Öykü

Kan

Burası benim. Tüm yeşiller benim. Tüm mavilerde öyle… Hayat benim. Katlar yok bu âlemde. Çünkü âlemde benim…

Yükselen ve hiç durmayan bir müzik var içimde. Ben deli değilim. Sadece gerçekleri görebiliyorum. Ve gördüğüm tek şeyse kocaman bir bulut…

Dünyanın hâkimi olduğumu ilk anladığımda on yaşımdaydım. Babamın bir sinir krizi sonucu annemi öldürmesinden tam sekiz saat kırk iki dakika sonra ben Darab dünyanın bana ait olduğunu anladım. Zor olmadı. Sadece önümde biriken kan gölüne baktım ve annemin parçalanmış kafasına rağmen hala kımıldamaya çalıştığını gördüm. O bile bu haldeyken meydan okuyabiliyorsa, ben neden dünyaya hükmetmeyeyim ki? Başımı kan gölünden kaldırıp babamın dehşet ve zevkle yanan gözlerinin içine baktım son kez. Sonra, sanırım bu benim ilk cinayetimdi.

Tacımı başıma geçirişimin onuncu saatinde kara giysili adamlar beni o hengâmenin ortasından alıp bir battaniyeye sararak kaçırdılar. İşte o gün bu gündür şatomda, gerçek halkımla yaşıyorum. Ve gerçekleri görebilmeniz için size lazım geleni biliyorum. Bir parça kan…

Krallığımın kurulma anından bugüne tam on sekiz yıl, iki ay, on iki gün geçti. Ben zamanı tutmayı severim. Sevmemin sebebi bir yerlere acelem olması da değil sadece zaman bana hâkimiyetin sırrını fısıldıyor. Kendi orduma kattığım ve arındırdığım ruhların hesabını tutmamı sağlıyor aynı zamanda. Sizin dünyanızda ben bir kitapçıda çalışan sevimli ufak tefek bir kızım. Kitap dükkânı evrende konuşlandığım yerin iki sokak ötesinde. Sabahları işe dikkat çekmesin diye yürüyerek gidiyorum. Aslında oraya varmak için sadece derin bir nefes alıp ondan geriye saymam yeter ama olmaz. Ben sizin aranızda insanım!

Günaydın Pare nasılsın? Gülümsemek, bunu tanımla. Her gün yapıyorum ama kafamda bu eylemin bir adı yok. Adamlarıma sormam lazım. Günaydın Ahmet sen? Ahmet kitapçının sahibinin kuzeni… Kendi halinde çirkin denilebilecek bir yüze sahip. Hala hayatta olmasının bir sebebi de bu sanırım. Benim ordum için uygun değil. Dükkânı her sabah beraber açarız. Ben müşterilerle ilgilenirim. O ise kasa ile. Kitaplardan anlamaz ve okumaz. Ben severim oysaki. Kitaplar benim evrenime açılan paralel kapılar gibi. Onlar sayesinde kendi evrenimle sizinki arasında yolculuk yapabiliyorum. Tüm gün kararlı, kararsız, sırf merak olsun diye gelen ya da çocukların çenelerini tutmaları için onlara yırtacak sayfalar verme heveslisi bir sürü yaratıkla uğraşıyorum. Bazıları sessizce seçer ve sizi yormazlar. Bazıları ise akşam benim hedefim olabilmek için farkına varmadan mücadele ederler. Lakin o kadar kolay değil. Ben gerçeği görebilenleri gerçekle buluştururum.

İşte o günlerden birinde başladı hikâyem de. Onun içeri girişini hatırlıyorum. Soğuk bir aralık günüydü. Evet, benim dükkâna gelmemin üzerinden iki saat, on altı dakika ve kırk saniye sonra.

Ellerini ovuşturarak çıngıraklı kapımızı açtı. Soğuk ve sıcak hava buluşma anının heyecanını duyarken o gülümseyerek bana baktı. Merhaba dedi. Normalde buna benimde hoş geldiniz diye karşılık vermem gerekirdi ama donmuştum. Buldum diyordum içimden. Darab buldun. Bu o senin kralın. Ellerindeki eldivenlerden birini çıkarıp benim bulunduğum kitap rafına doğru yaklaştı. O anda tüm sahne baştan aşağıya değişmişti. Etrafta uçuşan mavi, mor flamalar vardı. Ben güzel beyaz kıyafetime tekrar kavuşmuştum. O ise kara, yeşil dar pantolonu ve beyaz gömleğiyle esen yele inat bana doğru geliyordu. Bizim kavuşma anımızı görmek isteyen halkım ise yolu yavaşça açıyor ve onun bana gelmesine izin veriyorlardı. O gülümseyen altın kahve gözleri, kıvırcık katran kara saçları ve koyu tenindeki mükemmel ışıldamayla bana doğru yürüdükçe etrafta ki herkes çığlık çığlığa bu mucizeyi kutluyordu. Evet dedim sonunda buldum seni. Elimi elinin içine alıp gözlerime baktı neden sonra. Evet dedi Darab buldun beni. Saçlarım açık mavi gökyüzümün altında dalgalanırken koyu kızıl güneşin hareleri boyadı bizi aşka. Halkım işte sizi kurtaracak kral dememe kalmadan bir anda korkunç bir çığlık etrafı sardı ve ben sizin evreninize geri düştüm. Ahmet’in sesiydi bu. Pare müşteriyle ilgilenmeye ne dersin? Hani bunun için para alıyorsun ya o açıdan. Omuzlarım çökük, başım yerde o mükemmel yaratığın olduğu tarafa doğru seğirttim. Merhaba dedim ince sesimle. Size nasıl yardım edebilirim? Gülümsemişti. Yani sanırım. Aynı anda iki evren arasında gidip gelmek bazen yorucu olabiliyordu. Sizi temin ederim çok yorucu olabiliyordu.

Gözlerime baktı sonra merhaba dedi. Aslında içeri girerken size seslenmiştim ama duymadınız. Bende kitaplara kendim bakmaya başladım. Aradığım özel bir şey yok aslında. Ama önerebileceğiniz bir şey varsa itiraz etmem. Konuşuyordu ama ben çoktan kararımı vermiştim onu bu sahte dünyadan kurtaracak ve kendi krallığımıza götürecektim. Başımı sallayıp konuşmaya konsantre olmaya çalıştım. Ben belki bir klasik önerebilirim size. Raflara doğru hızlı adımlarla yürüyordum. Bana dikkatle baktığını bilerek. Evet, o da beni tanımıştı demek ki. Biliyordu. İçim büyük bir sevinçle dolarak ona Shakespeare’in On İkinci Gece adlı eserini getirdim. Gülümseyerek başımı ona doğru kaldırdım. Nasıl bir şefkat vardı gözlerinde… Benim en sevdiklerimdendir dedim. Eğer okumadıysanız tasfiye ederim. Gülümseyerek elimden kitabı aldı ve gözlerime bakarak devam etti;

Gönlüne ben düştüm, adım gibi biliyorum. Elimden ne gelir ki ona acıyorum. Keşke bir hayale âşık olsaymış… Kılık değiştirmek… Meğer şeytanlıkmış. Kadınlığın yumuşacık yüreğinde, parlak sahteliğin iz bırakması ne kolaymış. Benimde favorilerimden biridir. Yine de öneri için teşekkür ederim. Yüzüne öylece bakmaktan başka bir şey yapamamıştım o an. Kitabı bana geri uzatmadan önce eline aldığı kalemiyle içine bir şeyler çiziktirdiğinin o gidince farkına vardım. Ne yazıyordu. Dünya üzerinde kendini olduğu gibi gösteren hiç kimse yoktur. Yarın saat ikide karşı kafe de olacağım. Belki bir kahve içmek istersin Pare. Boran…

Kitabı ellerimin arasına alıp bağrıma bastım. Ne kahvesi dedim içimden. Kralım senin için zehir bile içerim. Sonra derin bir nefes alıp günün geri kalanını bu boş âlemin çalkantıları arasında tamamladım. Eve vardığımda yapmam gereken asıl görevim geldi gözümün önüne. Ordum için seçtiğim canı almak. Üzerime her daim giydiğim siyah kıyafetleri geçirdim. Yüzüme yarım maskemi taktım ve odamı evrenler arası geçiş için hazırlamaya başladım. Yere renksiz muşambalarımı serdim. Özenle temizlemiş olduğum malzemelerimi çıkardım. Bir hançer, keskin bir bisturi, balta ve çöp poşeti… İşin en sevimsiz tarafı buydu. Bedeni burada bırakmak zorunda kalmam. O yüzden de onu parçalara ayırıp beni bulamayacakları kadar uzağa götürmem gerekiyordu. Göl kenarı, köprü altı vs… Hazırlıklarımı yaparken halkıma seslenmeyi sabırsızlıkla bekledim. Ordumu oluşturan ruhlardan aldığım parçaları sakince sandığımdan çıkartıp muşambayla kaplı odamın etrafına dizip konuşmaya başladım. Sevgili halkım, etraf yine benim flamalarımla bezendiğin de kendimi mutlu hissetmeye başlamıştım. İşte sonuna geldik. Evet, çok acı çektiniz biliyorum. Bu arada kalabalıktan gelen sevinç çığlıklarını bastırmakta zorlanıyordum. Zamanı geldi. Yakında kralınızla birlikte tamamen aranıza dönmüş olacağım. Sadece biraz daha dayanın. Dünyanın kötülüğü size artık dokunamayacak. Ölüm görmeyeceksiniz. Kan olamayacak. Yalnızca bu kızıl güneş ve koyu mavi mehtap eşlik edecek bize. Söz veriyorum.

Nefesimi düzenlemeye çalışarak dışarı çıktım. Arabama binip belirlediğim parka vardığımda zavallı askerimin bir bankta uyuyor olduğunu gördüm. Onun için yazdığım güzel kaderden habersiz öylece soğuktan korunmaya çalışıyordu. Tıpkı diğerleri gibi…

Arabayı park edip yanına yaklaştım. Önce uyanmasını sağlamalıydım. Etrafı kimse var mı diye kolaçan ettikten sonra elimle sarstım birazdan gerçek kaderine kavuşacak bedeni. Gözleri yarı uykulu açıldı. Ne var be diye bağırdı. Ne istiyorsun kadın. Canına mı susadın. Yüzümü seçmeye çalışıyordu. Bir şeylerin ters gittiğinin farkına varmıştı sanırım. Ben yüzüme sakin bir ifade verip hayır dedim. Sen susadın. Eldivenli ellerimi ağzına bastırıp bayıltıcı maddeden bol miktarda teneffüs etmesini sağladım. Kendinden geçti. Etrafa tekrar hızlıca baktıktan sonra onu önce yere yıktım. Sonra da koltuk altlarını ellerimle kavrayıp arabaya sürükledim. Aslında bunu tam yedinci kez yapıyor olmamdan dolayı epey sıkıcı bir rutin haline gelmişti. Ne saadettir ki yediler bu adamla tamamlanmak üzereydi. Eve vardığımda onu içeriye sürükledim. Hiç uyanmadı. Odaya getirip işlemlerime başlayacağım masaya yatırdım. Ellerini ve ayaklarını bağladıktan sonra bir enjektöre potasyum çekip o daha gözlerini açamadan onun dünya saatini durdurdum. Ona acı vermemem gerekiyordu. Onu acıdan kurtarmak için olsa bile. Derin bir nefes aldıktan sonra kan akıtıp gerçeği görmesini sağlamaya başladım. Yavaşça dirildiğini, gözlerini evrene açtığını görebiliyordum. Darab diyordu herkes onu bize getir. Kollarından gelen kanı koyu mavi şişemin içine akıttım. Ondan bir parça olsun diye kıyafetinden bir düğme aldım. Bu geçiş için yeterliydi. Şimdi yapmam gereken tek şey onun kalan işe yaramaz bedenini parçalara ayırıp herhangi bir yere bırakmaktı. Kimsenin gözüne eziyet etmeyecek bir yere. Sonuçta insanlar görmedikleri şeyden rahatsız da olmuyorlardı. Bilseler bile.

Kollarını, bacaklarını parçalara ayırdım. Başı, gövdesi… Şu insan anatomisi çok ilginçti. Aslında hoşuma gidiyordu. Hem parçalayıp hem de incelemek. Onu torbalara yerleştirirken içimden şarkı söylemek geldi. Ama saygısız bir kraliçe değildim, yapamazdım.

Her şey bitip de eve döndüğümde sadece kralım için hazırlanmak kalmıştı geriye. Etrafı temizleyip bir duş aldım. En güzel kıyafetimi bulup çıkardım. Uçuk pembe çiçekli bir kazak, sadece özel zamanlar için ayırdığım dar kesim mavi bir pantolon ve gri çizmelerim. En sonuncusu da beyaz mantom…

Boran nerelerdeydin? Seni çok merak ettim. Genç adam annesinin alışık olduğu endişe krizlerinden birinin tam ortasında şiddetli baş ağrılarına tahammül etmeye çalışıyordu. Bundan yaklaşık iki yıl önce konan teşhisin ardından bu dünyanın sahteliğine alışmaya çalışmaktan ve gereksiz anne endişelerinden çok sıkılmıştı. Ve tabii bir de o korkunç baş ağrıları vardı. Ne demişti doktor; oğlum beyninde bir tümör var. Ne kadar dayanabileceğini bilmiyorum ama seni ağrılarından kurtarabileceğimiz tedavilerimiz var. Doktorun odasında sakince oturmuş öleceği günü düşünüyordu. Bir yıl, belki de iki fakat daha fazlası yoktu.
Ağrı kesici dolabına yöneldi Boran. Cevap vermeye gayret gösteriyordu bu arada. Kitapçıya gittim anne. Sadece biraz hava almak istedim. Lütfen kes artık şunu. Elleri titriyordu. Ağrı kesici kutusunu tutmakta bile zorlanıyordu konuşurken. Dizlerinin üstüne çöküp derin bir nefes aldı. Biraz su dedi sesi titriyordu. Annesi arkasından yetişip onu göğsüne yasladığında acıyla gözlerini kapattı. Her şey silinip gitmişti yeniden.

Oturma odasında gözlerini tekrar açtığında saatin tik takları ilk duyduğu ses oldu. Annesinin bakışları sevgi ve acı karışımı bir sıvı gibi içine aktı. Bir kızla tanıştım dedi fısıltıyla. O da benim gibi Shakespeare hayranı. Yarın onunla bir kahve içmeye gideceğim. Yerinden doğrulup annesinin yüzünü avuçlarının içine aldı. Lütfen anne ağlama. İkimizde sonun ne olduğunu biliyoruz. Annesi toparlanmaya çalışarak sordu oğluna, güzel mi bari? Boran terli yüzünde beliren kocaman bir gülümsemeyle cevap verdi. Evet, çok güzel… Ufak tefek, koyu kahve saçları var. Kocaman gözleri ve birazda şaşkınca bir kız. Ondan hoşlandım anne. Birbirlerine sarılıp dillendiremediklerini susarak paylaştılar o an.

Hadi saat gel artık. Onunla tanışalı 24 saat, on altı dakika ve kırk saniye oldu. Az kaldı. Halkım kralınızla tanışmanıza az kaldı. Yediler tamam. Krallık hazır. Şatom tüm ihtişamıyla bizi bekliyor. Bu arada yine Ahmet’in sinir bozucu sesi var tabii. Geliyorum. Sen nereye gidiyorsun böyle? Karşıdaki kafede bir kahve içeceğim dedim şirin olmaya çalışarak. Bak öğle aramda çalıştım. Şimdi müsaadenle gidebilir miyim? Söz iki saat içerisinde dönerim. Ahmet o buruşuk ifadeyle yüzüme baktıktan sonra baş işaretiyle kaybol dedi. O an sevinçten ölebilirdim. Koşarak mantomu giydim. Kapının yanındaki aynada son kez kendime baktım ve dışarı fırladım. Karşıdan karşıya öyle bir telaşla geçmiştim ki neredeyse araba çarpıyordu. Kafeden içeri girdiğimde onu üzerinde mavi bir kazak ve kot pantolonu ile ayağa kalkmış beni beklerken buldum. Yanına doğru yaklaştığımda elinde sarı, beyaz kaplı küçük bir kitap olduğunu gördüm. Kapağında dün bana not yazmakta kullandığı kalemi de vardı. Shakespeare… Gülümseyerek bana uzattığı kitabı aldım. Gözlerimi ondan ayırmadan merhaba dedim. Sadece iki saatim var. Merhaba dedi o da. Bu kadarı da yeter şimdilik…

O iki saat hayatımın en güzel saatleriydi. İlk kez sizin evreninizde olmaktan keyif aldığım ve masumiyetle tanıştığım o saatlere dua ettim. Kralım artık benimleydi ya, gerisinin ne önemi vardı ki? Onun bir yazar olduğunu öğrendim. Kitap eleştirmenliği yapıyordu. Çoğunlukla klasikler… Evinden pek çıkmazmış. Güzel yüzünde bir acı ifadesi vardı gülümserken bile. O da bu dünyada olmaktan memnun değildi. Anlamıştım. Sonraki gün buluşmak için sözleştik. Sonraki gün kendi evrenimizde huzur içinde bir olacağımıza bende içimden söz vermiştim o an.

Gecenin bitmesini sabırsızlıkla bekledim. Günün benim kızıl güneşim misali yüzümüze vurmasını. O başka bir evde bende başka bir evde geçireceğimiz son gün olmasını. Bir ara ona tüm gerçekleri anlatmam gerektiği takıldı aklıma. Anlar mıydı beni? Hak verir miydi yaptıklarıma? Verirdi elbet. Hem kan uyanıştı. Ben sadece o zavallıları uyandırmak için öldürmüştüm değil mi?

Sabah olduğunda gözlerim kendiliğinden açıldı. Kararımı vermiştim. Ona her şeyi anlatacaktım. Yalan üzerine kurmayacaktım aşkımızı. Kılık değiştirmeler olmayacaktı. Kitapçıya doğru umutla yürümeye başladım. Ahmet kapıya tünemiş beni bekliyordu. Yine anahtarını unuttun sanırım, günaydın dedim. Başını iki yana sallayıp tek kelime etmeden içeri girdi. Bu evrenin yaratıcısı çok sabırlıydı. Ben olsam bu adamı duvara çivileyip liflerine kadar ayırırdım. Gün başladığında sevincim giderek arttı. Arada bir rafların arasında kendi evrenimin yeşilini, mavisini gördüm. Büyüyen sarmaşıklarım siyah beyaz bu evrene taşıp kollarıma bilezikler veriyordu. Sonunda öğlen olunca rahat bir nefes aldım. Kapının çıngırağı kralımın gelişini haber verdi. Ahmet’e ben gidiyorum deyip şimşek hızıyla elimdeki kitapları kucağına bıraktım. Kasanın önünde beni bekliyordu. Kırmızı kazak ve siyah kadife pantolon… Saçlarını arkasından toplamıştı. Kaşe mantosunun önü açıktı. Ve tabii deri eldivenler. Çiçekler dikkatimi çekti. Mor karanfiller… Biliyordu. Benim rengimi de biliyordu. Yanına gidip hiç bir şey demeden çiçekleri aldım. Burnuma götürüp kokularını içime çektim. Bakışlarım onun güzel dudaklarına kaydı. Bugün biraz solgun görünüyordu. Alnında da bir parça ter vardı ama yine de muhteşemdi. Uzanıp elini tutmak istedim. Eldivenini çıkarıp elimi avucunun içine aldı. Öptü. O anda sarmaşıklarım yerlerinden fırlayıp ikimizi de tüm karalardan arındırmak için sarmaladı. Mucize buydu.

Yan yana yürümeye başladık. Sonunda önünde durup sordum. Boran buradan başka bir evrenin varlığına inanır mıydın? Hiç kötülüğün, kanın, hastalığın olmadığı bir evren. Kimsenin karısını öldürmediği… Boran soru soran gözlerle baktı bana. Aslında inanırdım dedi. Seninkilerin başına gelen bu muydu? Hani şu kaza dediğin. Başımı önüme eğdim. Hiç beklemediğim bir şey yapıp bana sıkıca sarıldı. Senin suçun değildi Pare. Sen daha küçücüktün. Bak, hayat burada ya da senin evreninde tabii öyle bir yer varsa, çok güzel. Her şeye rağmen… Başımı o güzel kokusundan sıyırıp yüzüne baktım. Benimle oraya gelir misin dedim. Ben burada acı çekmek istemiyorum. Bir hiç olmak istemiyorum. Sözlerim hıçkırıklarıma karışıyordu. Yine başımı omuzlarına gömdüm. Gelirim dediğini duydum hayal meyal. Kitapçıya kadar yürüdük el ele. Bu akşam gelecekti beni almaya ve biz kendi muhteşem dünyamıza dönecektik. Biz yürürken her yer çiçeklerle, flamalarla kaplanıyordu. Beyaz elbisem her sokak başında üzerimden bir görünüp bir kayboluyordu. Canını acıtmayacaktım hiç. Önce ona yapacaktım iğneyi. Sonra kendime. Böylece biz krallığımıza bizi bekleyen insanlarımıza dönecektik. Kızıl güneşimiz ve gökyüzümüz olacaktı. Sarıya, maviye, yeşile dönen… Ayrılırken dudağımın kenarına bir öpücük kondurdu. Günah dudaklarımda şimdi dedi fısıltıyla. Yüzüm kızarmıştı.

Akşam olduğunda heyecanla beklemeye başladım. Ne yapacağımı kafamda bir bir hesaplamıştım tüm gün. Önce onunla eve gidecektik. Sonra ben ona hikâyenin geri kalanını anlatıp kendi evrenimize geçiş yapmasını sağlayacaktım. Bekledim. Geleceğim dediği saatin üstünden tam otuz dakika, elli saniye geçmişti. Ardından bir saat daha geçti. Neredesin Boran? Bir anda aklıma bana verdiği telefon numarası geldi. Tezgâhın önüne gidip numarayı tuşladım. Çevir sesi bana ölüm sessizliğini hatırlatıyordu. Ağlama diyordum içimden kendime. O seni terk etmiş olamaz.

Telefon ağlamaklı bir kadın sesiyle açıldı. İyi akşamlar dedim tereddüt içinde ben Pare, Boran’la görüşebilir miyim? Ses bir taraftan burnunu çekiyor bir taraftan da konuşmaya çalışıyordu. Ben Boran’ın annesiyim kızım diyebildi sonunda. Biz hastanedeyiz. Sana adresi vereyim. Lütfen gel sürekli seni sayıklıyor. Telefonun ahizesi ellerimin arasında ateş parçası gibi yanmaya başlamıştı. Koşarak çıktım dükkândan. Bir taksi çevirip hastanenin adını söyledim. Bu arada kafamı ne zaman dışarı çevirsem halkım kızgın bir şekilde bana bağırıp ağza alınmayacak şeyler söylüyordu. Ben onları kandırıp oraya hapsetmiştim. Ben yalancı ve katildim. Arabanın içinde hayır diyordum acıyla. Ellerimi kulaklarıma götürüp hayır diyordum. Taksi durduğunda cebimdeki tüm parayı çıkarıp ön koltuğa attım. Arkamdan gelen koyu kırmızı kana bulaşmadan koşarak hastaneden içeri girdim.

Boran diye bağırıyordum ki koyu tenli ufak tefek bir kadın beni kollarımdan tutup kendine doğru çekti. Hıçkırıkları boğazıma düğümlendi. Ben annesiyim kızım dedi. Adım Fatma. Sakin ol. Hadi yanına götüreyim seni. Sana ihtiyacı var. O ömür kadar uzun koridordan geçerken kafamda halkımın sesleri, yanımdaki kadından onun hasta olduğunu öğrendim. Ölüyordu. Nasıl?

Odaya girdiğimde bir sürü ışık ve sesler vardı. Makinelerle sarılmıştı etrafı. Yanına yaklaşıp oturduğumda gözlerinin zorla açıldığını gördüm. Özür dilerim dedi gelemedim. Ağlamaya başladım. Ellerine yapıştım sıkıca. Gitme ne olur. Sen benim kralımsın. Gülümsemeye çalışan gözlerini gördüm. Alnı terden sırılsıklamdı. Yavaşça fısıldadı. Pare beni de senin evrenine alır mısın? Orada devam edebiliriz. Hem burayı ikimizde sevemedik bir türlü. Başımı evet anlamında sallayıp alnını, dudaklarını öptüm açlıkla. Gözleri son kez kapanıp da sesler artmaya başladığında beni çekerek odadan çıkardılar. Annesine sarılıp gözlerimi kapadım. O gitmişti.

Annesiyle vedalaşıp eve döndüm. Onun en sevdiği eldivenlerini göğsüme sıkıca yapıştırıp geçiş odasına yöneldim. İğneye sıvıyı çekip koluma batırdım. Bekle dedim fısıldayarak, geliyorum. Sıvı damarlarımda yol alırken onun gülümseyen yüzü yanımdaydı. Bir anda çiçekler ve sıcaklıkla dolan benliğim onun kollarının arasında huzur buldu. Herkes mutluydu. Biz bir olmuştuk artık. Acı kalmamıştı. Sarmaşıklar etrafımıza dolanmaya başladığında yeminimizi çoktan etmiştik. Ve bu kez kana ihtiyaç duymamıştık birleşmek için.

Kan” için 3 Yorum Var

  1. Selamlar;

    Bu ay beni şaşırttığınızı söylemek isterim önce. Daha önceki hikayelerinizden epey farklı ve bir o kadar da çarpıcı olmuş Kan. Yanlış anlaşılmasın, öncekileri de sevmiştim ama bu daha da keyif verdi bana okurken. Diğerlerine nazaran daha gotik bir havası olduğundan olabilir.

    Haddim olmayarak ufak bir tavsiyede bulunmak istiyorum size. Hikayenin ortalarında Pare’nin bakış açısından çıkıp Boran’a geçiyoruz. Ä°ÅŸte o noktada zaman ve mekan deÄŸiÅŸtirdiÄŸimizi gösteren bir iÅŸaret, bir belirteç vb olmadığı için ufak bir anlam karmaÅŸası yaÅŸanıyor. Burada iki paragraf arasında *** gibi bir ayraç kullanmanız çok iÅŸe yarayacaktır.

    Kaleminize saÄŸlık…

  2. Merhaba:
    Az önce “Issız Åžato” için bir eleÅŸtiri denemesi yaptım. Umarım kırıcı olmamışımdır. Biraz daha dikkatli bir eleÅŸtiri yapmalıyım o öykü için.

    Sakın şımarmayınız ama bence usta işi bir öykü olmuş. Ben bu tür yazıları sevdiğim için sonuna kadar sıkılmadan okudum. Birinci tekil şahısla öyküyü anlatmak ilk başta kolay gibi görünse de aslında zordur. Düşüncelerinizi olduğu gibi kağıda aktarıyorsunuzdur. Ama hata yapma olasılığınız vardır her zaman. En büyük hata ise kendi iç dünyanıza dalıp okuyucuyu sıkmak oluyor zannımca. Yinde ben sıkılmadan okudum. Elinize sağlık

  3. Merhabalar,
    Haddim olmayarak, diÄŸer okurlar kadar usta olmasamda naçizane bu güzel öykü için bende iki yorum yapmak istedim. Çok etkileyici gerçekten Melahat hocam. Hocam demek daha uygun olur herhalde sizin gibi usta yazarlara… YüreÄŸinize saÄŸlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *