Öykü

Umulmadık Bir Bozgun

Tertemiz bir öğlen göğü güneşinin açık denizi seyrettiği esnada, kocaman bir baş bodoslaması berrak mavi denizi biçerek kendine köpüklü yollar açmaktaydı. Gündoğusunu iğneden almış, son sürat batıya giden kalyon, iki yüz yirmi ayak uzunluğundaydı ve yelkenlerinin tamamı siyahtı. Üç direğinin aralarına yerleştirilmiş iki adet mancınığı vardı. Asıl silah olarak kullanılan bu aletlerden birisi pruva ile grandi direkleri arasında, çukur güvertedeydi. Diğeri ise grandi ve mizana direkleri arasındaki ana güvertede yer almaktaydı. Yelkenler erimlerini kapattığı için pupa ya da baş yönüne atış yapamıyorlardı, ancak bu açığı kapatan başka ağır silahlar da vardı; balistalar. Ana güvertenin iki yanındaki ek güvertelere iki büyük balista yerleştirilmişti. Bunların yanında; geminin en yüksek güvertesi olan kıç kasarasında, mizana direğinin hemen ardında bir tane, pruva direğinin önünde bir tane daha ve üst üste iki balista güvertesinin sancak ve iskeleyi gözleyen beşer lombarındakiler ile toplam yirmi dört balista vardı.

Bu gıcır gıcır, tam armalı büyük gemi, iki yüz kadar azılı korsan denizci tarafından yürütülmekteydi. Teknesi sade hatlara sahipti ve parlak, cilalı sedir rengiydi. Kıç tarafın ve balkonun göz alıcı süslemeleri ise bu sularda sık rastlanır cinsten değildi; Çeşitli oyma ahşap savaşçı heykellerinden yapılmış şeritlerin beraberinde pek çok yaldız çerçeve ve kimi boş kalan yerlere resmedilmiş renkli muharebe görüntüleri dikkati çekiyordu. Her yönden, bu pahalı dilber alışıldık kara bayraklı gemilerin döküntülüğünden epeyce uzaktı ve denizleri kendi aralarında çekiştirip duran onca heybetli krallığın ön saf gemileri kadar kalıplıydı.

Böylesi bir farklılığın sebebiyse kuşkusuz, kaptanımız Soheil Çıpakesen’in uzun uğraşları ve son zamanlarda pek yaver giden şansı idi. Mağlup Yeşimay donanmasının dağıtılması fırsat bilinerek o civarlarda akın edilen köylerden, yağmalanan ve ele geçirilen gemilerden elde edilen büyük ganimetlere nail olmuştu. Bu sayede ısmarladığı görkemli gemisi için saydığı günler, nihayet bir hafta kadar önce tükenmişti ve şimdi kendisi yumruklarını beline dayamış, buyurgan ifadesiyle gurur içinde ana güvertede, serdümenin yanında bekliyordu.

Dış görünüşüne kendini bir hayli kaptırmış olan kaptan, beyaz diril gömleğinin üstüne eflatun bir tafta redingot giymiş, özel diktirdiği soluk siyah denizci pantolonundaki köpekbalığı derisi kemerine dövme gümüş bir toka takmıştı. Huni konçlu, perçinli çizmesi güvertede tokurtular yaratırdı. Biraz pejmürde kalan uzun siperlikli yuvarlak şapkasını ise başından hiç eksik etmezdi, ne de olsa bu şapka denizlerde geçirdiği engin zamanın ta başlarından beri onunlaydı.

Kaptanın hafif esmer bir yüzü vardı, ne de olsa bir Kadaganlıydı. Bir çöl imparatorluğu olan Kadagan ise aslında kıyısı olmayan bir yerdi. Hal böyle olunca, Soheil şimdiki kaderine uzun takipler ve tutkusu sayesinde kavuşmuş oluyordu. Küçükken denizler hakkında dinlediği hikâyelerden öylesine etkilenmişti ki, o kurak yerde denizciliğe dair okumadık kitap bırakmamıştı. Hatta en sonunda, ülkesini terk edip Hoarador’un kıyı kentlerine doğru maceraya atılmayı bile göze almıştı. Başka ülkelerin taraf tutan donanmalarına katılmak yerine bağımsızca korsan olmayı yeğliyordu.

Kaptan efendi, güzelce çapullanabilecek değerli eşyalarla dolu ve façası batmış bir yük gemisinin her an tecelli edebileceğinin beklentisi içinde, rahatsızca yerinden ayrıldı ve gemiyi dolaşmaya koyuldu. Çukur güverteye doğru gitti ve ağır ağır merdivenlerden indi. Sancak küpeştesinden boş boş bakınan kel gemi büyücüsünü görünce, biraz laflamak için onun yanına yöneldi. Geminin tıkız büyücüsü, bütün gün tayfaları pişirmek niyetiyle inatla havada asılı duran güneşe ve dazlak başına rağmen, başlık kullanmamakta ısrarcıydı. Gerçi kafasının parlamasına bile izin vermeyen mat ve renksiz kir tabakası hesaba katılırsa, buna pek ihtiyacı varmış gibi de görünmüyordu. Kaptan yanına vardı ve:

“Buraların böyle ıssız olmaması lazım. Talihsiz olmalıyız bugün.”
Korsan büyücü huzursuz bir sesle: “Bence tam tersi. Etraf Ravilyon firkateyni kaynıyor olmalıydı. O kadar düşman arasından sağ çıkamazdık.”

“Bu sularda Altın Rüzgâr’ı kovalayabilecek gemiye rastlayamazsın. Ondan, endişelenmen yersiz. Eğer…”

Ve o anda, kaptan ile büyücünün hemen üstünde bir yerlerden gözcünün kulak yırtan haykırışı patlayıverdi:

“Av göründü! İskele baş omuzluk yönünde, Kuzeye giden iki direkli bir karavel!”

Soheil vakit geçirmeden başüstüne seğirtti ve katlanır dürbününü açtı. Beklediğini bulamamıştı ama bu da idare ederdi, temizce ele geçirilirse iyi bir meblağa satılabilirdi. İki direğinde birer latin yelken taşıyan karavel büyük ihtimalle Foaron’a seyrediyordu. Kalyon aynı hızı koruduğu takdirde ona yetişebilirdi. Ravilyon ile Foaron arasındaki bu işlek açıklarda, korsanlarca yağmalanmayı hiç ama hiç ummamış olacaklardı! Kaptan döndü ve çukur güverteye yürüdü, karşılaşmaya henüz vakit vardı ve o ana kadar biraz teftiş yapacaktı.

Büyük metal mızraklar balistalara yerleştirilmeye başlanmıştı. Kaptanın emriyle mızrak ve oklarda ateş kullanılmayacaktı, ayrıca hazırlansalar bile o emir verene kadar mancınıklar salınmayacaktı. Tayfalar siyah dişleri arasından sırıtarak homurdanmaya ve palalarını temizleyip, hançerlerini sallamaya başlamışlardı bile. Bu, yeni gemiyle iştirak edecekleri ilk savaş olacaktı. Soheil merdivenleri tırmandı ve gözcüyle görüşmek için balista güvertesinden tekrar çukur güverteye döndü. Esasen diğer gemi şimdi kalyonun baş yönünde, kolaylıkla görülebilecek mesafedeydi. Apaz seyrinden pupa seyrine geçer de kalyon onun rüzgârını kesmezse, arayı açabilecek kadar esnek bir karaveldi.

Grandi babafingo çanaklığındaki gözcü avaz avaz anlatmaya başladı:

“Ravilyonlu bunlar! Ama bir dakika, Foaron bandırası da toka ediyorlar…”

Korsanların bir Foaron gemisine saldıracak kadar gözü pek olmadıklarını sanıyorlardı galiba.

“…Sancak alabanda ettiler!”

Bunun üstüne kaptan şaşırmıştı: “Demek kaçmadılar ha? Üstüne üstlük harbe cesaret ediyorlar. Etkilendim doğrusu! Serdümen! Alesta manevra!”

Ravilyon –ya da Foaron- karaveli Orsa alabanda tramola yapmak için çark ediyordu. Kaderlerini çoktan kabul etmiş olacaklardı zira bu yaptıkları açık açık Altın Rüzgar’ın ona aborda etmesine izin vermekti. Soheil ise kör tramola atmasını ümit ederekten kurban gemiyi izliyordu. Maalesef öyle olmadı ve karavel dönmeyi başardı. Bununla birlikte, artık balista menzilindeydiler.

Soheil buyruklarını vermeye başlamıştı bile. Serdümene dümeni üç kerte sancağa basmasını emretti, buna ek olarak gabyarlar ileri geri koşuşturmaya ve hız kesmek için babafingoları, gabyaları, velenaları, flokları ve cıvadra yelkenini istinga etmeye başladı. Devamında mayıstıra, foa ve trinket de toplanacaktı. Ayrıca ayıbacağından çıkıldı ve sancak kontra için serenler prasya edildi. Serdümene karşıla emri de verildiği gibi baş kasarasındaki büyük balista ilk atışı yaptı. Temreni tutuşturulmamış koca demir mızrak karavelin pruva yönündeki yelkenini delip geçmişti. Bu gelişmeye sinirlenen kaptan:

“Hay akılsızlar! Yelkenleri vurmayın da tayfaya hedef alın…”

Aynı sırada karavelin baş üstündeki balistadan fırlayan mızrak tam baş omuzluğa isabet etti ve kaplamalardan içeri girip bir iki kaburga kırdı.

Sinirlenmeye başlayan kaptan: “Hele indirin şu balistayı!”

Sonraki atış suya gömüldü ve ondan sonraki ise karavelin bordasından küçük bir yer yırttı. Aradan geçen sürede gemiler birbirlerinin ok atımına girmişlerdi. Okçular rahat görmek için küpeşte taraflarına akın ediyordu, kimileri ise çoktan çanaklıklara tünemişti. Atış serbest emri alınmıştı, ilk oklar gezlendi. Düşman gemiden atılan oklar da Altın Rüzgâr’a doğru dalışa geçiyordu. Fakat düşman okları alevliydi ve başta açık yelkenler olmak üzere vurdukları yeri tutuşturuyorlardı. Özellikle bu okların düştüğü yerlere atılıp ellerindeki su dolu kovaları yalımlara boca etmek için, çoğunluğu yüksek yerlerde; iskalaryalarda, çanaklıklarda ve basadoralarda olan çok sayıda korsan çalışıyordu.

Korsanların baskın gelen miktarından dolayı, karavelin tayfası ok yağmuru altında sapır sapır dökülüyordu. Buna rağmen olması gerekenin çok üstünde korsan öldürmüşlerdi, ister istemez geminin bir okçu nakliye gemisi olması gibi bir takım kuruntulara sebebiyet veriyorlardı. Derken, birden bire iyi bir gelişme peyda oluverdi; karavel iskele ek güvertedeki büyük balistanın da menziline girmişti ki, yapılan ilk atış, düşmanın birkaç başarılı vuruş yapmış olan balistasını ve baş üstünü dağıttı. Balista amirinin devamında kustuğu zevkten dört köşe olmuş kıkırdayış ise duymaya değerdi.

Gemiler şimdi iyiden iyiye aborda hizasına gelmek üzereydi. Düşmekte olan okları havada geri püskürtmekle uğraşan büyücü, karşı gemiye saldırmak amacıyla iskele başüstüne geçti. Tam büyüsünü hazırlamak için kollarını kaldırmıştı ki, gördüğü şey aniden donup kalmasına neden oldu. Aynı şeyi kimi tayfalar da görmüştü. Ganimet hülyalarının ve titrek, aykırı hırlayışların kalabalıklaşmış olduğu o anlarda, iskele kemereden parlak bir şey yaklaşmaya başladı. Gri gri yanan bu büyük küre hızla ilerlemekteydi. Onun ne olduğunu diğerlerinden birazcık daha erken kestirmeyi başarmış olan büyücünün gözleri birden fal taşı gibi açılmıştı. “Varda!” Diye haykırmaya yelteniyordu ki, niyazı gırtlağında sessiz bir cızırtı olarak düğümleniverdi.

Gri küre temas eder etmez korkunç şiddetli bir patlama meydana geldi ve geminin iskele vasat bordası büyük gürültüler eşliğinde paramparça oldu. Aynı zamanda landa demiriyle iskele ana çarmıkları da telef olmuştu. Postalar baştan aşağı zangırdamış, omurga acı gıcırtılarla inlemişti, gemi yalpa vurmuştu. Bazı talihsizler denize fırlamıştı. Hala havada uçuşan toz, tahta, kıymık, palanga, ufalanmış demir ve halat parçaları vardı. Yetmezmiş gibi, bunlardan bazıları ta yandaki karavele kadar uçmuştu. Kendine gelebilmiş bir takım denizci ve aylakçılar acilen yetişip, kovalarındaki suları gemiyi kemirmeye başlamış gri alev kalıntılarına savurdular.

“Gri alev olur muymuş be!” Gibisinden cesareti kırılmış sızlanışlar işitiliyordu. Feci derecede afallamış olan kaptan, gemideki hasarı izleyerekten ağlamaklı bir tonda emirler yağdırmaya devam etti. Ok çatışması sürmekle beraber, her nasılsa karavelin tayfası üstün gelmekteydi. Soheil kazanacağından o mertebe emindi ki, kandan sırılsıklam bir hale gelen zemine basanlar kayıp düşmesin diye yerlere kum bile serptirtmemişti. Oysa kendisi bile birkaç kez, oklanmış tayfanın kanından yuvarlanma tehlikesi atlatmıştı.

Böylece her iki gemiden de uçlarında büyük kancalar olan rampa halatları fırlatılmaya başlandı. Çengeller küpeştelere takılır takılmaz, pek çok tayfa yüzlerini buruşturaraktan asılmaya koyuluyordu. Karavel ağır aksak kalyona sürüklenedururken, kaptanın gözüne karşı gemiden birisi çarptı. Çanaklıkta duran kar gibi tenli, sarışın bir afet, bir solukta gerdiği yayından kesintisiz bir biçimde oklar yolluyor, art arda gerdiği o silahtan çıkan her ok kesinkes bir zavallıyı deşiyordu. Soheil ömrü boyunca bir kere bile hatun okçuya rastlamamıştı, hele ki denizde rastlaması olacak iş değildi! Sonunda gemiler borda bordaya geldiğinde, kılıçlar çekildi ve rakip tayfalar dişlerinde hançerlerle küpeşteden küpeşteye zıplamak suretiyle birbirlerini boğazlamak için atıldılar. Frengilerden, bilhassa kalyonunkilerden oluk oluk kanlar akıyordu.

Her ne olduysa işte o zaman oldu ve sırtındaki yeşil pelerinini dalgalandıra dalgalandıra karavelden Altın Rüzgar’a atlayan o lacivert ceketli savaşçı çıkageldi. Uzun kara saçları olan bu keskin yüzlü adamın pek garip kılıçları vardı. Şöyle ki, sapı ortasında yer alan, bıçakları iki yana doğru uzayan kılıçlardı bunlar, iki elinde birer tane vardı. Onları pervane gibi döndürmeye başladığı vakit, hiçbir korsan karşı koyamadı ve adam önüne geleni biçti. Takip edilemez bir hızda uçuşan bu bıçaklar, adeta arkasında onlarca bıçağın daha izini daha bırakaraktan, iki kolda fırıldak gibi korsanların arasından geçiyor, kılıçları uçuruyor, uzuvları parçalıyordu. Bu kadarıyla kalmayan adam bir büyücüydü ve her fırsatta yılankavi şekillerde boşanan gri alevleri ile birilerini haşlıyordu.

Bütün adamlarının bir bir öldürülüşüne şahit olan korsan kaptanın benzi atmıştı. Tedirgince gemiyi arşınlıyor, güm güm atan kalbiye sağa sola alabanda veriyordu. Denizcilerini karınca gibi ezen bu adam yüzünden çıldırma aşamasına gelmiş kaptanın tüm emekleri eriyip gidiyordu. Yüz yüze olduğu durumun dehşetinden nobran halini iyice yitirmiş sesi ile:

“Saldırın sizi tabansızlar! Bir kişiye karşı koyamıyor musunuz be! Yisa! Yisa ya yisa!”

Başlarda höt diye gürleyerekten düşmanın üstüne atlayan korsanlar şimdi kaçacak delik arıyorlardı.

Soheil tam bakışlarını karavele çevirmişti ki, okçu kızın çarmık halatlarından çevikçe aşağı doğru kaydığını gördü, ondüle saçları berisinde savruluyordu. İpler sonuna geldiğinde tek bir güçlü sıçrayışla kalyona geçti ve hızlı, etkili bir tekme kaptanın suratında şaklayıverdi.

Umulmadık Bir Bozgun” için 4 Yorum Var

  1. Kısa bir olay kısa bir öykü. O terimleri ve kelimeleri kullanmak için mi yazdın acaba 😛 Kelime haznene hayranım.

  2. Bir ” Amat” okudum ben az önce bu hikayede :D!
    Yani, denizci jargonu dolu, terimleri çok iyi oturtmuş oalrak güzel bir iş çıkartmışsın.
    Ellerine sağlık, çok güzel ve başarılı olmuş. Oldukça emek hercandığı ortada. Kendimi abartısız, gemi güvertesinden olanları heyecanla izlerken buldum 🙂

  3. Gerçek bir denizci yazarımız var galiba! 🙂 Uzun bir öykünün, belki de romanın hoş bir parçası gibi. Eline sağlık.

Hazal için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *