17 Şubat 2019
Orta neften[1], mihraba doğru yürürken, çatıdan dökülen talaşlar yine ayaklarıma yapıştı. Durumu her ne kadar umursamıyor gibi gözüksem de çıplak ayaklarımda hissettiğim tozun, içimi gıcıklatmasına bir türlü engel olamıyorum. Aslına bakarsanız, bu tozların tek sorumlusu tavanda konaklayan kuşlar ya da sürüngenler de değil, bunlar aynı zamanda; tavanı on iki parçaya bölen, demir çivilerle birbirlerine tutuşturulmuş, ahşap kemerlerde volta atan, haylaz tahtakuruları.
Sanıyorum ki İsa’dan öğrendikleri marangozculuğu kullanan bu haylaz böcekler, uzunca yıllardır şu kalın kirişlerde oymacılık yapıyor. Ne zaman, apsisteki sert döşemelere oturup, tonozlardaki süslemeleri seyretsem; onlar, aklımın en ücra köşesini ele geçirip, beni sıcak düşüncelerimden ayırıyor, yetim bir çocuk gibi düşlerimden alıkoyuyorlar.
İtiraf etmeliyim ki kendileri, işlerine bağlılık konusunda beni utandırmakta pek bir başarılılar. Umarım, bir gün sebatkâr tavırlarının ardındaki gerçeğin, oburluklarından mı yoksa diğerkâmlıklarından mı kaynaklandığını öğrenebilirim. Ancak, her ne kadar, onların kendi yaratılışlarını deneyimlediklerini gözlemliyor olsam da, bir gün tavanın tamamını yiyerek beni özgürlüğüme kavuşturacakları yalanına da inanmadan edemiyorum.
* * *
Bir ihtimal, anlatılan hikâyelerden meseleye aşinasınızdır. Kraliyet için, yeni dünya keşiflerine çıkan donanmalar; koca okyanusları aşar, büyük Hint denizinde istilacı korsanlarla savaşır, büyük gri balinaların karnında günlerce esir kalırlar. Hatta bazıları; dev mürekkep balıklarının uzunca kollarıyla sarmalanıp, dipsiz anaforlara batırıldıkları halde, bir yolunu bularak, bu felaketlerden sıyrılmayı bilirler. Ama, tüm o uzun ve hayatta kalması imkansız gözüken maceralardan ustalıkla sağ çıkmalarına rağmen, ülkelerine döndüklerinde; daha önce hiç karşılaşmadıkları, bir uzak diyar hastalığının pençesinde, günden güne zayıflayıp; sonunda, toprakla el sıkışırlar…
Tarih ise, bu ilham verici kaşiflerin dramatik yaşamlarını, bir teselli ödülü verirmişçesine, yalnızca Orta Çağ ressamlarıyla ölümsüzleştirir. Nitekim “ilham verici kaşifler” artık “küskün kaşiflere” evrilir ve onlar, büyük düşleriyle birlikte; soluk bir sonbaharın, beyaz pamukları altında, derin bir uykuya dalarlar.
* * *
Yıllardır rahmetli zangoç Kamburgecina’ya, Eğer beni terk etmektense destekleyen bir ailem olsaydı, Rêve sokağının köşesindeki şarküteride, peynir mayalamayı öğrenir; akşamları eve geldiğimde buradan getirdiğim pastırmaları, peynirleri ve sevgili Dauştanillia’nın zeytinyağlarıyla, kendime harika bir masa hazırlayabilirdim, diye uktelenir, dert yanarım.
Düşünüyorum da gerçekten orada çalışsaydım, Nice’in en güzel peynirlerinden birini, ben keşfetmiş olabilir miydim ki? Yapabildiğim tek şey “Tanrı, seçimini peynirlerden yana değil, şaraptan yana kullanmış” diyerek kendimi avutmak oluyor.
Tabii ki O’nun, her şeyin en iyisini bildiğine şüphem yok! Yani, eğer beni kutsal üzümlerin şarabıyla sarhoş etmeseydi; bir şarküteride dinleyeceğim dertlerin, hayatımı daha sıkıcı hale sokacağının farkındayım. Fakat insan hayale düşmeden, geçmişe ah çekmeden edemiyor işte…
Bugün, intihara teşebbüs bile etmediğim için mutluyum, ama ölümün beni hâlâ ziyaret etmeyişini düşününce, bazen aklımdan geçmiyor değil… Olurda, bu hafta günah çıkarmaya gelen ahmaklarla karşılaşırsam, onlardan bana yardımcı olmaları adına birkaç dua mumu yakmalarını rica edebilirim. Hem böylece, kalan günlerimin kısalması adına, yukarıdan ek dilek talep edip, bana olan borçlarını da ödemiş olurlar.
* * *
“Ne zaman günah çıkarma kabinine girip, kendimi cemaatin oturduğu kısma bıraksam; her seferinde seninle yüzleşmekten korkarım…”
* * *
Sevgili babacığım, oğlun İsa’ya indirdiğin kitapla başlamama izin ver. Ahd-ı cedid[2]i ilk okuduğumda ölümle ilgili çok bir şey söylemediğini fark ettim. Aslında, ilk okuduğumda ne idrak ettiysem, son okuyuşumda da bu düşüncelerimde bir değişiklik olmadı. Benim görebildiğim, yalnızca ölümden sonrası için süslü bir cennet betimlemesiydi. Cehennemle ilgili söylediklerine değinmeme bile gerek yok…
Ayrıca, her gün buraya günahlarıyla gönderdiğin insanları dinlemekten bıktım. Madem her şeye gücün yetiyor, neden sadece iyilikle dolu bir dünya yaratmadın?! Yoksa, pek iyi ve az iyinin olduğu bir dualite[3]yi kurmaya gücün mü yetmedi?
Rüyalarımda seni hep, ipek kumaşlarla döşenmiş koltuğunda uzanıp, en seçmece meleklerinle beni seyrederken görüyorum. Cennetinde devam eden bu eğlence ve şamata, bana nispet olsun diye midir?
Derler ki “Tanrı, kendi sıfatlarının bir kısmını, yarattıklarıyla paylaşır” Evvelde pek inanmazdım, ancak açıkça anlaşılıyor ki, yazdığın vasiyetnamede bana pek bir şey bırakmamışsın. Oysa, senin için “O, bütün iyiliğin ve adaletin sahibidir” diyorlar. Söylesene, ne oldu da bu aciz kuluna, eli korkak davrandın? İyilik servetin tükendi de yalnızlık duygunu bana mı miras ettin?
Hadi devam et, İsa’ya yaptığın gibi benim de başıma dikenli bir taç geçirt. Fakat bilesin ki, artık senden korkmuyor ve mukaddes dediğin yolda yürümüyorum…
* * *
Ah, ah… İçim acıyor… İçim kıyılıyor… Yüce babamıza neler dedim ben böyle… Seni ahmak, mendebur, yaşlı keçi seni. Ne oldu da böyle konuştun. Bu, zehirli öfkenin sebebi de nedir? Boynuzun kurtlandı da tokuşturmak için O’nu mu buldun!
Derhal af dile ve günah çıkar!
* * *
Cennetin ve bütün âlemlerin mutlak hükümdarı. İsa’yla, suretini bize gösterme nezaketinde bulunup; kendini bu kıllı, pis kokulu, yapışkan vücuda tıkıştırabilme ilimine sahip olan, her şeye gücü yeten, mütevazı ve yüce kalpli babamız. Her ne kadar senin huzuruna çıkarken, tüm doğrularımla karşına dikileceğimi söylesem de ben tam bir yalancıyım. Hem senin her şeyi bildiğini söyleyip, hem de beni hâlâ daha yanına almadığın için seni sorguladım. Lakin, senin ilmin de bilgin de her şeyin ötesinde ve üstündedir. O yüzden, lütfen bu ihtiyar budalayı affet.
Bu gece, karşına bütün yanlışlarım ve bütün doğrularımla çıkıyorum. Sana, her şeyimle geliyorum… Eğer işlerin varsa, bırak ve beni dinle. Çünkü, bir sonraki sefer, bu kadar cesur olamayabilirim…
Şimdilerde, ölümle ilgili zihnime yeni ilham olan, henüz vakıf olmadığım bazı düşüncelerim var. İzninle bunları, seninle paylaşmak istiyorum:
Sen; ölümün zamanını, sırasını, ömrünü elinde tutuyorsun, fakat bu bilgiye kadir olmamıza da karşı değilsin. Bence ölüm; gerçekten onu kabul edip, onu tüm benliğimizle arzuladığımızda gerçekleşir. Arzu ise, aslında sana varma yolculuğumuzdur. Eğer kalbim bunu daha evvel anlayabilseydi, belki çoktan beni yanına almıştın…
Bugüne kadar, ölümün zamanını hep nefes sayısıyla eş tutuyordum. Şimdi şimdi anlıyorum ki bu, yalnızca halkın diline doladığın kısmı. Bir de ölümü kendi içimizde tanımlamamız gerekiyor değil mi? Ben diyorum ki ölüm; bütün bunların ötesinde, yaşadığın hayata şükran sunmak. Şükran sunduğun bu eşsiz hikâyende; güzel betimlemeler kullanıp, yüzlerce ve binlerce renkli karakterle tanışmak. Onların dramlarına ve mutluluklarına şahit olmak. Onları mutlu etmek.
Ölüm, aslında hayat vermek. Senden sonra gelecek olanlara kalemini bırakıp, onlara bu muazzam güzellikteki dünya kitabında, kendi hikâyelerini yaratmaları için boş sayfalar ayırmak.
Ölüm aslında, yeni bir hayata gözlerini açmak için, doğru vaktin gelmesini beklemek.
Bildiğin gibi ben, neredeyse tüm ömrümü ışığına hizmet etmeye, sana ulaşmaya adadım. Her ne kadar bu, bir iş gibi gözükse de ben, onu kendi seçimlerimle yeniden yarattım. Eğer içimde, beni karanlığa yaklaştıran bir düşünce olursa; ertesi gün bana, aynı günahı işlemiş birini, arınmak için gönderdin. Belki de en günahkâr kullarından biri olacaktım ki, sen buna izin vermeyerek beni karanlıktan uzak tuttun.
Aşk konusuna hiç girmek istemiyordum, fakat madem her şeyi konuşuyoruz, oraya da dokunalım.
Ziyaretimi hiç eksik etmeyen Madam Polina’yla kaçıp, uzun yıllar devam eden ayrılığımıza, bir son verme şansımız bulunuyordu. Ancak ben, burada da seni seçtim. Seni seçtiğim için yalnız kaldım ve eminim ki yalnız kalmayı isteyen de bendim.
Doğrusunu söylemek gerekirse; seninle, senin yolunda yürümek doğruydu, güzeldi, ama Polina aklıma vurdukça; bu tıkıldığım yerden kurtulup, onunla dünyaya bağlanamadığım için kendimi suçlamadan edemiyorum.
Bütün bu itiraflardan sonra, sana şunu sormalıyım: Gerçekten orada mısın? Beni dinliyor musun? Yoksa, tüm ömrüm boyunca, kendimle Tanrıcılık mı oynadım? Eğer beni dinliyorsan, hadi durma! Bana bir işaret ver! Bunca yıl, sana olan bağlılığım hatırına, bu ricamı görmezden gelme…
* * *
Galiba, bu gece öncekilerden de fazla kaçırdım. Bu şaraplardan, her gün bu kadar içersem, öldüğümde; yüz senelik, içi şarap dolu bir varil gibi taşınıp, beni ışıksız bir mahzene yuvarlayacaklar… En iyisi mi, son bir yudum daha alıp, biraz kestireyim.
* * *
Burası, ne kadar berrak… Sanki anneciğimin kucağına kafamı koymuşum da o güzel kadın başımı okşuyormuş gibi hissediyorum. Bu, ne yüce bir his! Hayır hayır, ağlamayacağım. Ama bunca güzellik karşısında ağlamamak ve gülümsememek mümkün mü?!
Sıcak. Yumuşak. Tatlı. Serin. Islak. Hafif. Sessiz. Kulağıma çalınan, narin örs ve çekiç sesleri. Onlar sanki kalp atışı gibi. Karnımdan çıkan bu zincirde ne? Tekrar birine mi bağlandım? Peki ya dudaklarım arasında tuttuğum şey? Yok, hayır. Bu sefer, dudaklarımda hissettiğim bir şişenin ağzı değil, o yalnızca baş parmağım.
* * *
Karanlık. Baş aşağı. Heyecanlı. Muğlak. Issız ve issiz… Yalnız değilim…
Kahve, soğuk ve aciz.
Kırmızı, sıcak ve güçlü.
Sade ve renkli.
Toprak ve demir.
Yumuşak ve sert.
Yalnız, yorgun ve umutlu.
Kırılgan ve çekingen.
Mahçup ve maşuk.
Karlı bir Şubat akşamı.
Ilık ve bitkin.
Yalnız ve el ele.
Bir şömine karşısında.
Şarabım ve sen.
Kadehim ve ben.
Birlikte ve el ele.
Seviilio Servetini
—————————————————————
Rahip Sevillio, bir Pazartesi sabahı, elinde sıkıca tuttuğu şiiriyle birlikte; 67 yıl boyunca hizmet ettiği kilisenin mihrabına uzanmış bir halde, yüzünde yer alan huzurlu gülümsemesiyle bulundu. Onu bulan mahkum, üzerini kaplayan talaşı gördüğünde oldukça korkmuştu.
14 Şubat 1719 yılında, tavandaki delikten yüzüne vuran parlak, güneş ışıklarıyla birlikte; 43 yıldır gönüllü hizmetle içine saplandığı bu derin hapishaneden, nihayet beraat edebilmişti.
[1] Kilise mimarisinde apsise dik yada paralel olarak yer alan ve birbirlerinden sütun yada paye dizileriyle ayrılan uzunlamasına mekânların her biri.
[2] Kitab-ı Mukaddes’in İkinci bölümünde yer alan ve Hristiyanlarca kutsal olan 27 Kitaba verilen isim. İncil.
[3] İkililik
Cennetin ve bütün âlemlerin mutlak hükümdarı. İsa’yla, suretini bize gösterme nezaketinde bulunup; kendini bu kıllı, pis kokulu, yapışkan vücuda tıkıştırabilme ilimine sahip olan, her şeye gücü yeten, mütevazı ve yüce kalpli babamız. Her ne kadar senin huzuruna çıkarken, tüm doğrularımla karşına dikileceğimi söylesem de ben tam bir yalancıyım. Hem senin her şeyi bildiğini söyleyip, hem de beni hâlâ daha yanına almadığın için seni sorguladım. Lakin, senin ilmin de bilgin de her şeyin ötesinde ve üstündedir. O yüzden, lütfen bu ihtiyar budalayı affet.
Ben buralarda, derinlerindeyim. Her satırında yazımın üstünlüğünü görüyor ve hayranlık duyuyorum. Her zaman bunu yapıyorsun ve eserlerinle bizi edebiyatın süreceğine inandırıyorsun, sevindiriyorsun.
Kalemin daim olsun…! Mürekkebin kurumasin…!
Merhaba Gökay,
Öykün oldukça güzel. Gerçek anlamda bir usta işi.
Yaşlı adamın yaşadığı gelgitleri, ‘eğer böyle değilse’ diye düşünürken yaşadığı kafa karışıklığını gayet dozunda ifade etmişsin. Elinin tersi ile ittiği hayata dair yaşadığı saklı pişmanlık, insanın boğazında bir yumru bırakıyor.
Öykünün başında, ona gökyüzünü vermesini dilediği tahtakurularının, sonda bu hayalini gerçekleştirmesi, aslında Tanrı’nın varlığını ispatlaması mıdır?
Kalemin daim olsun.
Sevgilerimle…
Güzel sözler için teÅekkürler Gaye.
Çok hoÅ bir soru. : ) Hayat bizi dinliyor, desem senin için yeterli bir cevap olur mu?
Çok hoş, çok değerli sözler bunlar.
Teşekkür ediyorum Cüneyt.
Sağ ol, var ol!
Merhabalar,
Birkaç yerde fazlalık virgül görmüş olabilirim.
Sade dilinizi, karakter ağırlıklı anlatım şeklinizi ve kıvrak cümle yapılarınızı çok sevdim.
Üç-beş sefer okudum bu paragrafı; sanki tek başına tüm öyküyü sırtlıyor.
Karakterin içsel çatışmalarını resmedişinizdeki doğallığa da değinmeden geçmeyeyim.
Ellerinize kaleminize sağlık.