Yemeği bitirince tabağını bir parmak ileri itiyor. Yüzünden gelip geçen anlık iğrenmeyi gördüğümde, az önce afiyetle yediği şeyle ilgili düşünceleri nasıl bu kadar hızlı değişebilir diye düşündüm. Biraz dudak şapırdatıyor. Arkasına yaslanıyor. Onu izlediğimi görünce de dalgaya vurup elini göbeğine götürüp sıvazlıyor. Sanırım bende hiçbir mimik değişmedi. Öyle olacak ki, şimdi de küçük parmağını ağzına sokup dişlerini karıştırmaya başladı.
Nezaketen güldüm.
Nezaketen. Gayet bilinçli bir cümle. Yemeği ısmarlayacak adama nezaketen gülüyorum.
“Abine abi dedim lan.”
“Abim zaten senin de abin hıyar.”
“Espri yapıyoruz ya ayıoğlu oğlu.”
Abimin esprilerine nezaketen gülerim. Şimdi eliyle işaret ediyor. Yüzünde garip garip mimikler var. Anlamıyorum. Tabağı biraz daha itip yana dönüyor, eliyle garsona işaret ediyor. Sol eli, sağ eline bir şeyler yazıyormuş gibi. Okumaya çalışıyorum. Hayat çizgileri çok derin…
Gözümün önüne, avladıkları bufaloyu mideye indirmeye çalışan primatlar geliyor. Uzak atalarımız. Arkalarından leopar kovalıyormuş gibi hızla yemeklerini yiyorlar. Bir reis gelip diğerlerine bağırıyor, bir dişi, bufalonun tek bacağını sürüklüyor. İki primat ona atarlanıyor.
“U-uuuu-u! (Hey, kadın bırak yemeğimizi lanet olası sürtük.)”
“Iyk! Uu! (Evde yemek bekleyen evlatlarımı doyuracağım sizi pislikler.)”
Sonra diğer primatlar onu bırakıyor. İki dakika sonra hepsini karnı doyuyor. Az önce yedikleri yemeği biraz ileri sürükleyip toprağa gömüyorlar. Uzaklarda bir leopar, az önce kanın kokusunu almıştı. Şimdi nereye gitti ki diye düşünüp yalanıyor.
“Hallettim ben hallettim.”
Elimi cebime bile atmamıştım aslında. Hallettiğini biliyorum zaten.
“Öğrencisin sen.”
“He.”
“Yaş oldu 27 hala öğrencisin.”
“Hah, geldi şimdi. Nerede kaldınız ya özlettiniz vallahi?”
“Kes lan, senin yaşıtların altı bin lira maaşla mühendis oldu hayvan herif.”
Tam kalkacakken durdu. Ben hırkamı geçirip ayaklanmıştım bile. Bir şeyler yumurtlayacaktı yine. Hiç farketmemiş gibi arkamı döndüm, tam yürüyecekken arkamdan çın çın çın. Sürahiye vurulan kaşık sesi.
Baktım, bıçakmış.
“Anlat bakalım nasıl yapıyorlar bu sürahiyi.”
“Ya bırak Allah aşkına yürü şurdan.”
“Anlat anlat dinliyorum. Merak ettim lan valla biliyorsundur sen.”
Tövbe estağfurullah hareketi yapıp yürümeye devam ettim. Gözümün önüne Arap çölleri geldi. Tövbeyi öğrenmeden önce bu harekete ne diyorlardı acaba?
Lokanta boştu. Kimse yoktu. Boş salonda yürüdüm. Yankılandım. Ben, ben ben benbenbenbenbenben.
Sonra yankının tuhaflığına baktım. Dönüp arkama. Kimse yoktu. Hava kararmış. Gündüzü geceye döndüren dalgınlık. Sana bir yemek ısmarlayayımı yalnızlığa dönüştüren işsizlik. Sürahinin nasıl yapıldığını bilmediğimi hatırlatan hadsiz cahillik. Abimin oturduğu sandalyenin boşluğunu farkeden fersiz gözüm.
Korkmayı akıl edemeyecek kadar akılsızım. Tüm masalarda sürahiler. Tüm sürahiler bana bakıyor. Bu karanlıkta sürahilerden yansıyan ben bana bakıyor. Berber duvarında sürahiler olsa olurmuş aslında. Ama nasıl yapıyorlar ki?
Gözümün önüne cama üfleyen güzel bir kız geliyor. Elinde bir boru. Haldun Taner’in yan tarafında duruyor. Çiçekçiler tenekenin birinin içine üç beş çıtılgı atmış, ateş yanıyor. Ateşin içinde bir şeyler işte, boru çıkıyor. Güzel kız üflüyor. Altında kısa şort var. Kot ceket, kısa saçlar. Dövmeli bir yüz, pembe saçlar. Kot… çın çın çın.
“Bu kadar da değil ama!”
“Bak bak bu kadar işte, dedim size dedim! Demedim mi!”
Üç adam oturmuş. Hesap ödenen yerin arkasında.
“Hesabı abim ödemişti ama,” diyorum.
“Biz başka hesap istiyoruz.”
“NORGUNK!”
Üç adam da ayağa kalkıp elleriyle tuhaf bir selam veriyorlar. Dördüncü biri daha var, şimdi farkediyorum. Yere çökmüş. Boynunda bir deri tasma, tasma ip yerine zincirle bağlanmış. Zincirin ucu yazarkasaya bağlı. Adamlar selamlarını verdikten sonra oturuyorlar. Bir tanesi yazarkasanın şifresini giriyor. Kasa kocaman ağzına uçak girercesine açılıyor. İçinden beşinci bir adam çıkıyor. Zincirli adam sürünerek zar zor boynunu kırmaktan kurtuluyor.
“Efendim, rica ederim, rica ederim bırakın beni, getirdim işte size bu zibidiyi.”
“Zibidi deme oğlum kardeşine.”
Şimdi farkediyorum. Tasmalı adam abim. Abimin abi dediği abim.”
Yazarkasadan çıkan beşinci adam babam. Yüzü sinekkaydı tıraşlı. Elini suratına götürüp olmayan sakallarını okşuyor. Benim de elimin sakallarımı okşadığını farkediyorum. İstemsiz, bilinçsiz.
“Baksanıza salağa,” diyor adamlardan başka bir tanesi.
“Saygılı lütfen,” diyor babam sonra bana bakıyor, “Morde ratesden,” diyor. Herkes dikkatle bana bakıyor şimdi.
“Mordekayser,” diyorum. Oldu mu olmadı mı bilmiyorum. Zincirli abim gülüyor. Babam yazar kasayı tekmeleyerek kapatıyor. Abim sürünsün yerde.
“Buyrun,” diye devam ediyorum. “Hangi hesabı soracaktınız?”
“Böyle salak, böyle boş adam mı olur?” diye soruyor babam.
Farkında olmadan cüzdanımı çıkarmışım, içindeki fişler bana selam verirken ayırdına varıyorum.
“Bırak oğlum şu cüzdanı, burada senin paran geçmez,” diyor.
Başka bir adam önündeki dosyaları karıştırıyor. Söze giriyor.
“Dördüncü ayın altıncı günü, bütün gün evde yatmışsın, kayıtlara göre, ertesi gün sınavın varmış, on sekiz saat uyumuşsun.”
Bütün adamlar bana cevap vermemi bekler gibi bakıyor.
“Yani, arada bir oluyor öyle,” diye cevaplıyorum. Gözüm mekanın kapısında. Bir fırsat olsa da koşarak kaçsam diye düşünüyorum. Babam memlekette olmalıydı şimdi. Evi döşerken yardıma gelmemişti. Adresi de hiç vermedim ona. Bilmiyordur evi. Eve gitsem kafayı yastığ koysam…
“Yok öyle kaçış,” diye düşüncelerime cevap veriyor it. Her zaman aklımı okurdu zaten, küçükken onun dükkanında muhasebe defteri tutardım, bazen kayıtlarla azıcık oynar, cebime de üç beş bir şey alırdım. Sonra arkadaşlarımla internet kafede wololo.
O zamanlar da eve gittiğimde cüzdanımdan para çalardı babam. Benim 5 liram vardı nereye gitmiş? Sorularıma vergi yanıtıyla karşılık verirdi. Acaba yine vergi toplamaya mı geldi? Diye düşünüyorum.
“Hayatının vergisini kesmeye geldik,” diyor. Zincirli abim, olduğu yerde köpek gibi zincirini kovalıyor. Bu herifi de hiç sevmem.
Başka bir adam hesap makinesine güçlü kuvvetli vuruyor.
“Yüzde 20 vergisiyle birlikte yaşadığın yirmi yedi yıla karşılık, beş onda dört yıl vergi kesmek zorundayız.”
“Ne işinize yarayacak beş yıl lan manyak mısınzı bırakınn gideyim.”
“Bu vergilerin hesaplanma yöntemi oldukça farklıdır, oğlum,” diye devam ediyor babam. “Şimdi, elimizdeki kayıtlara göre, otuz ikinci yaşının dördüncü ayında, sağlıksız beslenmeden ötürü, kalp yetmezliğine girip öleceksin gibi görünüyor.”
“Ben o kadar da sağlıksız beslenmiyorum ki-” diyecek oluyorum. Kimsenin umrunda dğeil.
“Kalan 5,4 seneni iki şekilde değerlendirebilirsin, ya bize katılırsın, ya da seni şimdi öldürürüz.”
Cevap veremiyorum. Zincirli abim, duraksız katıl diyor. Katılkatılkatılkatıl.
Onu işaret ediyorum.
“Evet,” diyor babam. “Onun gibi.”
Zincirlere vurulmuş bir hayattansa toprak altında huzurlu bir ölümü yeğlerim diye düşünüyorum. Fakat kaçıp 5 yıl yaşamak daha çekici geliyor. Arkamı dönüp koşmaya başlıyorum. Masaların arasından koşuyorum. Sürahiler çınlıyor. Koşmaya devam ediyorum. Kapıya çok az kalmış gibi geliyor fakat asla yaklaşmıyor.
Saatler sonra Afyon garına yeni gelmiş bir yolcu gibi yorgunlukla durup etrafıma bakıyorum, aynı yerdeyim. Soğuktan titriyorum. Başım dönmeye başlıyor.
“Tamam,” diyorum. Sonra sessizlik.
* * *
“İşte bu,” onu bulmuştum. Üniversitede birinci senemde aynı eve çıktığımız zibidi. Göbek yapmış. En son duyduğumda hala dört dersi vardı, mezun olamamış. Asker kaçağı da.
Babam yazarkasanın içinden çıkıyor. Zincirimi çekiyor.
“Emin misin,” diye soruyor. Arkadaşımın yüzüne bakıyorum. Beni tanımıyor.
“Eminim, gebertin,” diyorum.
- Kül Olmadı Yana Yana Koca Zürafa - 1 Temmuz 2020
- Sürahilerde - 15 Haziran 2017
- Ama Bi’ Sor Neden Diye - 15 Haziran 2016
- Beni Kimse Uyandıramaz - 15 Haziran 2015
- Bir Penguenin Piknik Sepeti - 15 Haziran 2014
Merhaba,
Kısa film tadında, gerçeküstü keyifli bir öyküydü. Kahramanın hayatının vergisini vermesi fikri güzeldi. Öyküleme, anlatım dili ve diyaloglar gayet başarılı. Temadan bağımsız değerlendirdim biraz temayı es geçmiş gibi geldi bana. Ama öykü güzel.
Kaleminize kuvvet.
Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim. Takipte kalmak dileğiyle.
Gerçekten kısa film senaryosu tadında bir öykü olmuş. Zaten konuşmalar replik, anlatım da film kurgusu gibi hissettiriyordu.
Kaleminize sağlık.