Öykü

Tutkunun Çağrısı

Orda, uzakta bir yerde, var olanla olmayanın kesiştiği noktaya, “kesişen nokta” demişti oranın sakinleri. İşte o göl de tam olarak bu kesişme noktasındaydı. Sadece o ve onunla yüzyıllardır yaşayan halkın ona verdiği kutsal varlığı vardı… ve en büyük korkusu. Saygıyla karışık bir korkuydu bu. Gölün kutsallığına duyulan saygından türemiş bir cevaptı sanki. Ya da, gölün koyduğu kurallara katıksız itaat…

Gölün kutsal varlığı, canlılığından geliyordu o zamanlar. Yaşayan bir ruhun parçası, konuşan, isteklerini sıralayan ve çoğu zaman susan bir varlıktı o. Onun halktan tek bir isteği vardı, o da kimsenin onun sularına girmemesiydi. Ama ne garipti ki, her gece halktan biri onu çağıran gölü rüyalarında görür, ama korkuya yenik düşer ve yakınına gittikten sonra arkasına bakmadan kaçardı. Yine de, gölün çağırdıkları özel kişilerin olduğu bilinse de bu asla ve asla sözlerle ifade edilmezdi. Göl kutsaldı ve kutsal şeylere dokunulmazdı. Sadece aralarından bazıları bu şerefe nail olurlardı; onlar da bu yaşayan varlığın ödülleriyle başka bir boyuta geçerdi.

Derme çatma bir kulübenin içinde yaşayan yalnız bir kız vardı o halk arasında. Sahip olduklarını çok zaman önce kaybetmişti ve genç bir kızın yalnızlığına ağlardı yıkık dökük kulübe duvarları. Onun hüznüyle içerlenir ve onun dayanıksızlığıyla esen her rüzgârla etrafa dağılırdı. Soğuk kış geceleri, çıplak ayaklarına vuran soğukla daha da çökermiş kalan bir avuç iradesi. Var olanla olmayanın sınırında, ait olmadığını hissettiği bir yerin insanıydı o ve içindeki arayışa çok geçmeden cevap bulacağını bilemeden uyudu gece boyu.

Huzursuz geceler teker teker her kapıyı çalmaya devam ettiği bir gece, sıra ona gelecekti. Göl onun varlığından haberdardı, ama heyhat kız da öyle miydi acaba? Herkesi tek tek, her bir ruh kırıntısına kadar işleyerek taradı göl. Kutsal varlığıyla onlara tatlı sözler fısıldadı ve kendine çağırdı. “Bana gel.” dedi hoş bir erkeğin cezbeden sesiyle insanlara,”Gel ki, seninle bir olalım ve ben seni kesişen noktadan alıp, gerçek varlığa taşıyayım.”

Huzursuzca kıpırdandı gölün kıyısındaki halk. Rüyaların uğradıkları çekici sesin teklifleriyle mutlu oldu, ama sonra halkın yaşlılarının uyarılarını hatırladı ve rüya iyice huzursuz bir hale geldi. Ter içinde uyanan birçok insan, yarın bu olaydan kesinlikle bahsetmeyecek ve çağrılan tek kişinin kendileri olduklarını düşünmeye devam edeceklerdi. Bu hep böyle değil miydi zaten?

Yaşayan göl mutluydu bugün. Onun vereceği hak edecek birinin bulmuştu sonunda. Ruhani uzantılarını kızın göğsüne soktu ve ruhunu karıştırmaya başladı. Umursamazca her özel noktasına nüfus ediyor, hayatına dair olanları araştırıyordu. Kızın rahatsız uykusunu katlanılmaz kılıyor, ama ona vereceği hediyeyle teselli ediyordu. Kız ter içinde uyandığında, tıpkı diğerleri gibi, halkının yaşlılarının uyarılarını hatırladı.

“Gölün yakınına gitmek tehlikelidir. Yakınında olmak yasak olmasa bile, onunu güzelliğine kapılıp sularına girersen seni var olmayana fırlatır! Seni kimse kurtaramaz çocuğum… Gölle anlaşmamız budur. Hiç kimse ama hiç kimse sularında yüzmemelidir!” Herkesin takıldığı nokta da buydu aslında. Göl kimseyi sularında istememesine rağmen, vereceği hediyeyi herkesin rüyalarına sokmaktan geri durmazdı. Nadiren de olsa, birilerini gerçekten hoş görüyle kabul ettiği zamanlarda da onları var olana taşırdı. Hüzünlü ve yalnız kız işte tam bunları tartıyordu kafasında. Gölün onun acılarına temas ederek onu anladığını düşündü ve ona karşı hissettiği çekime her geçen dakika yenik düşmeye başladı.

Sabaha kadar gözüne uyku girmemişti ve şimdi çıplak ayaklarla ona doğru koşuyordu. Elleri uzun zamandır dokunmadığı bir yaşayanın varlığına duyulan özlemi taşırken, gökteki solgun ay yüzündeki huzur arayışını etrafta olmayanlara anlatıyordu. “Bakın,” dedi Ay, yanındaki yıldızlara dönerek,
“işte biri daha ona doğru gidiyor. Bu döngü hiç bitmeyecek.”

Ardından yıldızlar başlarını çevirdiler. Kızı onaylamayan bakışlarıyla gözlerini kırptılar ve yok oldular. Sıra artık Güneş’indi; ışığıyla umut veren, sarıp sarmalayan ve yargılayan Güneş’in. Güneş doğdu böylece. Onun yeni doğan ışınları altında çıplak ayaklarını yere her vurduğunda şıp şıp diye ses çıkaran bir kızı izlemeye koyuldu. “Ona gidiyor.”dedi uzaklarda dinlenen Ay’a dönerek ve Ay onaylamadığını belirtmek için tamamen ortadan kayboldu.
Koşmaktan bitap düşen dizlerine yenik düştüğünde artık gölün kenarına varmıştı. Dizlerinin üzerine yığıldı ve o an gölün kutsal sınırlarında olduğunu gördü. Dizlerinin üzerinden kalkmadı, zira varlığına olan saygısını tüm anlamıyla ifade etmek istiyordu. Bir süre diz çökmüş biçimde bekledi ama hiçbir kıpırtı olmadı. Sonra oturur pozisyona geçti ve yine bir şey olmadı. Göl onu deniyor muydu? Ama o, varlığa ve mutluluğa o kadar açtı ki, beklemekten dert etmedi. Sabretti ve karşılığını da aldı. Ona sonsuz, göl için ise kısa bir an kadar bekledi ve sonra sularda kıpırtılar olmaya başladı. Günün yarısı onun konuşmasını bekleyerek geçmişti ve korkudan tek kelime bile edememişti o.

Sular dalgalandı aheste aheste. Sanki birinin esnemesi gibi gerindi ve yükseldi. Sonra yükselen sular kızın korkuyla dolan bakışları altında çöktü ve yüzeyde belirli bir şekil oluştu: bir yaşayanın ince dudakları. Yükselen sulardan bir kısmı yüzeyde kalmış ve çökenlerle birlikte bu şekli oluşturmuştu. Kim bilir, belki gölün kutsal varlığı onun anlayamayacağı bir biçimde olduğu için, onla iletişime geçmek için onun basit beyninin anlayacağı bir seviyeye inmişti.
Önce derin bir nefes almak için açıldı ağız ve suları çekilen havayla titreşti. Ardından, ilk kelimeler döküldü sulardan oluşmuş dudaklardan,
“Bana gelecek kadar cesurmuşsun. Seni takdir ettim.”

Kız yaşadığı şoku, hayatının hiçbir karesinde yaşamamıştı; yaşayamazdı da. Rüyasında konuşan çekici erkeğin sesi, şimdi gölün sularla dalgalanan dudaklarından dökülüyordu. Her nefes alışında inip çıkan bir göğüs gibi sular inip kalkıyor, kelimelere can verdiği sesiyle onu kendine esir ediyordu.

“Sizin varlığınızla onurlandım…” dedi yeniden dizlerinin üzerine çökerek. Göl bir süre sustu. Ona bir şey demeye gerek görmemişti; belki de yaptığı hareketin keyfini sürüyordu.

“En üzücü, en yalnız ve en karanlık anılarına dokundum. Seni tanıdım, seni hissettim ve seni buraya çağırmaya layık gördüm.” Yaptığı özel hayata bir müdahaleydi, ancak gölün özür dilemeye hiç niyeti yoktu. O yaşayan, kutsal bir varlıktı ve o af dilemek gibi bir nezaket gösterisinde bulunmayacak kadar önemliydi.

“Beni buraya çağırmaya layık gördüğünüz için size minnetimi sunmaktan başka bir verecek bir şeyim yok.” dedi kız gölün varlığı altında ezilerek. “Beni bağışlayın ve lütfen kovmayın…”

“Seni kovmak mı?”dedi göl. “Seni kovacak olsam buraya hiç çağırmazdım. Kararlarımı uzun sürelere yayarak veririm ve seni ben seçtim, başkası değil. Bu durumda senden bir beklentim yok. Tek amacım sohbet etmek. Sen de yalnızsın ben de… Bu yüzden anılarında gezindim ve seni buldum.”

Kız bu sözlerle yıkılmıştı. Gölün onu diğer boyuta geçireceğini ve kesişen noktadan alıp gerçek varlığa götüreceğini sanmıştı.

“Ama efendim, ben sanmıştım ki…” bu noktada göl kızın sözünü hiddetle kesti.” Ne sanmıştın! Yoksa seni temiz sularıma alacağımı ve diğer boyuta taşıyacağımı mı? Git buradan seni nankör! Git ki Güneş’i seni kavurmak için çağırmayayım,; git ki Ay’ı geceleri seni karanlıkta bırakması için görevlendirmeyeyim!”

Gölün ani hiddetiyle afallayan kız, arkasına bakmadan gözünde yaşlarla kaçtı. Ne yapmıştı? Nasıl bir pot kırmıştı? Eline geçen tek şansı mahvetmişti ve işte yine yalnız ve hüzünlü gecelerine dönüyordu. Ağlamaktan bitap düştüğünde uyuyabildi. Kulübe duvarları yine onun hüznü paylaştı ve kapıyı çalan rüzgâra karşı koyacak direnci kendilerinde bulamadılar. Ama rüzgâr onlara gölün sesini getirmişti. “Seni affettim… Ben çabuk hiddetlendiğim kadar çabuk da affederim. Şimdi kalk ve bana gel. Beni fazla bekletme ki, sohbetimizden en ufak bir parça bile zamana yenik düşmesin.”

Mucizevî bir biçimde oldukça dinç bir şekilde uyanan kız apar topar göle koştu. Yine dizleri isyan edene kadar koştu ve yine dizlerinin üzerine düştüğünde oradaydı. Bu defa dudaklar çoktan şekillerini bürünmüş, hazır bekliyordu.

“Sonunda geldin.” Dedi cazibeli erkeksi sesiyle.

“Geldim… Beni affettiniz!” dedi kız neşeyle.

“Sizli bizli konuşmaları bir kenara bırak. Ben buraya sohbet edeceğim birini çağırdım, bir köleyi değil.” dedi göl umursamazca. Ama sözlerindeki samimiyet yadsınamazdı. Kızın beyninde gölden duyduğu ilk sözler yankılandı “Sen de yalnızsın ben de…” Başını minnettarlıkla eğdi. Orda olmaktan memnundu. Sadece o ve kendisi vardı. Yıldızlar küskün duruşunu sürdürse de, o bunu göremeyecek kadar kördü.

Böylece başladı sohbetleri. Saatlerini, bazense günlerini harcadı gölün kıyısında. Onun güzelliği ve ihtişamıyla büyülendi. Her konuştuğunda kelimelerine can veren muhteşem sesiyle başı döndü. Ve en sonunda ona âşık oldu…

Önce her gece evine dönüyordu, ama zamanla göl onu yollasa da o gitmemeye başladı. Halkı onu aramaya çıktı bir zaman sonra. Onun umutsuz ve kendini koy vermiş görüntüsü, dingin sokakların arasında hüznü saçmadan gezmediğini fark etmek zaman almamıştı. Bir yerde bir eksiklikleri vardı. Mutsuzlukları eksikti ve mutsuzluk olmadan insan mutluluğun değerini bilemezdi. Kademe kademe aralarından silinen, önce gezinişleri nadirleşen ve sonra tamamen yok olan mutsuzluklarına karşı özlem duymaya başladılar. Böylece onu aramaya çıktılar. Kimsenin aklına göle bakmak gelmemişti. Kız yalnız ve mutsuz olabilirdi, ama gölün kutsal varlığını rahatsız etmek gibi bir terbiyesizliği yapacak cinsten de değildi. Günlerce onu aradılar. Mutlu değerlerinin kıymetini bilmek için, mutsuzluklarına koştular. Ama sonuç bir hiçti.

Kız her gece gölün kıyısında uyuduğunda, göl onu sularıyla örtmeye başlamıştı. Ancak bunu her yaptığında, ruhani varlığı yine onun ıssız, karanlık ve iç parçalayan anılarında geziniyordu. Sırf, birinin varlığını hissetmek için katlandı buna ve mutlu olduğunu düşündü. Tek yaptığı ise kendini kandırmaktı. İçinde duyduğu aşk dalga dalga yükselirken, o buna yenik düştü. İçinde bir gün bir tufan koptu ve aşkı su yüzeyine çıktı.

“Seni seviyorum!” dedi bir an bile tereddüt etmeden. “Seni bu hayattaki her şeyden bile çok seviyorum! Hatta dayanılmazca ve bencilce istediğim var olmaktan bile çok!”

Göl yine bir süre sessizleşti… Ardından kıza umut veren sözler döküldü suya kazılı dudaklarından.” Ben eskiden senin gibi kesişen noktada bir insandım. Sonra var olma tutkusuyla yanıp tutuşurken, var olmanın bedeli olarak bu göle dönüştüm. Şimdi seni sularıma alacağım ve sana gerçek görüntümü göstereceğim. Böylece sen ve ben bir olacağız! Çünkü ben de seni seviyorum!”

Kız için bundan daha büyük bir mutluluk olamazdı. Kendini avuttuğu, gölün ona olan acı verici dokunuşlarıyla geçen yalancı mutluluğu bile parçalanmış ve gerçeğe dönüşmüştü. Şimdi göl onu gerçekliğe kavuşturacak ve dahası, ona gerçek bir erkek olacaktı.
Yavaş yavaş suya girmeye başladı. Dudaklar su yüzeyinden kayboldu. Beyninde bir ses yankılandı. “Gel!” dedi göl coşkuyla, “Bana gel! Ve benim ol!” Kız kendini serin ve parlak sulara bıraktı ve bir an sonra suyun dibine doğru sürüklenmeye başladı. Derine indikçe yüzeydeki ışık azaldı. En dibe geldiğinde ise, nefesi nerdeyse tükenme noktasındaydı. Dipte bir erkek, onu cazibeli sesiyle baştan çıkaran çekici bir erkek görmeyi bekledi, ama tek bulduğu uğursuz, mat bir ışıkla aydınlanan kurumuş cesetler oldu. Dehşet içinde bağırmaya çalıştıysa da, bu sadece kalan son nefesini dikkatsizce sarf etmek oldu.

“Ne de güzel bana itaat ettin!” dedi göl delice bir kahkahayla kızın beyninin içinde.

“Bana yalan söyledin!” diye haykırdı kız ona zihninden seslenen göle aynı yolla.
“Sana hiç yalan söylemedim aptal kız! Sana, seninle bir olacağı söyledim ve işte şimdi senin özünü alacağım ki, ben yaşamaya devam edeyim! Hımm, tabii sevgi konusunda bazı ufak detayları abartmış olabilirim, ama ben her kurbanımı severim!” dedi aynı rahatsız edici kahkahayla.

Kız nefesini yeniden kazanmak için yüzeye doğru var gücüyle çıkarken gölün son sözlerini duydu.

“O kadar acele etme! Burası benim yaşama alanım ve burada hâkimiyet de güç de benim! Şu an sesini kullandığım aptal ve ondan öncekiler de bunu çok denedi. Ama kazanan hep ben oldum!” dedi ve ardından şeytani ruhunu uzantılarıyla kızı sardı. Onu mengene gibi görünmez dokunaçlarıyla sıktı ve çığlık atmak için açılan ağzına girdi. Kız en ufak bir ses bile çıkaramadan öncelikle ondan sesini aldı. Ardından, sesi kendi özüne yedirirken, kalan son şeyi, yaşam enerjisini de ondan aldı. Kızın etleri içine göçtü, derisi kemiklerine yapıştı ve kurumuş bir ölü olarak dipte yatanlara katıldı.

Halk kızı bulamayınca Güneş’e danıştılar. Güneş’in cevabı ise, oldukça netti.
“Göle gidin bakın! Hani şu kutsallaştırdığınız göle! Onu orda bulacaksınız ya da bulamayacaksınız! Ey kayıp insanlar, kesişen noktayı unutun ve yaşamaya devam edin!”

Güneş’in önünde saygıyla eğildi halk ve göle koştular. Göle kızı sorduklarında cevap saatler sonra geldi. Merakla ve ona muhtaç olarak bekleyişlerini seviyordu.

“Onu ben aldım!” dedi giderek çatlayan ve ihtişamını kaybeden bir erkeğin sesiyle. Konuştuğunda herkes bu çatlak sesle titredi.

“Kız çok yalnızdı ve bende ona gerçeği bahşettim! Artık diğer boyutta. Var olanın yanında…” bunu üzerine sustu ve halk neşe içinde dağıldı. Mutsuzlukları artık yoktu ama en azından bir kayıp daha tutkusuna ulaşmış ve var olana geçmişti.

Akşamüstüne doğru Ay Güneş’in yanına indi.

“Baksana bilge Güneş,”dedi Ay endişeyle,”Bu masum halk ne zaman kadar daha böyle sömürülecek?”

Güneş öfkeyle yüzünü öyle bir çevirdi ki, gece saatlere yayılmak yerine bir anda yeryüzüne indi.

“Ne zamanki kesişen nokta diye bir şey olmadığını ve aslında en başından beri var olduklarını anlarlar işte o zaman sömürü biter! Ama o zamana kadar, gölün şeytani yalanlarının ve onları avucundan tutmak için uydurduğu gerçekten var olma yalanının esiri olmaya devam edecekler.” Bu sözlerle birlikte Güneş gitti.

Ay, başını eğdi ve onu neşelendirmek için yıldızlar yanına indi. Onlara dönüp bakmak için arkasını döndü.

“Onlar gerçekten varlar. Ama bunu anlayana kadar kayıplar ölüme yürümeye devam edecek.”dedi ve yıldızlar onunla ağladı.

***

Mutsuz bir genç, yatağında huzursuzca dönüyordu. Onun en karanlık ve en mutsuz anılarına dokunuyordu göl o sırada.

“Gel.” dedi hüzünlü bir kızın sesiyle. “Bana gel…”

Ve genç yatağından kalkıp, delice bir hızla göle doğru koştu. Onu baştan çıkaran hüzünlü bir kızın sesine doğru koştu…

Hazal Çamur

Sahi, kimim ben? Bir nefeste söyleyecek olursam: Kayıp Rıhtım Genel Yayın Editörü ve Yöneticisi, eleştirmen (gazetelerin kitap eklerinde de kalem sallıyorum), Oyungezer Dergi’de kitap köşesinin olmazsa olmazı, radyocu, Rıhtım videolarının yüzü, kimilerine göre “gıybetlimisss”, kimilerine göre eli kırbaçlıyım. Vesaire, vesaire. Gerçek hayatın sıkıcılığındaysa bilgisayar mühendisiyim, ama onu bilmeseniz de olur.

Tutkunun Çağrısı” için 12 Yorum Var

  1. Yavaş yavaş içine çekiyor öykü, göle batıyorsunuz giderek. Orda oturup gelen ışığın ne kadar yukarılarda olduğunu tahmin etmeye çalışabilirsiniz. Tebrikler. 😀

  2. Eğer gerçekten amacın buysa, harika bir yazı olmuş. Peri Masalı işte. Destanlar gibi.

    Ayrıca: Fantastik Edebiyat’ta Alegori, ya da ben paranoyak olmuşum 😀

  3. @Arlinon;
    Çok güzel bir yorum olmuş. Bu yorumundan anlatmak istediğimi iyi aktarabildiğim kanısına vardım :). Umarım herkes de seninle aynı şeyleri düşünmüştür.

    @Amras;
    Alegori doğrudur. Bu yaklaşımı kullanmaya çalıştım. Cümleye ” eğer gerçekten amacın buysu” diye başlamışsın ama burda kast ettiğin nedir :)? Saol yorumun ve beğenilerin için.

  4. Düşündürüyor işte. Güneş’in sözleri gibi. Varolmadığına inanan bir toplum, kendine söylenenlere sonuna kadar kanmış ve gerçekliğin o olduğunu sanan bir toplum. Amacın buysa.

  5. Bana göl kendine katılmış bütün bilinçlerin üst bilinciymiş gibi geldi. Bütün parçaları, başkasını sömürmek pahasına dahi olsa var oluşlarını sürdürmek kaygısında ama her defasında içlerinden yalnızca biri âşık oluyor kurban olarak seçilmiş kişiye. Asıl sömürülenler o etten kemikten kurbanlar değil belki de… Bu asalak vücuda katılma hatasını yaptıktan sonra hala aşkı yaşama şansı olduğunu sanan eski-kurbanlar. Gölün dibinde umut var hala. Ve bu umut yaşatıyor gölü. Gölden dışarıya uzanan bir olta var sanki ve göl her defasında geçmişte yakaladığı solucanlardan birini yem olarak takıyor kancaya. Sonra da savuruyor ahaliye doğru yeni bir yem için… 4 satırdan kapabildiklerim bunlar 🙂 sen gel her satırda bu kadar şey anlat ve öykü gizeminden hiçbir şey kaybetmesin. Kolay iş değil. Tebrikler…

  6. Eline sağlık ablam, bol imgeli bir öykü olmuş. Göl’ü birçok şeye yormak mümkün… Ayrıca imla açısından neredeyse sıfır hatayı görmek, beni daha da mutlu etti. 🙂 Bunun için ayrı, bana keyifli vakit geçirttiğin için ayrı teşekkür ederim. :))

Amras için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *