Öykü

Vuslat Demi

Bir Vuslat demiydi sanki. Ayrılıktan daha soğuk, içimden daha karanlık bir mehtap gecesiyle dolaşıyordum denizlerin dalgaları eşiğinde. Bir ben yürüyordum bir de düşüncelerim.

Sahi, ne olacaktı benim bu halim? Bu namutenahi hayatta bir lahza sönmek bilmeyen, kimseye gösteremediğim içimdeki bu korla hep gidecek miydim? Okyanusların bile tesiri hiçti, kim söndürebilirdi bu ateşi? Bir şeye ihtiyacım vardı benim: Söndürmese bile yüreğimi, dinlemesi kâfi bir insan belki…

“Hanımefendi!”

Ah, işte… İşte aradığım, ihtiyacım! Yorgun adımlarımın karşılığını alma vakti gelmişti belki de. Derdime devamı bulmak için atmışım adımımı, ne güzel…

Bir kadın, hatta kadından fazlası… Uzatmış ayaklarını, dinliyor tüm şehri, daha ne olsun! Şehri dinleyen beni de dinler değil mi? Gidiyorum yine naçiz yorgunluğumu dinlemeden.

Yaklaşıyorum, oturuyorum usulca dermanımın yanına, şehrin de tam karşısına. Önce ayak uydurmak istiyorum, ben de dinliyorum şehri: Sonsuz baharın buruk yapraklarını, vapurların kızışını, karanlığın en güzel nimeti dolunayı…

Bir de yanımdakine bakıyorum. Görmek yetmiyor çünkü. Karşımda şehir, yanımda ise adeta bir şiir…

Gecenin en güzel şiirini okuyorum şimdi: Bir kadın var yanımda, belki de derdime deva? Anlatsam derdimi, sığdırır mı o ova gibi gözlerine beni? Bir kadın var yanımda, kiraz dudakları birbirinden kaçmak istiyor sanki.

Bir kadın var yanımda, gidiyor şimdi…

Hayır, gitmemeli! Daha hiçbir şey anlatmadım, hemen sıkılmış mıydı ki? Durdurmam gerek yoksa döküleceğim seyrek seyrek.

“Hanımefendi, müsaitseniz yüklerimi size emanet edebilir miyim?”

At kuyruğu yapmış kızıl saçlarını savurarak döndü bana. Ova gibi gözleriyle kalem kaşlarının yollarını ayırdı bir lahza. ayrıldı kiraz dudakları, inci dişleri çıktı ortaya:

“Olaa!” dedi bir zafer kazanmış edasıyla! Bilmem ki kim kazanmıştı bu zaferi? Varsa ortada bir kurtuluş, gülmek gerekti! Güldüm:

“Ah, ne mesudum! Demek beni dinleyeceksiniz!”

O güzel gözlerini şimdi de dalgalara esir bırakmış, yine aynı sözcüğü söylüyordu:

“Olaa!”

Dermanım dediğim bu şiir, müsait miydi beni dinlemek için anlayamadım doğrusu ama belki… Belki dolaysız anlatsam, bırakıp kaçsam olmaz mıydı? Sonuçta amacım yükümü hafifletmekti. Narin ellerini birbirine kenetlemiş uzaklara dalarken, ben galiba kendi kendime konuşuyordum:

“Ben yoruldum hanımefendi. Çok yoruldum. Sırtımdaki birkaç yükü size bıraksam kabul eder misiniz bilmiyorum lakin dayanamıyorum artık! Yalnızlığım canımı çok acıtıyor! Hele de dert ortağım biricik ka…”

Ne yapıyordum ben? İnsan yaralarının merhemini tanımaz mı? Tanımadan nasıl iyileştirebilir beni?

“Ah, çok pardon! Çok çok… Özür dilerim! Öylece girdim hadiseye sizi tanımadan. Aptallık ettim, bağışlayın beni.”

Avuçlarımla çehremi saklamaya çalışıyordum utancımdan. Bir lahza çekip ellerimi telafi etmek istedim ayıbımı:!

“İsminiz neydi?”

O ise hiç bakmadan tekrarlıyordu: “Olaa!”

İsmi bu muydu yoksa? Ben öyle hitap etsem olmazdı sanırım sakıncası.

“Olaa Hanımefendi, bilmukabele tanışırsak yardımcı olabiliriz birbirimize değil mi? Sizin bana söyleyeceğiniz bir şey var mı peki? Yoksa… Yoksa hemen anlatayım!”

Bu sefer inci dişlerini sakladı ve yine aynı sözcüğü söyledi hiç şaşmadan: “Olaa!”

Ben ise her daim olduğu gibi sabrımdan kaçıp anlatmaya başlıyordum:
“Karım!..”

Dinliyor mu bilmiyorum beni ama olsun, yüklerimi bir köşeye bıraksam kafiydi.

“Karım beni terk etti Olaa Hanımefendi! Ben… Ben onsuz ne yapacağım inanın hiç bilemiyorum. O benim dert ortağımdı. Birlikte taşıyorduk yüklerimizi. Ben anlatıyordum o dinliyordu. Yan yana gelince biz oluyorduk ama şimdi beni bu acılarla bırakıp… Gitti! Neden gider ki insan? Canını acıttım desem… Hayır! Ben ona dokunmaya bile kıyamam, nasıl acıtabilirim?”

Dolunayın ışığıyla az çok aydınlanan denizden ayırıp bana baktı yine aynı çehreyle: kaşlar kalkık, dudakları hür…

“Olaa!”

Ben, yine ben… Devam ediyordum fütursuzca:

“Acaba sıkıldı mı benden? Ya da benden değil de belki de içimdekilerden!”

Kısacık bir heyecanı çehreme bulaştırıyor ve birbirine kenetlenen ellerini özgür bırakıp yalvarırcasına tutuyorum:

“Siz… Siz kadınsınız! Bilirsiniz belki. Söyleyin, sizce neden bırakıp gitti?”

“Olaa!”

Ah, bu kadın sabrımı sınıyordu sanki. Artık dayanamayacaktım, hiddetle kusacağım!”

“Yeter! Yeter hep aynı sözcük dilinizde!”

Bıraktım ellerini aniden:

“Ben yükümü hafifletmek istiyorum sadece lakin siz hiç yardımcı olmuyorsunuz! Dinlemiyorsunuz bile beni, bir fikir çıksa ağzınızdan, kolaylaştırsanız işimi olmaz mı? Oysa o olsa ne güzel dinlerdi beni, öğütler verirdi!”

Bir anlık hiddetim onu hiç kızdırmamış gülümsüyordu hâlâ. Ufak ufak adımlar atıyor, oturduğu yerin köşesinde bıraktığı siyah deri çantasından katlanmış saman bir kâğıt çıkartıyor ve adımlarını ufak ufak sürdürüyordu! O da neydi öyle, gittikçe bana yaklaşıyordu! Ne yapıyordu? Elime tutuşturuyordu bu kâğıdı ve öylece… Arkasını dönüp öylece gidiyordu. Daha çok hiddetleniyordum, neydi amacı?

“Ne yapmaya çalışıyorsunuz siz? Elime bir kâğıt tutuşturup hiçbir şey söylemeden öylece gidemezsiniz!”

Adımlarım onu takip ediyor, burnumdan soluyordum adeta. Sesleniyorum, duymuyor, dokunmak istiyorum, izin vermiyor!

Bağırışlarım değil, eskimiş yapraklarla örülü bir ağaç durduruyor onu. Pes edip düşen yaprakların canını daha fazla acıtmaya kıyamıyor, basmadan yaklaşıyor ağaca. Narin narin okşuyor gövdesini o zarif elleriyle.

Ben ise arkada bakakalıyorum manasızca. Bir ben, bir yüklerim, bir de elime tutuşturulan o kâğıt.

Kimdi bu tablonun sahibi, onu arıyorum şimdi. Bİr sağa bakıyorum bir sola. Avuçlarıma bakıyorum sonra da? Bir kâğıt parçası olabilir miydi acaba? İnsan önce elindekilerini değerlendirmesi gerekti bir şeyleri açıklığa kavuşturmak için. İmkanlarımın sakladığı şansı arıyorum şimdi ellerimde, açıyorum kâğıdı. Kim bilir, belki de bu ağlayan mürekkepler saklıyordur cevabı.

“Ruhum…

Şimdi okuyacakların belki müşkülpesent gelecektir sana. O yüzden şimdiden Özür dilerim.

Hüznünü, çaresizliğini, hissedebiliyorum. Seni öylece bıraktığım için sakın bana darılma olur mu? Ah, ne kadar desem de boş biliyorum. Lakin bilmelisin ki biz, “Biz” olmak için tutmuştuk ellerimizi. Oysa bırakmasaydım şimdi, daha çok çıkacaktık bizlikten! Bırakmam, gitmem gerekti o yüzden…

İnsanlar bazen gider Ruhum, en acısı da susarak gidenler… Ben en acısını yaşattım sana, ne olur affeyle. Şimdi bunu telafi etmek için satırlara sığdırdığım kadar konuşacağım çünkü artık konuşacak mecalim bile kalmadı desem yeri.

Seni sevdim ben, çok sevdim! Seni sen yapan her şeyi kabul ettim lakin sen… Sen beni ben yapmak istemedin, bizi bizden uzaklaştırdın! Seninle geçirdiğim ilk zamanlar takvim yaprağını bile yırtmıyordum, o an bitecek diye korkuyordum! Oysa son zamanlar… Son zamanlar birkaç yaprak daha fazla yırtmışlığım bile oldu çabuk geçsin diye.

Neden mi? İşte onu anlatmama izin vermediğin için! Her gün, her saat dinledim ben seni! Oysa sen bir kere bile sormadın beni… Dünyada dert tasalar sadece senin kapını çalmış gibi davrandın, mühim olmayan konuları bile dert belledin kendine! Olur, hakkındır elbet anlatmak ama seviyorsan bir bilsen ne lazımdır anlamak… Gerçi anlayamazdın beni çünkü bir kere bile anlatmama izin vermedin, sadece seni dinledim, senin yüklerini hafifletmeye çalıştım yıllardır. Ah, en az seninki kadar bende de yük var aslında! Sana güvendim ancak sen izin vermedin bu yükleri sana emanet etmeye… Kahrımdan divane oldum biliyor musun Ruhum? İçimi ortaya dökmeyeli o kadar uzun zaman olmuş ki, unutmuşum konuşmayı! Senden ayrı kaldığım yıllar bir şey fark ettim. İnsana yaranı anlatmak acısından daha zormuş. Bazı kararlar değiştirdim bu yüzden. Bencil insanlara değil, lisanı doğa olanlara konuşacağım artık! Mesela okşadığım ağaca anlatacağım bunları. Öyle insanlar gibi yalnızca kendini düşünerek değil, onların dilinden anlatacağım, onları da anlayacağım. Lakin sen… Sen beni hiçbir zaman anlayamayacaksın Ruhum! Hatta yıllar geçecek, yüzümü bile hatırlamayacaksın sadece kendini gördüğün için! Yıllar geçecek, sen geçmeyeceksin… Ben ise bu ağacın gövdesini okşayarak, sevgi ile anlatacağım derdimi, o bile dayanmayacak, cevap verecek yapraklarını döke döke.

Giden bir daha gelmez Ruhum, kendine iyi bak. Kalırsa zamanın, başkalarına da bak…”

Dönülmez bir ayrılığın ufkuna göz yaşlarımı bırakıyordum yavaşça, sonra da karşımdaki cevaba bakıyordum usulca: O ise tüm olanları ağacın gövdesini sevgiyle okşayarak anlatıyor, dökülüyor yapraklar sonsuz bir sonbahar edasıyla…

Döküldükçe dönüyor arkasına, sanki cezalandırıyor beni naif gülüşüyle:

“Olaa!”