâ, yalnız bunun için sizlerden bir ricam olmalı.”

Ayvayı yemiştik galiba, ruh takası bu evrede mi başlıyordu? Atacan soğukkanlılıkla sordu “Nedir o?”

Şeytan kıkırdadı “Bana bir insan derisi getirmelisiniz!”

Berat ise duygularını artık ön plana rahatlıkla çıkartabiliyordu. Nedeni barizdi. Gözbebekleri içine doğru sıçmış gibi bakıyordu.

Bizden birisini mi öldürmemizi bekliyordu yoksa bunun daha kolay bir yolu var mıydı?

“Birisini mi öldürmemiz gerekli?”

Şeytan bu soruma kayıtsız kaldı. “Sabah vakitlerinde buraya tekrar geleceğim o zamana kadar bana bir insan derisi getirirseniz dileğinizi yerine getiririm.”

Şeytan tam giderken Berat kendisine el salladı “Özlettirme kendini.”

Bölüm 3

Delilikler ülkesine balonla seyahat

“Şimdi düşünmemiz gereken şey şu. Bize deriyi hangi yolla getireceğimiz söylenmedi ve demek oluyor ki morg ya da mezarlıktan da kolayca bir insan derisi bulabiliriz.” diyerek tartışmayı başlattı Atacan.

“Güzel fikir; ama morga girmek için baya uğraş gerekli. Kameralar ve nöbetçiler baya dert olur.” diyerek karşılık verdim.

Berat biraz düşündükten sonra ise şöyle söyledi. “Mezarlıktan insan derisi bulacaksak yeni ölmüş birilerinden araklamalıyız. Çürüme olaylarından bahsediyorum.”

Plan artık belliydi ve bizim yeni ölecek birilerini bekleme lüksümüz yoktu, dakikalar ilerliyordu şansımızı deneyecektik. Bu iş bizim içimizde muazzam bir mutluluk hissi doğuruyordu çünkü artık bir amacımız var gibi hissediyorduk. Evden birtakım malzemeler alarak alelacele çıkıp en yakın mezarlığa doğru yol almıştık.

Müslüman bir ülkede yaşamamızın büyük bir şans olduğunun şu ana kadar farkına varmamıştım. Neyse ki ölülerimiz çoğu zaman tabutlarla birlikte gömülmüyordu ve bu bizi büyük bir iş yükünden kurtaracaktı. Yolda kendi aramızda saçma sapan sohbetlere girişip delilikler ülkesi hakkında konuşuyorduk. Adrenalin vücudumuzun her tarafında nüksetmişti ve nihayetinde mezarlığa ulaşmıştık. İlk mezar taşının başına geçtiğimizde Atacan ve Berat birer Buda’ya dönüşmüştü. Ellerini açıp dua eden bu ikiliye bakınca dondurma yiyen bir kediye döndüm.

“Cidden mi?”

“Nasıl yani?” diye sordu bana Berat.

“Az önce siz dua mı ettiniz?”

“Evet abi, ne var ki bunda? Neden hep bu kadar agresif olmak zorundasın?”

“Ha sorun bende mi yani?”

Atacan başını salladı.

“Ya lanet olsun size haydi kazalım şurayı.”

Bekçi uyuyor olacaktı ki işimizi kolayca halledebilmiştik ve gerçekten bu kadar kolay olmasını beklemiyordum. Karşımızda otuzunda bir kadın cesedi vardı. Derisi tazeydi. Şu işi bir an önce halledip eve dönmeyi istiyordum ama aklıma bir fikir gelmişti.

“Gidin kendinize başka bir mezar bulun.” deyiverdim.

Bana şaşkın şaşkın bakıştılar. “Nasıl yani abi?”

“Gidin başka mezar bulun oğlum. Âşık oldum ben bu kadına.”

“Ne!?” dedi Apecan.

Berat’ın ise ismindeki bir harf yer değiştirerek Beart oldu. Çünkü kendisi karşımda Bear, beard, weird kelimelerini andıran Sakallı garip bir ayıya dönüşmüş gibi tavırlar sergiliyordu.

“Ölü birine âşık olmak sizin sergilediğiniz tavırlardan sonra o kadar saçma olmamalı. En azından benim bunun hakkında azımsanamayacak derecede makul bir sebebim var.”

“Nedir abi o?”

“Genelde çoğu insan kendisine ölü gibi davranan birine âşık olmuyor mu? Şu an ise ben bana ölü gibi gözüken birine âşık oluyorum. Hadi bakayım bu konuda beni yadırgamayın ve kendinize başka bir mezar bulun.”

Atacan “Ama…” derken sözünü kestim.

“Az önce senin kırtasiyeden aldığın bir kitapla şeytan çağırdık ve ondan bir ricada bulunmamız sonucunda insan derisi bulmaya bu mezarlığa geldik. Ve siz ikiniz az önce derisini yüzeceğimiz cesedin başında dua okudunuz doğru mu?”

“Ama şimdi…” Bu sefer Berat’ın sözünü böldüm.

“Oğlum bakın, yapmayın bana böyle şeyler. Gerçekten her türlü saçmalığı kaldırıyorum ama siz bana bazen çok yükleniyorsunuz. Haydi şunun derisini alalım da gidelim.”

“Abi âşık olmamış mıydın?”

“Berat siktirme aşkını, haydi işe koyulalım.”

Cesedi ayaklarından tutarak bulunduğu çukurdan çıkarabilmeyi başarmıştık. Anlaşılan biraz kokuşmaya başlamıştı. Daha önce balık bile ayıklamadığım düşünülürse bu olay benim için baya zor olurdu. Deri yüzme işini Berat da ben de Atacan’a yükledik. Atacan kıç cebinden keskin bir hançer çıkardı. Neden bir hançer taşıdığını bilmiyordum ve açıkçası “Hangi hançer?” diye soracağından çekindiğim için ona neden bir hançer taşıyorsun diye sormak istememiştim. İlk başta ustura usulü cesedin saçlarını kesti ve orayı öylece bırakıp cesedin ayak bileğine yöneldi. Küçük bir delik açıp deriyi etten ayırdı ve üfleyerek cesedi bir balon gibi şişirdi. O an kusma isteğimi nasıl bastırdığımı anlayamadım. Hançerle şişmiş cesedin ayaklarından gövdeye doğru çıkmaya başlarken bu işte bir usta gibi soğukkanlı davranması beni biraz germişti. Deri yüzme işlemi en sonunda tamamlanmıştı ve Atacan ise yapacağından emin olduğum hareketi bize sergilemişti. Kesilmiş yüzü maske gibi yüzüne geçirerek “Hahaha!” diye kahkaha atmıştı. Cesedi mezara tekrar yerleştirip üstünü kapatmamız gerektiğini söyledim. Niyetim etik olmak değildi ve biliyordum ki bu işte etikliğin zerresi bulunmuyordu. Yalnızca daha fazla dikkat çekmek istememiştim ve son toprağı da yerine yerleştirip insan derimizle evimize döndük.

Biraz daha içerek sabah ettik ve boynuzlu eski arkadaş gelince ise deriyi kendisine verdik. Bizi bahçeye çıkardı, sitedeki komşular uyanmış ve bahçelerini suluyordu. Birçoğu ise şeytanı görünce sulama işlemlerini bırakıp kendilerini evlerine atmıştı. Şeytan ona verdiğimiz deriyi bahçenin ortasına sererek birtakım sihirli sözcükler söyledi ve o deriden devasa bir balon oluşuverdi.

“Evet, anlaşma anlaşmadır. Bu balon sizi dilediğiniz yere götürecek ancak şunu söylemek istiyorum. Geri dönmek istemeniz hâlinde farklı bir anlaşma yapmamız gerekecek.”

Bu durumda muhakkak bir bityeniği olacaktı. Ama gittikten sonra geri dönmek isteyeceğimiz aşikardı. Biz balonun içine girdik ve büyük bir rüzgâr darbesiyle havalanmaya başlamıştık. Önceden bulunduğumuz yer artık bize birer karınca gibi gözüküyordu. Balon kendi kuyruğunu ısıran bir yılanı andıran geçide doğru yol aldığında hepimiz çok farklı hissetmeye başladık.

Geçitten girdiğimizde ölçüsü olmayan bir ritme kendimizi kaptırmıştık. Renklerin canlılığına kafasını adak olarak sunmuş birer kurbana dönmüştük ve görülene göre daha önce hiç görememiştik ama birer aydınlanma yaşamak için de fazla fütursuzduk. Her birimizin gölgesi makasla kendi topuklarından keserek bizlere “Hoşça kalın.” dedi. Kalplerimizin bulunduğu yerden dışarıya lotus çiçekleri zıpladı. Lotus çiçeklerinin içerisinden sıçrayan kurbağalar ise kulaklarımızdan fışkıran küçük periler tarafından süpürgelerle dövülerek uzaklaştırıldı. Periler yanaklarımıza birer öpücük kondurarak ortadan kaybolurken ellerimizle onları yakalamaya çalıştık. Mor renkler sarmal hâlde sarıya dokundurmuştu boyasını. Balonun içi su dolmaya başladı ve bizler de yavaşça bir uçurumun kenarına doğru süzülmeye başladık. Karaya yumuşak bir iniş yapmıştık, karşımızda insan boyutunda trençkotlu bir fare duruyordu.

Bölüm 4

Delilikler ülkesinde ilk gün

“Merhaba ben Fare. Sizin bu ülkedeki tur rehberinizim.”

Açıkçası bir farenin bu kadar karizmatik olacağını beklemiyordum ve bu kişi bende sanki daha önce de tanışmışız hissi uyandırıyordu. Gördüğümüz şeyler bizi hayretler içerisinde bırakmıştı. Etrafta sürekli olarak yankılanan cırcırböceklerinin sesleri duyuluyordu. Çöl gibi bir alandan geçiyorduk ve sazan balıkları kumların içinden havaya sıçrayıp tekrardan o kumlara iniş yaparak yüzmeye devam ediyordu. Belli belirsiz alanlarda biftekler tarafından kovalanan köpekler kaçışıyor ve ağaç dallarına tırmanıyorlardı; lakin bu köpeklerden bir tanesi bizi kendine kenetlemeye başarmıştı. Kendisini kovalayan bir biftek yoktu; ama o yine de ağacın bir dalında oturarak uzaklara karşı bakıyordu. Hapsolmuş gibi mutsuzdu. Bana ve eminim ki Berat ve Atacan’a da kendini hatırlattı o köpek. Biz yine kendimizi karamsarlıklar ülkesinden kurtarabilmiştik; fakat o köpek burada bile mutsuzsa nereye kaçıp gidebilecekti? Kim bilir nasıl bir iç sıkıntısı yaşıyordu; ama biz batan bir gemiyi terk etmenin sağlık açısından en verimli sonucu doğuracağını çok önceden Titanik filminden öğrenmiştik bile ve o köpeği terk ederek Fare’nin önderliğinde tura devam ettik.

Bu yerde Charles Manson ve diğer bağnaz partizanları görebileceğim düşüncesi aklımı kurcalıyordu ne mutlu ki burada bu tarz insanlardan hiçbirisi bulunmuyordu. Artık orman patikasına giriş yapmıştık. Şirinler kendi bağımsızlıklarını kazanmış olacak ki mantarları kendileri yiyor ve Pierre Culliford hakkında bir çizgi-roman hazırlıyorlardı. Ardından kendimizi uzun bir sıranın en arkasında bulduk. Uzun uzadıya sürünen salyangozlar ve sıranın bittiği yerde meleği anımsatan heykeller bulunuyordu. Salyangozlar kollarını açıp sürünerek bu heykellere ulaştığı zaman heykellerin gözlerinden damlalar düşmeye başlıyordu. Melek gözyaşları salyangozların üzerine düştüğü zaman ise salyangozların kafalarında kocaman bir delik oluşturuyor ve onların vücutlarını eritiyordu. Salyangozların bu hareketine bir anlam veremedik ama koca bir sırayı oluşturduklarına göre hâllerinden memnun oldukları kanısına vardık. Yanımızdan nefes nefese kalmış olmasına rağmen koşmaya devam eden bir hayalet geçti ve bağırarak şunları söyledi.

“Millet! Ormanda bir ceset bulunmuş ve kendisini asmasından ötürü de hiç dağılmamış bir ceset!”

Bir ölüm haberinin bu kadar mutlu verildiğini daha önce hiç duymamıştık. Hezeyanı andıran bir kalabalık zemini arkalarına doğru iterek hayaletin gittiği bölgeye akın etmeye başladı. Fare kendinden geçmiş gibiydi.

Bize bakıp ağzından sular akıtarak çığlık attı “Pipet zamanı!”

Cesedin bulunduğu yere hızlıca vardık.

Tüm canlılar ceplerinden çıkardıkları demir pipeti ölen kişinin kafasına saplıyordu ve cesedin beyninden çıkan sıvıyı içlerine çekiyordu. Bazıları gülümser bazıları ise aşırı terler bir şekilde gözleri kapalı hâlde kafalarını sağa sola sallayıp duruyordu. Merakımız midemize ağır bastı ve fareye “Bize de birer pipet verir misin?” diye sorduk. Fare bize pipetleri uzattıktan sonra etrafımızdan gördüklerimizle aynı yolu izledik. Beyin sıvısını tamamen emdiğimde ise artık ormanda değildim ve yanımda hiç kimse kalmamıştı. Spiraller içerisinde biraz yürüdükten sonra gözüme kırmızı ışıklar çarptı. Oraya doğru olabildiğince soğukkanlı bir şekilde yürüdüm. Bir sinema salonuna ulaşmıştım. Mutluluk ve mutsuzluk adlı iki tane afiş asılıydı dış camında. Kapıyı hızlıca açıp içeriye geçtim ve orada alımlı bir kadınla karşılaştım.

“Beyin Sıvısı Sinema Salonu’na hoş geldiniz! Bugün gösterimimizde iki tane film bulunmaktadır. Hangisine bilet almak istersiniz?”

Mutluluk ve mutsuzluk arasında tercih yapmak zor olmamalı. “Mutluluğa bir bilet alabilir miyim lütfen?” Kadın bana gülümseyerek salon kapısına kadar eşlik etti.

“Lütfen boş bulduğunuz bir koltuğa oturun, film beş dakikaya başlayacaktır.”

Kapıdan içeriye girdiğim zaman büyük bir kalabalığa yakalanmıştım. Kapalı alanlardaki kalabalığın ruhuma işleyen korkunç bir etkisi vardı, genelde ayaklarım birbirine dolanır ve herkes tarafından izlendiğimi düşünürdüm bu da benim kasıntı bir tipleme hâline girmeme neden olurdu. Bu yüzden salondaki yüzleri incelemeye başladım, maksadım tanıdık yüzleri ayıklamaktı. Ben ise ayıklamaya devam ederken beni memnun edecek bir sese rastladım.

“Hop! Abi buraya gel. Boş yer var.”

Bizzat Berat’ın sesiydi, onun yanında da Atacan vardı. Yanlarına ulaştığım zaman sorulması farz soruyu yönelttim.

“Neden buradayız? En son hep birlikte ormandaydık.”

Soruma Berat’tan önce Atacan atıldı. “Sanırsam beyin sıvısından ötürü buradayız.”

Perdeye yansıyan projektör geriye doğru saymaya başladı ve film başlamıştı. Herkes bir defa daha ortadan kaybolmuştu. Sağıma baktığım zaman Atacan ile Berat’ın koltuğunu doğanın bütün ihtişamını kendi yüzünde toplamış, kozalak şurubunu andıran dudağa sahip bir kadının doldurduğunu fark ettim. Gözlerine baktığım zaman dilim tutuldu. Gülümsemenin yalnızca ağızdan çıkan bir eylem olmadığını, bir çift gözün gülümsemesinin, ağızdan çıkan gülümsemenin yerini çok rahat bir şekilde doldurabileceğini hatta aşabileceğini ilk defa o zaman anladım. Beyaz tenli, kısa ve dalgalı saça sahip bir kadındı. Ona bir şeyler söylemeliydim, onunla mutlaka konuşmam gerektiğine kendimi inandırarak kendisine bir soru yönelttim.

“Hey. Film hakkında bir fikrin var mı?” Susarak bana cevap vermeyi reddetti, hazırlıksız yakalanmıştım. Bir şeyler daha söyleme niyetindeydim.

“Afişte mutluluk haricinde hiçbir şey yazmıyordu.”

Benimle hiç ilgilenmiyordu ve kısa saçlarına yakışır derecede dudaklarının arasına bir sigara aldı.

“Ateşin var mı?”

Sesi ölüm kadar soğuktu.

“Olması lazım bir dakika, lütfen.” diyerek ceplerimi karıştırdım ve kendisine kibritimi uzattım.

Onu etkilemek istiyordum “Daha önce hiç şeytanı gördün mü?”

“Şeytan mı?” dedi heyecanlanarak. Gözbebekleri büyümüştü, gözleri uzaydı, bir sonu yoktu.

“Evet, şeytan; ama sinemada olduğumuzdan dolayı şu an konuşmamalıyız, eğer istersen filmin sonunda bir kahve eşliğinde sana onu anlatabilirim.” Sinemayı bahane edip onun merakını kullanarak zoraki bir çıkma teklifinde bulunmuş gibiydim.

Lakin sorumun cevabını bile alamadan kapanmıştı perde ve ben ormanda bulunduğum noktaya geri dönmüştüm. Hissettiğim şey karnımda bir sancı oluşturuyordu, nedensizce onu bir daha göremeyeceğimden oldukça emindim. Mutluluk filmindeki bir anı bile bu kadar acıtıyorsa, mutsuzluk tahammül edilemez olmalıydı.

Fare bizi kalacağımız pansiyona bıraktı, hiçbirimizden tek kelime ses çıkmıyordu. Yataklarımıza uzandık ve derin düşüncelere daldık. Berat ise bu sessizliği katletti.

“Abi yatağımın altında bir canavar var!”

Bu sözün ardından her birimiz deliler gibi içimiz çıkana kadar kahkaha atmaya başladık.

Bulunmak istedikleri yere çapa atan gemi enkazları gibiydik ve ruhlarımız hâlâ bomboştu.

Cengizhan Yıldırım

Öne Çıkan Yorumlar

  1. 2017’den bu platformda hem yazar hem de okurum ve rahatlıkla diyebilirim ki, Snuff Balon şu ana kadar okuduğum hikayeler arasında en iyi ilk beşe girer. Ve görüyorum ki bu daha buradaki ilk öykünüz. Hikaye ilk başta Chuck Palahniuk’un o her şeyi çözmüş adam kasıntılığıyla başlasa da (belki de o anlatım şekli bir çeşit parodiydi :face_with_raised_eyebrow:) sonradan Süngerbob’un deepwebe düşmüş kayıp bölümü, Arif’in Manchestar’a attığı gol ve Rick and Morty’nin altıncı sezonun karışımı gibi bir halde devam etti.
    Dünya her anlamda yaratıcılığı öldüren, hayat şartlarının giderek dibe çöktüğü bir döneme doğru gidiyor, her şey insanın ruhunu aşındıran ölçülerde berbat ve daha berbatlaşıyor, hemen hemen hiçbir şeyin tadı tuzu kalmadı derken arada sırada böyle küçük ama muhteşem şeylerle karşılaşmak ani bir rahatlama sağlıyor. Bu hikayeyi okurken ciddi ciddi eğlendim ve bir anlığına da olsa etraftaki dünyaya boş verdim. Demem o ki bu kalemden başka öyküleri de büyük bir memnuniyetle okumak isterim.
    Bu arada mantar yiyen mutlu bülbüller kısmında kahkaha attım. Müthiş bir ifadeydi :grinning: Lovecraft’ın da öyle durduk yere tuvaletten çıkıp gelmesi en az adamın kendisi kadar delice bir detaydı.

  2. Avatar for Arceus Arceus says:

    Böyle bir yoruma cevap verebilmek benim için hikâyeyi yazmaktan daha zor. Çözümlemeni okurken kahkaha attım ahahaha mükemmel yakalamışsın gerçekten. İlgimi çeken temalarda artık yazmayı düşünüyordum ve böyle bir tarzı seven birisini bulmak beni daha fazla şevklendirdi diyebilirim. Teşekkür ederim mutlu oldum.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for Tugrul_Sultanzade Avatar for Arceus

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *