Öykü

Ufak Bir Müdahale

İtalya, 1615

İnsanoğlu denilen üstün varlığın hayata, dünyaya ve evrene dair her şeyi keşfettiği o muhteşem yıllardı. Öyle ki bilim alanında son noktaya gelmişler ve keşfedebilecekleri hiçbir yenilik kalmamıştı şu küçücük evrende. Bir kere Dünya düzdü, tıpkı bir tepsi gibi… At arabası ise yüzyılın en önemli buluşuydu ve insanlık tarihinin sonuna kadar da kullanılacaktı. Ah bir de o dinsiz Galileo sesini kesseydi her şey çok daha güzel olacaktı. Ama hayat böyleydi işte, gülü seviyorsanız dikenine katlanmanız gerekirdi. Hem sesini kesmezse kafasını kesen biri mutlaka çıkardı nasıl olsa…

“Cahil inekler!” dedi Galileo Galilei, evinin penceresinden aşağıdaki insanlara bakarken. Toprak yolun üzerindeki bir avuç adamın çamura saplanmış bir saman arabasını kurtarmak için cebelleşmelerini seyrediyordu. “Sizi şu sefaletinizden kurtarmak için canla başla çalışıyorum ama dinleyen kim!” dedi Galileo öfkeli bir biçimde. Pencerenin yanından ayrılıp odanın içinde volta atmaya başladı ardından. Bir taraftan söyleniyor bir taraftan da elini kolunu sinirli bir biçimde sallayıp duruyordu.

“Neymiş? Dünya düz bir tepsi gibiymiş! Sizi tepsi kafalılar sizi! Teleskopumun kıymetini bile bilemediler! Şeytan’ın gözüymüş, pöh! Asıl şeytan kilisedeki o örümcek kafalılar!”

En sonunda kendini odadaki koltuklardan birine bezginlikle bırakıverdi. “Ah…” dedi derin bir çekerek. “Kopernik zor olacağını söylemişti de inanmamıştım.”

Gözü istemsiz bir şekilde koltuğun hemen yanındaki sehpaya ve onun üzerindeki parşömene kaydı. Üzerinde Vatikan’ın mührü olan bir fermandı bu. Az önce ulaklardan biri tarafından getirilmişti kendisine ve içerisinde yazılanlar hiç de hoş değildi. Titreyen ellerle kâğıt parçasına uzandı ve üzerine yazılanları bir kez daha okumaya başladı.

Sinyor Galileo Galilei;

Son zamanlarda muhtelif kaynaklardan öğrendiğimiz üzere kâfir Kopernik’in günahını savunmaya başlamışsınız. Dünya’mızın güneşin etrafında döndüğüne dair hastalıklı fikirler üzerine konuşuyor, insanları ikna etmeye çalışıyormuşsunuz. Bu teoriniz sadece küstah bir günah olmakla kalmayıp kutsal kitabımıza da açık bir küfür niteliğindedir.

Bu sebepten dolayı önümüzdeki hafta Engizisyon mahkemesi tarafından yargılanacaksınız. Hüküm günü mahkemede bizzat bulunmanız emir olunur. Aksi takdirde her zamanki prosedürü uygulamakta sakınca görülmeyecektir.

İmza
Roma Engizisyon Mahkemesi

“Lanet olası körler!” diye homurdandı, parşömeni sinirle buruşturarak. “Her zamanki prosedürmüş, hah! Şuna açık açık zor kullanma deseler ya!”

Bir müddet oturduğu yerde sakalını sıvazlayarak düşüncelere daldı. En sonunda “Olmuyor! Yapamıyorum, düşünemiyorum. Yardıma ihtiyacım var!” diyerek tekrar ayağa fırladı. “Üstat ne yapılacağını bilir. O her zaman bilmiştir.”

Hızlı adımlarla evinin taş basamaklarını indi ve bir alt kata geçti. Merdivenlerin altında duran eski püskü bir bardak dolabının önüne gelince durdu. Elini ceketinin iç ceplerinden birine daldırıp uzun, siyah bir değnek çıkardı. Değneğin ucunu dolabın kapaklarına doğru çevirdi ve “Oparo…” diye fısıldadı. Dolabın kapakları savrularak açıldı ve arkasına gizlenmiş ahşap merdivenleri gözler önüne serdi.

Galileo hiç beklemeden dolaptan içeri adımını attı ve aşağı doğru inen basamakları tek tek inmeye başladı. O girdiğinde dolabın kapısı kendiliğinden kapanıverdi. Ortalık kısa bir anlığına kapkaranlık olsa da duvarlara asılı meşalelerin kendi kendine yanmasıyla merdivenler tekrar eski aydınlığına kavuştu. Galileo hızını kesmeden merdivenlerin dibine indi ve kendisini geniş bir odada buldu.

Oda tamamen taşlardan oluşmuş, basık bir yerdi. Duvarlarında sıra sıra dizili meşaleler bulunuyordu ve Galileo odaya girer girmez onlar da tıpkı merdivenlerdekiler gibi kendiliğinden alev alıverdiler. Bir köşede üzerinde çeşitli tüplerin ve kavanozların olduğu bir simya tezgâhı duruyordu. Onun karşısında ise çeşitli alet edevatın bulunduğu bir başka masa vardı. Dikkatli bakan bir göz bu aletlerin arasında birkaç başarısız pusula deneyinin olduğunu görebilirdi.

Merdivenlerin tam karşısındaki duvarın önüne oldukça gösterişli bir boy aynası yerleştirilmişti. Kaliteli ahşap çerçevesine çeşitli büyüklükte yıldız ve rün kabartmaları işlenmiş, ayakları ise bir şahin pençesi şeklinde oyulmuştu. Galileo seri adımlarla aynaya doğru ilerledi ve “Üstat!” diye seslendi kendi görüntüsüne bakarken, yüksek sesle. “İrfanına ve tavsiyelerine ihtiyacım var. Eğer oradaysan lütfen bana cevap ver.”

Bir müddet sessizce aynadaki aksine bakarak bekledi fakat görüntüde bir değişiklik yoktu. “Üstat! Lütfen!” diye seslendi tekrar Galileo. “Gerçekten de çok çaresizim, artık ümidim kalmadı. Ben…”

O anda aynadaki görüntü bulanıklaştı ve üzerindeki renkler bir girdap misali önce yavaşça ardından hızla dönmeye başladı. Sonra bu hareketlilik aniden, tıpkı başladığı hızla sona erdi. Cam yüzeyin üstünde başka bir adamın görüntüsü vardı şimdi. Aksakallı, çalı kaşlı, kanca burunlu bir ihtiyardı bu. Üzerinde gece mavisi bir cüppe, başında ise sivri uçlu, geniş siperlikli bir şapka vardı. Adamın görüntüsü belirince Galileo bir adım geriye atıp saygı ile eğildi.

“Üstat Merlin…”
“Yine var Galileo? Çok meşgul olduğumu bilmiyor musun?”

“Rahatsız etmek istemezdim üstadım ama durum çok vahim.”
“Çalışmalarımı bölmene değecek kadar önemli olduğunu umarım.” diye yanıtladı Merlin, kaşlarını çatarak.

“Ben…” dedi Galileo. “Ben… Yapamıyorum, olmuyor. Görevimi yerine getiremiyorum.”

Gözlerini deviren Merlin derin bir nefes aldı bezginlikle. “Galileo…” dedi, bakışlarını tavana dikerek. “Bunları daha önce de defalarca konuşmuştuk.”

“Biliyorum ama…”

“Bak… İcatlarımız düzgün çalıştığı sürece hiçbir problem yok. İnsanlar er ya da geç gerçeği kabul edecektir. Gözün gördüğünü inkâr edecek kadar ahmak olamazlar.”

“Tam tersine, olabilirler üstat Merlin. Hatta öyleler de… Hem kör hem de ahmaklar! Özellikle de kilise! Bakın…” dedi hâlâ elinde tutmakta olduğu parşömeni açarak. Elinden geldiğince kâğıdın üzerindeki kırışıklıkları düzeltti ve aynaya uzattı. “Bugün kendilerinden bir ferman aldım. Beni Engizisyon mahkemesine çıkartacaklar.”

Merlin’in bakışları bir anda ciddileşti. İhtiyar büyücü de elini aynaya doğru uzattığında görüntü bir anlığına titreşti ve Galileo’nun elindeki parşömenin yok olmasıyla Merlin’in elinde belirmesi bir oldu. Çatık kaşlarla elindeki kâğıdı okuyan büyücü bir müddet sessiz kaldı.

“Hmmm…” dedi ardından. “Anlaşılan durum düşündüğümden de vahim.”

“Görüyorsunuz ya…” dedi Galileo. “Yardıma ihtiyacım var.”
“Orası çok açık.” dedi parşömenin üzerinden Galileo’yu süzen Merlin. “Gel o halde. Neler yapabileceğimize bir bakalım.”

“Emredersiniz üstat.” dedi Galileo, sevincini gizlemeye gerek görmeden.

“Ama aynayı kullanma!” diye uyardı Merlin. “Çalışmalarımın tam ortasındayım ve son istediğim şey kazara kılıçlarımdan birine saplanmış bir büyücü ile uğraşmak! Şatonun önünde cisimlen.”
“Emrettiğiniz gibi olsun.” dedi Galileo, biraz da kafası karışmış bir şekilde. Kılıca saplanan bir büyücü ile ne demek istediğini anlayamamıştı ama yakında öğrenirdi nasıl olsa. Eğilerek baş büyücüyü selamladı ve birkaç adım geriledi. O arkasını döner dönmez aynadaki görüntü titreşerek normale döndü. Galileo gözlerini yumdu ve ufak bir Pop! sesinin ardından gözden kayboldu.

***

Büyüşehir’de olağan bir gündü. Şehir, göğün beş kat üzerinde yer yer bembeyaz, yer yerse pespembe bulut kümelerinin üzerine kurulmuştu. Hemen hemen tüm binaları yüksek burçlara, geniş kubbelere ve büyü kulelerine sahip olmasına rağmen şehir gökyüzünde rahatça salınıyordu. Şehrin caddeleri üzerinde büyücüler ve cadılar büyülü süpürge ya da uçan halıları ile olmaları gereken yerlere gidiyorlardı. Bunu buharlaşarak veya cisimlenerek de yapabilirlerdi elbette ama tabiri caizse böylesi daha – havalı – oluyordu.

Şehrin merkezinin üzerinde salınan bir başka bulut üzerinde yüksek kuleleri ve geniş kubbeleri ile yönetim şatosu bulunuyordu. Onun hemen sağındaki bir diğer bulut kümesinde ise yine yüksek kulelere sahip ama daha az gösterişli olan Büyü Üniversitesi yer alıyordu. Bütün genç büyücü ve cadılar ömürlerinin ilk yüzyılında burada eğitim görürdü. Üniversiteye giriş uzun ve ince bir asma köprü vasıtasıyla sağlanıyordu. İşte bu köprünün tam girişinde cisimlenivermişti Galileo Galilei. Ağır adımlarla şatoya doğru ilerliyor, o yürürken köprü gıcırdayarak hafifçe sağa sola sallanıyordu.

“Dur!” diye geldi bir sert bir haykırış önündeki bulutların pusları arasından. Galileo başını kaldırıp pembe sislerin arasından ileriye baktığında gri cüppeli, uzun beyaz sakallara sahip bir büyücünün yolunu kestiğini gördü. “Buradan geçemezsin!” diye bağırdı gri cüppeli büyücü yeniden, elindeki asayı tehditkâr bir biçimde havaya kaldırıp köprüye sertçe vurarak.

“Selamlar Fangald.” dedi Galileo, oralı bile olmadan.

“Kimdir o?” diye sordu gri cüppeli, gözlerini kısıp ileri bakarak.
“Benim, Galileo Galilei. Görüşmeyeli uzun zaman oldu eski dostum.”

“Galileo? Bu gerçekten de sen misin?” diye sordu Fangald, gözlerini kısıp önündeki bulanık silueti görmeye çalışarak.

