Öykü

Tanrı’nın Uçan Balonu

“ve çömelerek yanına kızgın ocak
parmaklığının
mırıldan bir az, Aşk nasıl da uçup gitti
ve dağların başları üzerinden geçip gitti
ve sakladı yüzünü arasına yıldız kalabalığının” (Yeats)

Korkarım ki her zamankinden daha yalnız olacaktım. Kırk saray inşa edilse üzerime yine de bu kadar altında kalmazdım hiçliğin. Oysaki ayaklarımın altında bile gözler dolaşıyordu. Sevgili yılanım dolanırken dizlerime doğru soğuk gövdesi beni yeniden diriltti. Bu yolculukta baş başa olmamızı arzu ettiğinden ara sıra tehditkâr biçimde kalçalarıma sürünüyordu. Sırtımdan sarılıp başımı dik tutan geyiğim ise insanlığın ihanetini her fırsatta hatırlatıyordu. Giderek sertleşen boynuzlarımda köklenen her çiçek göz yaşlarımda boğulup çürüyordu. Tutunacak bir dal bulamayıp boynuzlarından asılan bir Tanrı olmak çok zordu. Ölümsüzlüğü öldürebilmeyi ne çok isterdim. Fakat ben ebedi acıya ve yalnızlığa mahkumdum. Yerin altında dolaşırken yolumu kesen kurt beni kara delikten uzak tutmaya çalışırdı her defasında. O benim sessizlikteki çığlığımdı. Her ulumasında ayrı bir yok oluşum saklıydı. Soğuk ve sert kalabilmemi sağlayan yılan, geçmişi ve geleceği bir arada tutan geyik ve güçlü arzularımın koruyucusu kurt ile bir yola çıktık. Toynaklarımı temizleyip balonuma adım atar atmaz bir başlangıca uçacaktık. Her şeyin bittiği yerde sevgilimi bulup yeniden başlayacaktım. Sepette üç hayvan bir Tanrı’nın ağırlığı değil evrenin yükü vardı. O yüzden havalanmak silahsız bir savaş gibiydi. Hiç uçarken güç kaybedebileceğinizi düşündünüz mü? Uçmak denildiğinde aklınıza mutluluk duygusu geliyor hemen. Fakat uçmak vazgeçmek demektir. Uçmak ayrılıktır. Uçmak yükseldikçe düşmek demektir. Bu uçan balonu ekinleri yeşeren çiftçiler benim için hazırladı. Bana duydukları şükran duygusunda bile çıkarcıydılar. Daha çok verim istedikleri için bir rüşvetten ibaretti. Dualarınız bile bencilce. Asla yaralı bir kuzgun için dil dökmezsiniz. Oysaki yaralı kuzgun iyileştiğinde onun kanatları altında daha güvende olabilirdiniz.

Balonumuz çembere yaklaştığında birbirimizin gözlerine baktık. Boynumu giderek sıkmaya başlayan tasmanın ipini çıkardım ve balonu yere indirdik. Beni beklememelerini söyleyip vedalaştım. Çözülen ipim gibi sonsuz bir huzurla ormana doğru yol aldılar. Karşıma baktığımda okyanusu andıran teniyle, şarkılar söyleyen saçlarıyla beni yanına çağıran sevgilim Şiva vardı. Saçları dalgalanırken okyanusunda, dans etmeye başladı. Toynaklarımı onun ritmine uydurmaya çalışarak hareket ettirip eşlik ettim. Birlikte dans ederek çemberin içine girdik. Ben döndükçe hava kararıp gece oluyor, Şiva döndükçe aydınlanıp gündüz oluyordu. Bu döngünün içinde tüm dünya habersizce yaşarken ben Cernunnos her şeyin sonunu getiren bir hamle yaptım. Şiva’nın kara gözlerinin içine daldım. İki dünya arasında açtığım kapının adı aşktı. Her şeyin bittiği yerde yeni bir başlangıç vardı. Bir anda boynuzlarım yok oldu. Parmaklarımın titreşimini hissettim. Dağların arasında kaybolan umudum bana geri döndü. Hiçlik duygum zihnimden çıkıp bir aynaya hapsoldu. Şiva dansını bitirip beni belimden kavradı. Çemberin içinde kapattığım gözlerimi uçan balonda yeniden açtım. Yalnızdım.

“kol kesiyor ahengin doğurduğu

elinde bir tırmık

baltalıyor geleceğimi

sürülürken ekinler gece gündüz

gagasından damlıyor şarap

şüpheli bir kuzgunun

torbalarca pişmanlığın gübresi

iştah balonundan da hafif

ve soruyorum ay gibi parlak

endişeli geyiğe

gömülen ağlar nerede”

Balonda bulduğum bu şiiri kimin bıraktığını hatırlamıyordum. Belki de ben yazmıştım. İhtimaller çukuruna dalmaktansa ayağa kalkıp nereye uçtuğuma baktım. Gökyüzü üzerime doğru yaklaşıyordu. Bir anda mavi saten bir çarşafa dönüşüp boynuma dolandı. Ben çırpındıkça daha çok sıktı. Boğuluyordum. Beni nasıl öldürebilirdi ki? Mücadele etmeyi bırakıp ona teslim oldum. Aslında hep istediğim bu değil miydi? Son nefesimi verirken beni öldürenin kılık değiştirmiş Şiva olduğunu anladım. Sevgilimin ellerinden kayıp balondan aşağı düştüm.