Öykü

Sonlu Olasılık

Ve Sonludur Olasılık,

Kurulu belirsizlikler üzerine…

*

Henüz birtakım yanılgılar ve gizler yaratamamışken geceyi… İki dağın arasında sıkışıp kalmış bir kentin yorgunuydu Yakup.

Bütün varlığını bu doyumsuz ölülerle dolu sokaklarda geçirmek korkusu, düşlerini esir almıştı. Artık birkaç düşüşe ve dönüşe daha tahammülü yoktu belki de. Yüreğinin taşımak ehemmiyetinde olduğu gizler, onu boşluksuz yürümelere itiyordu.

Göğe uzanan dumanlar nefesini tekletiyor, yürüyüşlerini ve düşüşlerini umarsızca sarmalıyordu. Yakup bir bakıma kimsesiz, ürkek bir sancının toplayıcısıydı. Onu yalnızca ayakta tutan her hiçliğe sürülen gecenin ardından, ortaya çıkan aydınlıkta yapmaktan bir türlü vazgeçemediği hurdacılıktı. Birilerinin eskittiği, yenileşmekten ve yüzleşmekten korktuğu şeyleri toplayıp, onlar için yeni birer var olma ehemmiyeti yaratmak ve taşımak mecburiyeti, ona iyi geliyordu.

Bazen durup dururken yineleşen yalnızlıkların ardını deşiyordu. Ve ben yalnızca maskeler ve çiçekler topluyorum derdi. Kimileri tarafından delice ve gereksiz görülen bir şeyler.

Topladığım radyolar mesela hiçbir insanın bana sunamayacağı yaratımlar sunmakta olduğunu dile getirmem ne denli doğru olur diye düşünürdü. Bazen onların evvelinde sığınarak ve yahut evvellere gömülerek dönüşürdüm gizlere diye fısıldar dururdu. Yakasından hiç olmak, öteye bile gitmezken… Yakup ‘un bu süregelen söylemleri birileri için para kazanmak iken o yalnızca birikintili yüzlerle var oluyordu.

Yakup:

Boşluksuz yürüyorum, kimsesiz…

Oturup kalmıyorum, bir kenti var ediyorum. Bir kentin bir başka kentte var olma hikâyesini yaşıyorum. Yalnızca duvarlarla bütünleşmiş taş parçaları arasında yeni umutlar bulmak istiyorum. Birileri tarafından bir yerlere tutup atılmış personaları ve ölü baykuşları topluyorum.

Baykuşlardan yeni gizler doğuruyorum geceye. Bir tek radyoların var olmasını istiyorum. Vakitsiz bir saate dört mevsim yaşatan sesleri işitmek istiyorum.

Teslimiyetimi bir personanın sonrasına bırakıyorum. Bozuk ve yahut fazlalaşmaktan çıkarılmış bir radyodan, bir cümle sevgi işitmek mecburiyetin de hissediyorum.

Bu kaçıncı bitirişim bu kenti, kaçıncı yitirilişim.

Birtakım inanışlara göre ikinci olmalı. Fakat düşüncelerimden geriye kaç dize kuruldu, kaç dize bir şiire kavuştu, kaç şiir kaç kenti kovuşturdu. Bilmediğim ama herhangi bir dilden anladığım taş duvarların bütünleştiği sokaklarda, aklımın yitirmekte olduğum son parçasını sana ayırmak için arıyorum. Şu anda odamda kaç tane radyo var bilmiyorum. Belki onlarca, belki yüzlerce ama itiraf etmeliyim ki henüz soluğunu işiteceğim olanını bulamadım. Oysaki seninle bir şeyi bölüşmek gerekti şimdi, düne ve bugüne yanılsamalar ekleyerek.

Bırakarak geri de engereği…

Sürekli yeni yaratımlar ve yürüyüşler işlerdi bulduğu her radyoya, o radyoların her birinin birilerinin maskesi olduğu gerçeğiyle yaşardı Yakup. Oyduğu birtakım radyolarda çiçekler yetiştirdi. Düşlerini, gizlerini ve çizgilerini hep onlarda yeşertti.

Dedim ya hani, iki dağın arasında işittiği bir aşkı duyumsuyordu belki de. Yalnızca hurdaya çıkmış birtakım radyolarda sevgiliyi arayan bir kimse idi oysaki. Ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi demişti bir keresinde sahip olmak istediği aşkın, bir terane’ye ait olduğunu bilmeden.

Ve yahut bilmek olağanlığındayken.

Bir vakit bir kısa tümce kurarak göçtü buralardan.

Nerede, kimlerle olduğu hiçbir evvelde bilinmezken.

Bir şeyi daha çok yaşamak isterken bulduğu radyolardan…

“Belki granada, belki eylül, belki kırmızı…”

Tıpkı bir çiçeğin kokusuna astığı son bir dize ile usul ve uğultusuz göçtü.

*Ve korkunç gıcırtıların

Arda kalan boşluklarında,

Ölüler yarattım dargın yüzümle…