“Evet, ne o? Beni tanıyamadın mı yoksa?”
“Ah, kusura bakma. Gözlerim artık eskisi kadar iyi görmüyor. Büyünün de pek faydası olmuyor doğrusu.”

“Bazı şeyleri çözmek için büyüden daha basit şeylere ihtiyaç vardır Köprülerin Bekçisi. Gözlük gibi…”

“Gözlük mü?” dedi adam gücenmiş bir sesle. “Hayır, efendim. O kadar yaşlı olduğumu düşünmüyorum. Topu topu 478 yaşındayım. Ayrıca ben o tarz icatlardan pek anlamam.”

“Basit bir şey, burnunun üzerine yerleştirdiğin bir çift cam o kadar. Gerçi tam halini 100 yıl sonra alacak ama senin için bir şeyler ayarlayabileceğimize eminim.”
“Hiç gerek yok, ben iyiyim. Gözlerimse hâlâ bir Griffininki kadar keskin!” dedi Fangald, Galileo’nun yarım metre kadar sağına konuşarak.

“Görüyorum. Eh, sen nasıl istersen… Oğlun nasıl?”

“Gandalf mı? İyi sayılır ama aklı bir karış havada. Köprüler Bekçiliği gibi saygın bir işi küçümsüyor, buna inanabiliyor musun? Ona fazla hayale kapılmamasını ve büyüdüğünde benim yerimi alacağını anlatmaya çalışıyorum ama dinleyen kim? Neymiş efendim? Onun yapılacak çok daha önemli işleri ve çözülecek çok daha kadim meseleleri varmış. Küstah velet!”

“Bilemiyorum, Gandalf oldukça yetenekli bir delikanlı. Aynı zamanda da yaşıtlarına göre oldukça bilge.”

“Ama Köprüler Bekçiliği de yetenek ve bilgelik isteyen bir iş!” diye itiraz etti Fangald, huysuzca.
“Ve de keskin bir görüşe…” diye mırıldandı Galileo.

“Efendim?”
“Yok bir şey. Demek istediğim Gandalf’ın önünde çok daha büyük bir yol olabileceği. Belki de onu kendi kaderine bırakmalısın, bu sayede çok büyük şeyler başarabilir. Babasının göğsünü kabartacak derecede önemli bir tane hem de…”

“Dediğin gibi olsun dostum.” dedi Fangald, mutsuz bir şekilde iç çekerek. “Küçükken onu görmeliydin.” dedi ardından, yüzünde hülyalı bir sırıtışla. “Dört-beş yaşlarındayken onu da yanımda getirirdim. Oyuncak asasıyla köprünün ortasında durup ‘Buradan asla geçemezsin!’ deyişini görmen gerekirdi. Öyle başarılıydı ki…”

“Eminim öyleydi sevgili Fangald.” diye kıkırdadı Galileo. “Şimdi izin verirsen üstat Merlin ile acil olarak görüşmem gereken bir konu var.”

“Elbette, seni meşgul ettiysem beni bağışla. Tabi bir de körlüğümü…”

Galileo yüzünde bir tebessümle bekçiyi selamladı ve üniversiteye doğru yürümeye devam etti.

Az sonra şatoya çıkan mermer merdivenlerdeydi. Basamakları hızla çıkıp baş büyücünün odasına doğru ilerledi. Halılar, devasa vazolar ve tablolarla dolu uzun bir koridoru geçtikten sonra Merlin’in kapısındaydı. Kapıyı hafifçe tıklattı.
“Kim o?” diye gürledi içeriden yaşlı büyücü.
“Benim üstat, Galileo…”

“İçeri gel.” dedi Merlin ve kapı kendiliğinden açılıverdi.
Galileo çekinerek de olsa odaya girdi. Duvarları boydan boya kitaplarla kaplı, dikdörtgen bir yerdi burası. Bir köşede bir şömine mavi bir alevle yanıyordu. Ateşin üzerinde ise büyükçe bir kazan vardı. Başka bir köşede ise üzerinde çeşit çeşit deney tüpleri olan bir masa göze çarpıyordu. Odanın tam ortasında ise Merlin ayakta durmuş, önündeki büyükçe bir kayayı incelemekle meşguldü. Kayanın arkasında duvar boyunca dizilmiş, hepsi de birbirinin aynı olan düzinelerce kılıç olduğunu fark etti Galileo.

“Tekrardan merhaba baş büyücü.” dedi kibarca.
“Hoş geldin evhamlı dostum.” dedi Merlin, ona bakmaya tenezzül bile etmeyerek. Tüm dikkatini önündeki kayaya vermişti.
“Ben…” diye lafa başlayacak oldu Galileo.

“Bir saniye bekle, önemli bir şeyin tam ortasındayım.” diye lafını kesti ihtiyar büyücü. Ardından ellerini kaldırarak kayaya doğru bazı kadim kelimeler söylemeye başladı. Parmak uçlarından birer kıvılcım misali dökülen parlak ışıklar kayayı sardı ve soğuk taşın sarı bir ışıkla parıldamasını sağladı. Dikkatle bakan Galileo kayanın şeffaflaştığını ve arkasının kolayca görülebildiğini fark etti o an. Merlin hiç beklemeden duvara dizili kılıçlardan birini kaptı ve seri bir hareketle kayanın tam ortasına saplayıverdi.

Bir müddet hiçbir şey olmadı. Merlin nefesini tutmuş bir halde, Galileo ise büyük bir merakla olanları izlemekteydi. Derken kayanın parıltısı yavaşça söndü ve içine saplanan kılıç büyük bir çatırtıyla kırılıverdi.

“Lanet olsun!” diye bağırdı Merlin öfkeyle.
“Ne yaptığınızı sormamın bir sakıncası var mı üstat?” diye sordu Galileo, çekinerek.
“Neye benziyor? Taşa saplı bir kılıç yapmaya çalışıyorum.”
“Orası aşikâr efendim. Fakat benim kastettiğim bundan maksadınızın ne olduğuydu.”

“İnsanların gözlerini açmaya çalışan bir tek sen değilsin Galileo. Senin de bildiğin gibi yüzyıllardır insan ırkının gelişmesine yardımcı olmaya çalışıyoruz. Biz olmasak çoğu şeyi keşfedemezlerdi bile. Ateş, tekerlek, yazı…”
“Teleskop.” dedi Galileo ümitle.

“Ve teleskop, evet! Dâhiyane bir buluştu doğrusu, hakkını vermem lazım.”
“Teşekkür ederim üstat.”
“Mamafih bazen her şey istediğimiz gibi gitmiyor. İtalya’da durum nasıl bilmiyorum ama şu sıralar İngiltere’de büyük bir problemle karşı karşıyayız. Başlarındaki kral olacak geri zekâlı bütün kitapları yaktırıyor.”

“Bu korkunç!” dedi Galileo. “Onca emek…”
“Evet, üstelik bizim yazarlar vasıtası ile geleceğe yön verme projemiz için de büyük bir tehlike. Bu yüzden bu soruna kökten bir çözüm getirmem gerekiyor ya! Geçmişe gidip tarihi değiştirmemiz gerekiyor. Bunu da ancak ben yapabilirim.”
“Tarihin akışını değiştirmek mi? Ama bu çok riskli olmaz mı?”
“Öyle ama her zaman yaptığımız şeyden pek bir farkı yok. Sadece insanlık adına ufak bir müdahale… Merak etme, her şeyi çok ama çok iyi hesapladım. Arthur adında bir delikanlı var, cesur biri. Kafası pek çalışmıyor yalnız, ahmağın teki. Arada bir dürtüklemek gerekiyor ama bu insanların genelinde görülen bir problem. Her neyse, onu kral yaparak tarihi değiştirmeyi planlıyorum. İyi yönde elbette… Ama önce bu kılıcı şu kayaya yerleştirmem lazım.”

“Anlıyorum, klasik seçilmiş kişi metodunu uygulayacaksınız.”
“Her zaman işe yarar.” dedi başını olumlu anlamda sallayan Merlin. “Hatta çok başarılı olursam adım tarihe bile geçebilir. Hakkımda destanlar ve kitaplar yazılabilir. Hatta dizi film bile çekilir, kim bilir?”

“Dizi… ne?”
“Dizi film! Bir çeşit tiyatro gibi düşünebilirsin, sadece haftada bir oynanacak şekilde parçalara bölünüyor.”
“Parçalara bölünmüş tiyatro mu? Hem de haftada bir? Bir sonraki bölüme kadar insan meraktan çatlar yahu! Kim böyle bir eziyeti çekmeyi ister ki?”

“İnsanlar tabi! Ahmak olduklarını kendin söyledin ya… Dizinin çekildiğini düşünsene bir! Adı şöyle olurdu sanırım; Merlin ve Arthur!” Merlin eliyle havaya bir tabela çizer gibi yaptı. “Ya da sadece Merlin olur belki? Benim üstün zekâm ve sonsuz yeteneklerim yanında o Arthur denen hergele çok ahmak, sakar ve basit biri olarak görünür herhalde. Eh, gerçekler acıdır.” Sonra hayallerden sıyrılıp önündeki kayaya ve etrafındaki kırık kılıç parçalarına baktı. “Başarılı olursam tabi…” diyerek derin bir iç çekerek. “Her neyse, senin meselene geçelim. Başka bir şeylere kafa yormak bana iyi gelebilir.”

Yürüyerek odasından çıktı ve uzun koridorda ilerlemeye başladı. Galileo da hemen onun ardındaydı.
“Engizisyon bizim en büyük düşmanlarımızdan bir tanesi ve şu sıralar oldukça güçlü olduklarını kabul etmem lazım. Kaç tane ırkdaşımızı yaktıklarını ben bile hatırlamıyorum.”

“Kelleleri uçurulanları unutmamak lazım.” diye ekledi Galileo.
“Evet, onlar da var tabi. Kör edilenler, astırılanlar, çarmıha gerilenler vs. vs. Neyse ki bunların hiç biri bizi yok etmek için yeterli değil. Hatta işkence ediliyormuş gibi numara yapmak bazılarımızın hoşuna bile gidiyor. Ama fani bedenimizi terk edip buraya dönmeye mecbur kalıyoruz. Onca çaba ve emek de boşa gidiyor maalesef. Savunucusu olamayan fikir boş bir deftere benzer. Sayfalarını ne kadar çevirirsen çevir insan gördüğünü hemen unutuverir. Doğrusu İtalyanlar teleskopuna bu kadar olumlu yaklaşınca sana karşı böyle bir tepkinin ortaya çıkacağını hiç sanmamıştım.”

“Ben de öyle üstat. Bu gelişme benim için de büyük hayal kırıklığı oldu. Dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylememle birlikte her şey tepetaklak oluverdi adeta.”
“Üzülme, bu konuda ustan Kopernik de başarısız olmuştu biliyorsun.”

“O nasıl?”
“Kopernik mi? Gayet iyi, astronomi kulesinde yeni araştırmalar peşinde koşturuyor. Hatta geçenlerde Tatooine diye bir gezegen keşfetmiş. Çalışmalarının senin tarafından yürütülmesinden de bayağı memnun.”

“Haberleri duyduğunda pek de mutlu olmayacak ama…”
“Halledeceğiz, merak etme.” dedi Merlin, çift kanatlı geniş bir kapıdan geçip yeni bir odaya girerken.

Oda oldukça geniş, dairesel yapılı bir yerdi. Ortada kocaman bir masa ve masanın etrafında oturan bir sürü büyücü vardı. Her birinin önünde sayısız parşömen sıralanmıştı ve ellerindeki tüy kalemlerle sürekli bir şeyler yazıyorlardı. Bir kısmı ise çalışmalarını birbirlerine göstererek kendi aralarında fikir alış-verişi yapıyordu. Merlin’i görünce hep beraber ayağa kalktılar ve eğilerek baş büyücüyü selamladılar.

“Az önce sana bahsettiğim yazarlar projesi bu işte.” dedi Merlin, büyücülerin selamına başı ile karşılık verip, oturmalarını işaret ederken.

“Çok ilginç. Ne yazıyorlar peki? Astronomi? Psikoloji? Fizik?”
“Roman yazıyorlar dostum, roman.”
“Roman mı?” dedi Galileo, şaşkınlıkla. “İyi de bu tarz kitapları kim okur ki? Çocuklardan başka…”

“Bir bilsen şaşarsın Galileo, çok şaşarsın hem de. Gün gelecek, insanlar bu tür üzerine aylık seçkiler bile hazırlayacaklar.” dedi Merlin. “Her insan bilimsel makaleler okumuyor. Bazı şeyler ise bilimin açıklayamayacağı şeyler arasına giriyor. Bizim gibi mesela… Büyüyü bilimle açıklayabilir misin?”

“Hayır üstat.”
“O noktada devreye romanlar giriyor işte.” dedi Merlin, masanın yanındaki bir gruba yaklaşarak.
“Bunlar Asimorov, Clarkerthur ve Georlucas. Üç yetenekli büyü-yazar! Bilim-kurgu denilen bir tür icat ettiler ve üzerinde çalışıyorlar. Eğer senin çalışmaların başarılı olursa üç yüz yıl içinde dünyaya inecekler ve insanların uzaya çıkmalarında önemli rol oynayacaklar. Başka isimler alarak elbette…”

Üç genç eğilerek Galileo’yu selamladılar. O da aynı şekilde ama biraz şaşkınca selamladı onları.

“Nivtuno buralarda mı?” diye sordu Merlin.
“Hayır efendim, bugün görmedik.” dedi Clarkerthur.
“Hmmm, anlaşıldı. Çalışmalarınıza devam edin. Gel Galileo, bir de diğerlerine soralım.”

Merlin uzaklaşırken Galileo, bilim-kurgu büyü-yazarlarının kendi aralarındaki konuşmalara ister istemez kulak misafiri oldu.

“Uzayda kılıcın işi ne, anlayamıyorum.” diye söylendi Asimorov.

“Onlar normal kılıç değil, ışın kılıçları!” dedi Georlucas, sağ eliyle bir kılıcı savuruyormuş gibi yaparak.
“Işın veya değil. Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir dönemde kılıç kullanmak kadar saçma bir şey olamaz.”

“Ama hikâyede şövalyeler de olacak; Jedi Şövalyeleri. Bir de Sith Lortlar olacak tabi, en büyük düşmanları. Bir taraf ışığı ve iyiliği temsil edecek, diğer taraf ise karanlığı ve kötülüğü.”

“Yok artık, uzaylı şövalyeler ha? Hocaları da kısa boylu, patlak gözlü, sivri kulaklı ve yeşil bir yaratık olacak de de tam olsun bari.” dedi Clarkerthur alayla.

“Hatta bu yaratığın uzun boylu, tüm vücudu kıllarla kaplı bir de koruması olsun!” dedi Asimorov içten bir kahkaha atarak.
“Daha iyi bir fikrim var!” dedi Clarkerthur. “Sadece bu yaratıkların yaşadığı bir gezegen de olsun! Büyük, kıllı ve böğürerek konuşan uzaylılar.” Asimorov ve Clarkerthur kahkahalarla sandalyelerinden yuvarlanırken, Georlucas’ın yüzünde muzip bir gülüşle “Neden olmasın?” dediğini duyar gibi oldu Galileo.

O esnada Merlin bir diğer gruba yaklaşmıştı. Tıpkı bir öncekiler gibi bu gençler de ziyaretçilerini saygıyla eğilerek selamladılar, “Hoş geldiniz üstat.” derken hep bir ağızdan.

“Hoş bulduk büyü-yazarlar.” dedi Merlin, selamlarına karşılık olarak. “Bunlar da Tolkienno, Leguinere, Julverne ve Kingstephen.” Galileo gençleri başıyla selamladı.

“Nivtuno’nun nerede olduğunu biliyor musunuz çocuklar?” diye sordu baş büyücü.

“Evet üstat, Ruberboyle ile birlikte simya laboratuarına gideceklerdi.” dedi Leguinere adındaki genç cadı.

“Ah, o ikisi hiç ayrılmazlar zaten.” dedi Merlin. “Simya konusunda bitmek bilmez bir hevesleri var. Laboratuarlara o halde… Gidelim Galileo, yapacak işlerimiz var.”

Galileo az önce kulak misafiri olduğu ilginç konuşmayı hatırlayarak adımlarını biraz ağırdan aldı. Böylece bu grup arasında geçen konuşmayı da duyabileceğini umuyordu.
“Elfler, entler, cüceler, ejderhalar, tamamen orijinal diller… Bunlar gerçekten de müthiş fikirler dostum.” dedi Julverne.

“Aslında bu fikirleri genç bir büyücüyle, Gandalf’la yaptığımız sohbetlerden esinlendiğimi itiraf etmem gerek.” dedi Tolkienno. “Bu yüzden kitabımda kendisine de ufak bir rol vermeyi düşünüyorum. Gerçi bunları ben mi hayal ettim yoksa o mu bunları zihnime nakşetti tam olarak emin değilim.” diye ekledi ardından dalgın bir edayla.
“Yine de bazı endişelerim yok değil. Sence de tüm bunlar biraz fazla gerçek ötesi… Ya da şöyle diyeyim; fantastik değiller mi?”

“Sen ne öneriyorsun peki?” diye sordu Tolkienno, piposundan derin bir nefes alarak.
“Beni bilirsin, ben daha gerçekçiyimdir. Ben sadece gelecekte olacak şeyleri önceden anlatmayı planlıyorum. Biliyorsunuz ya, denizaltılar, uçan balonlar falan… Böylece insanların keşfetme yönünü kamçılamayı amaçlıyorum.”
“Bilemiyorum.” dedi Leguinere. “Bence o kadar da inanılmaz değiller, hatta bir devrim bile yaratabiliriz bu fikirlerle. İşin içine biraz da büyüme, değişim ve kendini bulma kattık mı…” dedi sonra da hülyalı bir şekilde.
“Harika bir fikir!” dedi Tolkienno heyecanla. “Serüvenleri sırasında olgunlaşıp kendini bulan bir adam.”

“Ya da kadın.” dedi Leguinere, yan gözlerle arkadaşına bakarak.
“Bence bunları birdenbire yayınlamak insanlar üzerinde ters tepki yapabilir.” dedi Kingstephen, gür sakalı ve bariton sesiyle. “İnsanlara önce daha basit bir şeyle kendimizi tanıtmalıyız diye düşünüyorum. Daha gerçekçi bir üslupla… Mesela korku! Evet, bu harika bir fikir!” diye mırıldandı kendi kendine, parşömenlerinden birine not düşerken.

Odanın çıkışına yaklaşan Galileo konuşulanları daha fazla duyamadı. Aklının bir tarafının bütün bunların düpedüz saçmalık olduğunu düşünürken diğer tarafının ise bu maceraları okuyabilmek için yanıp tutuştuğunu fark etti hayretle. Kapının eşiğinden dönüp içeriye son bir kez baktı. Bir grup büyü-yazarın kendi aralarında toplanmış, zarlar vasıtası ile bir oyun oynadığını gördü gözünün ucuyla.
“Raistlin benim!” dedi içlerinden genç bir cadı. “Onu kimseye yar etmem.” Diğerleri gülüştüler.

Bir başka köşede şişmanca bir büyü-yazar elinde bir havluyla dolaşıyor ve “Panik yok, havlum yanımda!” diyerek kendi kendine kıkırdıyordu. Hemen kapının sağında ise genç bir adam ve kadın baş başa vermiş, heyecanla tartışıyorlardı.

“Romantik bir yapısı olsun.” dedi kadın.
“Hayır, romantik olmaz. Korkutucu olmalı!” dedi adam. “Hayatını sürdürmek için de… Kan içmeli! Evet, bu iyi bir fikir… Kurbanlarının kanını içerek sürdürmeli ölümsüz yaşamını.” Hızla parşömenine bazı notlar aldı. “Aynı zamanda gecelerin yaratığı olmalı… Çünkü gün ışığı onda garip bir etki yaratmalı. Mesela…”
“Parlamalı!” dedi kadın. “Tıpkı beyaz atlı bir şövalye gibi…”
“Hayır!” diye inledi adam, hafiften saçını başını yolarak.

“Galileo! Geliyor musun?” diye seslendi Merlin, koridordan. Galileo tamam anlamında başını salladı ve kapıyı ardından çekerek büyü-yazarları geride bıraktı.

***

Nivtuno ve Ruberboyle isimli iki genci şatonun simya laboratuarında daha yaşlı ve esmer tenli bir büyücü ile muhabbet ederken buldular. Bu büyücüyü diğerlerinden çok daha farklı bulmuştu Galileo. Gerek aksanında gerekse kıyafetlerinde hafif bir orta-doğu ezgisi vardı sanki. Başındaki sarığı da bu hissi bir hayli kuvvetlendiriyordu doğrusu.

“Sonra ne oldu peki?” diye sordu Nivtuno merakla.
“Baktım ki çabalarım tamamen faydasız kalıyor, ben de onların aklını çelecek bir şey attım ortaya.”

“Yani Felsefe Taşını…” dedi Ruberboyle sırıtarak.
“Kesinlikle!” dedi yaşlı büyücü, aynı şekilde gülerek. “Dedim ki; bu taş dokunduğu her şeyi altına çevirebilir ve sahibine ölümsüzlüğü bahşeder. Bunu keşfetmenin yolu ise simyada ustalaşmaktan geçer.”
“Ve onlarda bu palavraya inandılar, öyle mi?” diye sordu Nivtuno kahkahalarla. “Buna inanamam işte.”
“Ama inanmalısın genç adam, çünkü gerçek bu.” dedi yaşlı adam. “Söz konusu altın ve sonsuz yaşam olunca insanların resmen gözü dönüyor. Bu yüzden ta sekizinci yüzyıldan beri yani yaklaşık olarak yedi yüz yıldır hâlâ bu taşı bulmak için çabalıyorlar.”
Üçü birden keyifli bir kahkaha patlattılar.

“Yine mi Felsefe Taşı palavrası Jabiryan?” diye sordu Merlin, onlara yaklaşırken.

“Merlin, eski dostum. Hangi rüzgâr attı seni buralara?”
“Bu iki genci arıyordum.” dedi Merlin. “Umarım onların akıllarını kendi yöntemlerinle zehirlememişsindir?”
“Eh, Felsefe Taşı yalanıma hâlâ kızgınsın anlaşılan. Ama ne yapabilirdim ki? Kime ‘Haydi gelin, uranyumun çekirdeğini parçalayalım.’ desem ‘Karşı komşumun kızını röntgenlemeyi tercih ederim.’ diye yanıtlıyordu. Onları deney tüplerine yaklaştıracak bir şeylere ihtiyacım vardı.”

“Öhöm…” diye araya girdi Galileo. “Konuşmalarınızdan çıkardığım kadarıyla Câbir bin Hayyan ile müşerref oluyorum.”

“Ta kendisi. Simyacı, kimyacı, şifacı, astrolog, filozof, fizikçi ve müzisyen!” dedi yaşlı büyücü, eğilerek selam verirken.

“Ve de palavracı…” dedi Merlin.
“Hah!” dedi Câbir, hiç de alınmış görünmeyerek. “Felsefe Taşı efsanesi olmasaydı bugün kimya diye bir bilim dalı olmazdı. Adamlar hâlâ atomun parçalanabildiğini keşfedemediler baksanıza! Oysa ben bunu 900 yıl önce söylemiştim onlara.”
“Her neyse…” dedi Merlin, “Bu Galileo. Dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlamaya çalışan biraderimiz.”

Üçü de saygı ile eğilerek selam verdi.

“Çalışmalarınızla yakından ilgileniyorum efendim.” dedi Nivtuno. “Özellikle teleskop keşfinizle…”

“Teveccühünüz. Biraz bilgi, bir tutam büyü, hepsi bu.” diye yanıtladı Galileo, keyifle.
“Bu şerefi neye borçluyuz acaba?” diye sordu Ruberboyle, merakla.
“Yardımınız gerekli.” dedi Merlin, Jabiryan’a yan gözlerle bakarak.

“Ben sizi biraz yalnız bırakayım o halde.” dedi büyücü anlayışla ve odayı terk etti.

Böylece Merlin içinde bulundukları durumu uzun uzun anlatmaya başladı. Kilisenin bilime olan bakış açısı, zorba yaptırımları üzerine konuştu uzun uzun. Engizisyon mahkemesinin hemcinslerine yaptığı işkence ve idamlardan bahsetti saatlerce. Ardından Galileo’nun içinde bulunduğu vahim duruma geldi söz. İki genç bu süre zarfında saygıyla dinlediler. Kimi yerlerde öfkelerini ve kızgınlıklarını göstermekten de çekinmediler.

“Bu kadarı da fazla!” dedi Ruberboyle, sonunda hararetle.
“Evet, birinin bu yobazlarla ilgilenme vakti gelmiş de geçiyor.” dedi Nivtuno.
“Kesinlikle.” dedi Merlin.
“Peki neyi bekliyoruz?” diye sordu Ruberboyle.

“Sizi.” dedi Merlin, gülümseyerek. “Eğitiminizi tamamladınız sayılır, artık yerküreye inme vaktiniz geldi diye düşünüyorum.”
İki genç parıldayan gözlerle baş büyücüye baktılar.
“Bu harika bir haber efendimiz.” dedi Nivtuno heyecanla.
“O halde isimlerinizi seçin.”
“Ben Robert Boyle adını alacağım o halde.” dedi Ruberboyle.
“Ben de Newton, Isaac Newton.” dedi Nivtuno. “Bu ismi Asimorov’dan duydum.” diye göz kırptı ardından.
“Öyle olsun o halde, Newton ve Boyle.” dedi Merlin. “Büyüşehir’in baş büyücüsü olarak sizlere yerküreye inme iznini veriyorum. Şu andan itibaren tüm gücünüzü ve zekânızı engizisyon ve benzeri kuruluşların direncini kırmak için kullanacaksınız. Dünyanın ve insanlığın kaderi sizin elinizde.”

İki genç bir kez daha eğilerek selam verdiler.
“Bu esnada Galileo ile buluşup onun araştırmalarını da devralacaksınız, sakın unutmayın.” dedi Merlin.
“Peki, ben ne olacağım üstat?” diye sordu Galileo.
“Sen bize yeterince hizmet ettin Galileo. Artık yerini gençlere bırakma ve aramıza dönme vakti geldi. Şimdi gidin. Büyü ve irfan sizinle olsun!”

Üç büyücüde Merlin’i selamlayıp ufak bir Pop! sesi eşliğinde gözden kayboldular. Baş büyücü kısa bir süre olduğu yerde durdu ve derin bir iç çekti. Sonra gözlerini yumup konsantre olmaya çalıştı. Gözkapaklarının altındaki gözleri sanki bir şeyleri görmeye çalışıyormuş gibi bir o yana bir bu yana yuvarlanıp duruyordu. Yüzüne geniş bir tebessüm yayılırken gözlerini açtı ve “Olacak bu iş.” diye mırıldandı kendi kendine.

“Şimdi, nerede kalmıştık? Muhteşem büyücü Merlin ve sakar hizmetkârı prens Arthur… Harika bir dizi olur, harika!” diyerek odasına giden koridora doğru ilerlemeye başladı.

– SON –

Bir tutam gerçek:

  1. Galileo Galilei, 1615 yılında Engizisyon mahkemesi tarafından dinsizlik suçuyla yargılanır ve kendisinden Kopernik’in teorisi olan, dünyamızın güneşin etrafında döndüğü iddiasından vazgeçmesi istenir. Galileo bu şartı kabul eder fakat 1632 yılında bu iddiasını yeniden ileri sürer. Bunun üzerine Engizisyon tarafından ömür boyu ev hapsine mahkûm edilir. Üzüntüsünden kör olan Galileo ölünceye dek yazmaya devam eder. 1642 yılında hayata gözlerini yumar.
  2. Bir kimyager ve simyacı olan Robert Boyle, 1641 yılında Galileo’yu ziyaret eder ve bir yıl boyunca onun çalışmalarını inceler. Boyle’un ayrılışından kısa bir süre sonra Galileo vefat eder.
  3. Isaac Newton ve Robert Boyle ortaya attıkları tezlerle kilisenin bilime bakış açısını çürütürler. Newton, yerçekimi ve aynalı teleskopu keşfeder, Boyle’un ürettiği fikirleri (yani Galileo’nun çalışmalarını) matematiksel formüllerle destekler. Kilise teslim olur ve bilimi tanır.
  4. Ebu Musa Câbir bin Hayyan, 721 yılında Horosan’da doğmuş İslami bir bilim adamıdır. Simya alanında önemli çalışmalar yapmış, kimya biliminin temellerini atmıştır. İngiliz fizikçi John Dalton’dan tam 1000 yıl önce maddelerin atomik yapısını gösteren tespitler yapmış, atomun parçalanabileceğini keşfetmiştir. Felsefe Taşı üzerine ilk önemli araştırmaları da kendisi yapmıştır.

Ufak Bir Müdahale” için 13 Yorum Var

  1. Çok başarılı bir öyküydü doğrusu. Galileo’yu Merlin ile bağdaştırmanız olağanüstüydü. 🙂
    Bir “Merlin” dizisi hayranı olarak son paragrafın çok hoşuma gittiğini söylememde bir mahsur yoktur umarım 🙂

  2. @ Defne: Teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Elbette mahsuru yok, bilakis memnun oldum 🙂 İnsanların sevdiği şeylere karşı savunmacı tutumunu bilirsiniz. Bu açıdan biraz endişeliydim bu hikayeyi gönderirken. Küçük esprilerimi anlayışla karşılamanız beni mutlu etti bu yüzden. Tekrar teşekkürler…

    @ Mustafa: Sağ olun, asıl okuduğunuz için ben teşekkür ederim. Hikayeye başlarken kafamda hiç böyle bir şey yoktu aslında. Ne olduysa Galileo’nun isminin kendiliğinden parmaklarımdan dökülmesiyle başladı 🙂 Tekrardan teşekkür ederim.

  3. Sevgili Mit, döktürmüşsün gene, keyifle okudum. Sen öykü yazarlığı konusunda diğerlerinin ağabeyi sayılacağından fazlaca övgü cümleleri sıralamayacağım burada, ama şunu eklemezsem de çatlarım: Öykülerin ruh halleri arasında başarıyla geçiş yaptırıyor: Geriyor, hüzünlendiriyor, gülümsetiyor… Yazıyı bu ruh hallerini biçimlemeye aracı edebildiğine göre, almış başını profesyonelliğe gitmişsin demektir. Yolun açık olsun. Sırada uzun soluk gerektiren romanlar mı var yoksa?

    İki de önerim var. Dikkate alırsan metinlerin daha akıcı olacak kanımca:

    1- Bağlaçları kaynaştırmalısın. Türkçemizin güzel bir özelliğidir. Yani, ‘ile’leri, ‘ise’leri kaynaştırarak yazman gerektiğini düşünüyorum, “elleri ile” değil de “elleriyle” gibi… Böylece cümleler arasında set gibi beliriveren bağlaçlar göz yormaz.

    2- “İki genç bir kez daha eğilerek selam verdiler” demişsin ya, deme. Doğrusu “İki genç bir kez daha eğilerek selam verdi” olmalı. Bu tip cümleler yayınlanan kitabında da bolca vardı. Gerçekte Türkçenin sıklıkla gözden kaçan ayrıntısıdır bu. Özne çoğulsa yüklemin de çoğul olması gerekmez. Ha, “Kim uyguluyor ki?” dersen, çok az kişi, ama senin uygulamanı dilerim. Bu çoğul takısı enflasyonundan da sıyrılırsan metinlerinde neredeyse hiç kusur kalmayacak.

    Sevgiler kardeşim.

  4. Teşekkür ederim Aşkın abi. Beğendiysen ne mutlu bana. Senin gibi usta bir kalemden böyle yorumlar alabilmek gerçekten de çok güzel.

    Emin ol eleştirilerin de en az övgülerin kadar, hatta daha da değerli benim için. Tavsiyelerini mutlaka dikkate alacağım. Yüklemdeki o çoğul durumuna hep takılır kalırdım. Hangisinin doğru olduğundan tam olarak emin olamıyordum çünkü. Sayende bunu da öğrenmiş oldum. Kimin uyguladığı değil neyin doğru olduğu önemli ne de olsa 😉

    Her şey için teşekkürler…

  5. Okurken yine bayağı güldüm, eğlendim ve tanıdık isimleri farklı halleriyle görünce sevindim! Diyecek çok şey olmasına rağmen bu sefer kısa kesiyorum ve tekrar tekrar helal olsun diyorum. Kalemine sağlık…

  6. Teşekkür ederim 🙂 Keşke biraz daha uzun olsaymış, senin görüşlerini merak ediyordum çünkü. Eh, buna da şükür 🙂 Tekrar teşekkürler…

  7. Aylık seçkilere ilk kez göz gezdirme şansım oldu ve sondan başlayayım dedim. 🙂 Oldukça akıcı, şen şatrak bir hikaye olmuş. Sanki bir iki yerde unutulan kelime vardı gibi geldi ama o kadar da çok göze çarpmıyor bence.

    Güzel bir tercihle, güzel bir başlangıç yapmışım. Verdiğin keyif için çok teşekkür ederim, saol ve başarılar.

  8. Selamlar Beyaz Gölge;

    Geç olması güç olmasından iyidir klişesi ile başlayayım söze. Eğer fırsat verirsen seçkide gerçekten de çok güzel hikayeler ve bir o kadar da yetenekli yazarlar olduğunu göreceksin.

    Yorumun için çok teşekkür ederim ayrıca. Şu unutulan kelimeler neymiş, merak etmedim değil hani… Keşke örnek verseymişsin.

    Asıl okuduğun için ben teşekkür ederim. Görüşmek üzere…

  9. Bir arkadasn tavsiyesi ile ilk kez girdim bu siteye. Gördügüm kadari ile köklesmis yazar arkadaslarmz var:)) Bu site benim tam aradigim yer. Ben üni. bitirdigimde iyi bir yazar olmak istiyorum ve okudugum hikayeler arsinda bu hikayeyi gercekten çok begendim ozellikle bilim adamlari, felsefeciler ve yazarlara yaplan isim cagristirmasi cok orjinal bir fikir bu yüzden hikaye çok ilgimi cekti. Tebrik ediyorum ve bu güzel hikaye için çok tessekürler:))

  10. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz o halde. Öykümü okuduğunuz ve yorumladığınız için de çok teşekkür ederim. Dilerim sizin yazılarınızı da bu sayfalarda görme şansını yakalarız. Tekrar teşekkürler 🙂

  11. Yemin ve Öç’ü okuduğumda da çok beğenmiştim. Genelde başkalarının yarattığı dünyaları yazan yazarları okumak hoşuma gitmez aslına bakarsanız; ama sizin üslubunuz hoşuma gitti. Çok fazla sırıtmıyor. Bu arada okuduğunuz kitaplardan ve izlediğiniz diziden adeta telmihlemeniz çok eylenceliydi. Ben de seçkiyi ilk defa okuyorum.

  12. Selamlar;

    Öncelikle Yemin ve Öç’ü okuduğunuz için teşekkür ederim. Beğeni ve eleştirileriniz benim için önemli.

    Normalde ben de başkalarının yarattığı evrenleri kullanmaktansa kendi özgün mekan ve karakterlerimi kullanmayı tercih ederim. “Kemiktepe’de bir gece” ya da “Ormanın sonundaki ev” adlı hikayelerimde olduğu gibi… Fakat arada bir bu tür göndermeler içeren mizahi yazılar yazmayı da seviyorum. Hem okuyanı/yazanı eğlendiriyor hem de biraz kafamı dağıtmamı sağlıyor.

    Seçkimize hoş geldiniz ve keyifli okumalar…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *