NOT: Bu öyküyü okumadan önce Yapaydünya Federasyonu – Sıradan Günler ve Yapaydünya Federasyonu – Yaltakçılar Konseyi adlı öyküleri okumanız devamlılık açısından önem arz etmektedir.
Gözlerimi açtığımda karanlık bir odanın içerisindeydim. En azından beş metre yükseklikte olan pencereden gelen solgun ve belirsiz ışık, karanın tonları ile dövüşüyordu. Elimle etrafı yokladım ve göz bebeklerim ortama ayak uydurmaya çalışırken, ayağa kalkmak için davrandım ama büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak yere düştüm. Başım öyle zonkluyordu ki, kalbimin atışlarını hissedemiyordum. Demir parmaklıklar yoktu. Gözlerim onları arıyordu ama hiçbir yerde yoktular. Nöbetçilerde yoktu. İnsanlar neredeydi? Her şeyden önemlisi ben neredeydim? Dört yanım taş sütunlar ile çevrilmişti. Neredeyse üstüme çökeceklerdi… Aşınmış bir tuğlanın birkaç parmak genişliğinde olan deliğinden de ışık sızıyordu ama bu güneşin beni kurtarmak için yolladığı aydınlığa hiç benzemiyordu.
Her şeye ve herkese lanet olsun, diye geçirdim içimden ve gücümün son kırıntılarını kullanarak belimi doğrulttum. Yalpalayarak ayağa kalktım ve her iki dizimden de aynı anda bir kıt sesi geldi. Bu demek oluyordu ki uzun süreden beri buradaydım. Sadece dizlerim değil tüm vücudum iflas etmiş gibiydi. Beynim organlarımı yönetemiyordu ve ben bitik durumdaydım. Ama bir şey yapılmalıydı. Sessizlikten nefret ediyordum ve bu ıssız yerde havasızlıktan zar zor aldığım nefes seslerimden başka bir şey duyulmuyordu. Olmalıydı yoksa çıldırabilirdim.
Boğazımı temizledim ve bağırarak, “kimse yok mu?” dedim. Daha doğrusu demeye çalıştım çünkü ses tellerim beni yarıl yolda bırakıp gırtlağımı acıtmıştı. Kendimi yormanın anlamsız olduğunu düşünerek pencereye bakan duvara sırtımı dayayarak çöktüm ve ellerimi bacaklarıma dolayarak düşünmeye başladım. Hatırladığım çok az şey vardı. Eğer beynim bana bir oyun oynamıyorsa; yakalandıktan sonra hepimizi tutuklamışlardı ve daha sonra gözlerimizi bağlayarak bir arabaya bindirmişlerdi. Tabii bir tankta olabilirdi ya da lanet olası sürülen herhangi bir şey… Belime bir tekme atıp beni buraya tıktıklarında bayılmış olmalıydım. Artık her şey bitmişti. Kardeşim, annem ve benim için her şeyden önemli olan babam içinde her şey bitmişti. Birimbaş, ailesini iyi yönetmeliydi. Eğer yönetemezse düzene karşı çıkmış sayılıp, tutuklanırdı. Her şey benim yüzümden yaşanmıştı. Uslu bir şekilde evimde oturup, savaşın eşiğinde olduğumuz halde; kardeşimi görebileceğim için sevinmek yerine tam dört erkeğin sözünü dinlemeyerek peşlerine takılmıştım. Neden yapmıştım ki bunu? Neden?
“Neden?” diyerek hırladım ve ağlamaya başladım. Düzeltilemez bir hata yapmıştım ve bu değer verdiğim herkesin sonunu getirecekti. Tek suçlu ben miydim? Bunu asla kabul edemezdim çünkü sadece ismini bilmemin bile yettiği konseye ‘gitmem gerektiği’ fikri benden çıkmamıştı.
“…orada buluşacağımız doğru,” demişti Kuzgun. Temkinli bir şekilde konuşuyorlardı ve bende onları saklanmış dinliyordum. Kütüphane, kitaplardan çok parti afişlerinin ve çeşitli propaganda araçlarının yer aldığı bir yer olduğu için kimsenin uğramaması şaşırtıcı değildi. Kitaplar hor bir şekilde elde gezinirken, birkaç satır okunuyor ve diğerine veriliyordu. Bu kuşkusuz iztakip kameralarını kandırmak için yapılan bir davranıştı. “Hızla ilerleyen ekonomi, ülkemizin devrim yapısına büyük bir katkı sağlıyordu.”
“Yapma be!” diye şaşırmış numarası yapmıştı, Aptal. “Birde benimkini dinle Valerian, burada daha iyi yazıyor: 1947 yılında gerçekleştirilen, Büyük Ekonomi Atılımı; partinin temel ihtiyaçlarını halk ile birlikte giderme girişimidir. Yani parti halktır ve halkta partidir.”
“Bragi, sen onu bunu bırak, birde şunu dinle,” demişti Duvar, bizim bilgine. “Ulu Önder Polakov Senctori, Birinci Kuzey Pasifik Muhaberesine katıldığında sadece bir onbaşıydı. Savaş bitiminde ise, Albaylığa yükseltilmişti.” Ardından eklemişti: “Valerian, ben aptal ile sana Çatal ’da katılacağım. Sen, Rasmor ile birlikte kuzey bloklarından geç. Eminim ki bu daha güvenli olur.”
İsmini, dedesinin çok küçükken ölmüş kuzeninin adından alan Tilki; her zaman yaptığını gibi uysalca başını sallamıştı. “Tamam. Kuzey blokları.”
Kuzgun kendisinden beklenildiği gibi yine aksiydi. “Kuzey blokları misafirperver değildir, Thores. Bunu biliyorsun.” Bu ve daha sonra ki konuşmalarının hepsine dinleyici sıfatıyla katıldım. Ve işte şimdi buradaydım.
Beklemek canımı sıkmıştı. Ayağa kalktım ve duvarları yumruklamaya başladım. Vurdum ve vurdum. Ellerim kanayana ve tekrardan bayılana kadar. Uyandığımda içerisi aydınlatılmıştı ve başım eskisi gibi zonkluyordu.
“Kalk,” dedi siyahlara bürünmüş biri. Ses tonunda ki o sert tavırdan bir erkek olduğu anlaşılıyordu. Beresi atkısına dolanmış bir şekilde suratını kaplamıştı. “Kalk,” dedi tekrardan. “Sandalyeye otur. Çabuk.” Görmemiştim ama bir masa ve iki sandalye getirmişlerdi. Usulca kalktım ve sandalyeye oturdum. Ne yapacağımı bilmiyordum. Ne konuşabilirdim ki onunla. Bu sorgu berbat olacaktı, kesinlikle.
Siyahlıda karşıma oturdu ve belinden bir tabanca çıkardı. “Yanlış bir şey yaparsan seni vururum! Anladın mı?”
İhtiyatlı bir şekilde davrandım. “Anladım. Beni vurmayın.”
“Buna daha sonra karar vereceğiz. Her şeyi anlatacaksın.”
“Neredeyim ben? Buraya nasıl geldim?” diye sordum ve kararlı bir şekilde yüzüne baktım.
“Soruları ben soracağım. Söyle bakalım, kimsin?”
“Adım İduny Yüksekdağ.”
Parti, halkın yeni doğan çocuklara iki farklı isim vermesini emrederdi. Bu isimlerden ilki, kayıtlarda tutulur ve gerçek benliğimizi oluşturdu. İkinci ismimiz ise diğer insanlara söylediğimiz, lakap şeklindeki şeylerdi. Birincinin diğer insanlara açıklanması tasvip edilmezdi.
“Nerede otuyorsun?” Bu soruyu cevaplarsam, ailemi daha da zor duruma sokardım. Bu yüzden yalan söylemeyi seçtim.
“Güneydoğu Blok’ta. Yüksekparti Parkının karşısındaki, beş numaralı apartmanda.”
“Ne kadar; isabetli bir karar. Beynine beş kurşundan şanslı olan birini yemek istemiyorsan, yalan söylemeyi bir daha deneme. Beni kandırabileceğini mi sanıyorsun? Konuş, nerede oturuyorsun?”
Ben yalan söyleyecek kim oluyordum ki?
“Kuzey Blok’ta. Otuz numaralı Çokinsan Yurdunda.”
21. Bölge, tam olarak dört ana bölgeye ayrılmıştı. En sevdiğim ders olan; Ülketanım’da öğrenmiştim bunu. Dört ana bölge haritada cetvel ile çizilmiş gibi alanlardı. Yüzeysel ve özensiz. Bu ana bölgeler ise kendisinden daha küçük olan bölgelere ayrılıyordu. Parti Merkezine bağlı olan bu belediyeler, haftada bir toplantı yaparlardı. Merkez, şehrin tam ortasında bulunuyordu.
“Bana Kutsal Karar’da yer alan ilk beş yasayı söyle.”
Kutsal Karar, kurtuluş savaşımızda aldığımız kararları içeren kısa bir anayasaydı. Günümüzde daha da genişletilmişti ama ilk beşine dokunulmamıştı.
“Özgürlük, ona gerçekten sahip olabilenlerindir.”
“Bu birincisi,” dedi. Sanki ben bilmiyordum. “Sence ne anlatıyor?”
Lanet olası bir yok oluşu anlatıyor, demek istedim. “Ona sahip olabileceksek, zaten hep bizimledir. Yok, içimizde bir yer edinmemişse hiç bizim olmamıştır.”
“Yaa,” dedi kısaca. “Devam.”
“Özgürlük ve eşitlik, adalet ananın iki çocuğudur.”
“Bence de öyle,” dedi.
“Eğer korunacaksa; yürek. Kahrolası bir tavşan lazım, vurulması için.”
İkinci sınıftaydım. Yani, Yeşil olmak bölümüne geçmiştim. Her bölüm üç yıl sürerdi ve ben ikinci yılımdaydım. Bir yaz sabahı, gözlerimden uyku akarken; aniden önümüze beyaz kâğıtlar konulmuştu. Sadece bir soru vardı: ‘Eğer korunacaksa; yürek. Kahrolası bir tavşan lazım, vurulması için.’ Sözünü açıklayınız.
İlk Önder, Dolf Salazar’ın bir sözüydü bu. Aynı zamanda kurtuluş komitesi üçüncü yasa olarak bu sözü benimsemişti. İkinci önderimiz, ilk önderimize açıklaması güç bir değer verirdi ve sık sık onun sözlerinden ne anlam çıkardığımızı öğrenmek isterdi.
Ne yazabilirdim o kâğıda? Kalemimi elime aldım ve beyaz deryaya bir cümle yazdım. “Tavşanı vuralım ve bakalım; yürek patlayacak.” Bu çiziktirme bana Parti Çizgisinde Öğrenci rozeti kazandırmıştı.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Beş dakika kadar dalmış olmalıydım. “Hakkımdaki her şeyi biliyorsunuz,” dedim.
“Kesinlikle. Dördüncüsü?”
“Umut, kaybolduğu yerde bir tohum bırakır.”
İkinci Başkaldırı Atağını kumanda eden ve önemli bir zafer kazanan ünlü bir komutanın günlüğünde yazılıydı bu söz. İsmi kimse tarafından bilinmiyordu ama kurtuluş komitesi ülkeyi ilan etmeden önce ölmüştü. Kitaplarda adı yerine askerlerinin ona seslendiği şekliyle lakabı yazılırdı. Yarım El büyük bir adamdı.
“Anlamlı bir söz,” diyerek kafasını salladı. Hava soğuktu ve tuğladaki delikten karanlık sızıyordu. Üşümüştüm.
Ve son yasayı usulca söyledim. “Gerçekten sahip olacaksak, kendimize. Neden biz olmuyoruz?”
Güldü ve bir daha güldü. “Neden burada olduğunu biliyor musun?”
“Beni ve ailemi öldüreceksiniz,” dedim ve gözlerimden yaşlar süzüldü. “Arkadaşlarım ise çoktan yok edilmiş olabilir.”
“Nasıl böyle emin olabiliyorsun? Karar vermekte aceleci olma.”
Başka bir şey söylemedi ve ayağa kalktı. Gözleri bedenimi inceliyordu. Tabancasını masada bıraktı ve kapıya doğru yürümeye başladı.
Kapı kolunu çevirirken döndü. “Karar vermekte aceleci olma. Mor olmayı unutma.”
Kapıyı kilitledi ve çıktı.
Sinirlendim ve bağırdım. “Lanet olası morunu başına çal!”
Tüm bunlar ne oluyordu? Bu bir sorgulama olamazdı. Olmamalıydı. Bir sohbette diyemezdim. Sandalyeden kalktım ve masaya göz gezdirdim. Bir kitap duruyordu. Mor deri kaplamaydı ve köşeleri kırmızı bir şekilde parlıyordu. Elime aldım ve oturduğum pencere altına doğru parçalarcasına attım.
Silahla kendimi vurabilirdim. Bunu yapmak her şeyi daha da güzel hale getirir miydi? Aksice kitabın uçtuğu yere yürüdüm ve kıvrıldım.
Birkaç dakika sonra gözlerimi kapadım ve kendimi yalnızlığıma bıraktım. Tekrardan o lanet kapıdaydım ama bu sefer karanlıktı. Baykuşlar ötüyordu. Büyük karıncalar küçükleri ittirerek yuvalarına girmeye çalışıyordu. Bacağından kanlar akan bir kız, ağlayan ay üzerinde otuyor ve öylece uzakları seyrediyordu. “Gel,” dedi adam. “Gel hadi bekleme.” Bu sefer ikiletmedim ve hızlıca denileni yaptım. Ayaklarım kanayan toprakla birleştiğinde gündüz olmuştu. “Polakov Senctori, bizi korur. Bizi gözetir,” diye bağırıyordu bir kadın. Aynı zamanda bir kızı tokatlıyordu. Kız korkuyordu ama kimse bir şey yapmıyordu. Buna kayıtsız kalamadım ve onu kurtarmak için kadını durdurmaya çalıştım. Kadın gittikçe büyüyen kollarıyla bana okkalı bir yumruk attı ve gündüz geceye devrildi. Bu sefer ıssız bir ormandaydım ve turuncu bir tavşan kucağımda usulca yatıyordu. Ruhlar yanımızdan geçerken hikâyeler anlatıyordu, her şeye ve hiç kimseye. Tavşan arkasındaki gözüyle bana baktı ve “onları dinlemelisin,” dedi. “Hakikat onların silik tüllerinde yatıyor.”
Karşılık vermek istedim ama ağzımı açtığımda bir havuç boğazımdan çıktı ve tavşanın karnına saplandı. Yattığım yer beni huzursuz ediyordu ve belim ağrımıştı ama ne kadar uğraşsam da uyanamıyordum. Uyuduğumu ve lanet bir rüya gördüğümü biliyordum ama titremekten başka bir şey yapamıyordum. Kendimi zorlamayı kestim ve kardeşime doğru koştum.
“Seni çok seviyorum,” dedim.
“Bende seni,” dedi ve güldü. Suretinde ki umut kalbimi kaplamıştı ve yüreğimim yerinden oynuyordu.
“Sen,” dedim ona. “Sen nerelerdeydin?”
Sorumu cevaplamadı ve beni götürmek için davranmadı. Bedeni o tüllerin içine karışırken, şehrin kalbinden bir helikopter kalktı. Uçarken, gülen yüzler üstünden kanlar alan bir pankart açtı. ‘Polakov Senctori, sizin için en iyisi ister.’
Daha sonra koşuyordum. Her adımımda gece ile gündüz yer değiştiriyordu. Patika alabildiğince uzanıyordu ve önüme değişik boyutlarda çitler çıkıyordu. Atladığım her çit bir öncekinden daha koyu mordu ve daha keskindi. En sonunda birinden atlayamadım ve kafamda bir acı hissettim. Elimi beynime götürdüğümde anlamıştım. Vurulmuştum ve yavaş bir şekilde ölüyordum.
“Kızım,” dedi annem. “Benim canım kızım.”
Kollarımı uzattım ve ona yetişmeye çalıştım. Ama başaramadan gözlerim karardı ve bedenim görevini bıraktı.
Sağlıklı bir şekilde ayağa kalktığımda siyahlı adam halen karşımdaydı. Bere ile atkısını çıkarmıştı. Tüm bu koyuluğun içinde beyaz bir şekilde parıldıyordu. Tok kahkahası hiç kesilmiyordu.
Bir ara durdu ve bana baktı. Küçümsercesine dudağını büktü. “Ne çok koşuyorsun,” dedi.
“Kurtar,” dedim yalvarırcasına. “Onları kurtar. Beni bırak. Öldür. Onları kurtar!”
“Onlar kim?” diye sordu ve tekrardan güldü.
“Arkadaşlarım. Kuzgun, Tilki, Duvar ve Aptal. Onları kurtar. Ailemi kurtar.”
“Neden?” dedi.
“Onlar için canımı verebilirim. Bunu yaparım. Bedenim senin kölen olur!”
“Ne için?” dedi ve ayaklarıma tükürdü. “Onlar çoktan öldü. Sen öldürdün.”
“Hayır! Yalan söylüyorsun!” dedim ve ağlamaya başladım. Kanın beni terk etmeye niyeti yoktu. Göz pınarlarım pek çok renkte kanla şenleniyordu.
“Yazık,” dedi ve tabancasını belinden çıkarıp bana döndürdü. “Onları teselli etmen için seni gönderiyorum. Dostlarını sen öldürdün.” Daha sonra duyulan şey bir tak sesiydi.
Aniden uyandırıldım ve sarsıldım. Hatırlatıcıkâbus beni neredeyse bitirmişti. Bedenim tekrardan uyuşmuştu ve sırtıma değen duvarın soğukluğu, nefesimi kesiyordu.
“N-ne ol-oldu?” dedim ve yüzüme sıcak bir su yedim.
“Uyanacağın yoktu,” dedi siyahlı adam. “Kusura bakma.” Tekrardan gelmiş ve beni uyandıramayınca yüzüme su dökmüştü.
Halen şaşkındım ve soğuk iyice içime işlemişti. “Üşüyorum.”
Adam, üstündeki siyah ceketi çıkardı ve beni yerden kaldırarak, kollarımdan geçirdi. Ceket tatlı bir sıcaklığa sahipti. “Ve açım.”
“Şimdi burada olmaz,” dedi adam. “Yiyeceksin ama şimdi değil.”
Birkaç saniye önce güçlü bir ses duymuştum. Sistematik bir şekilde atılıyordu ve çıkardığı gürültü kalbime ürperti veriyordu. Ne olabilirdi bu? Bomba. Biraz sonra neredeyse odadan bir metre ötede patladı ve tekrardan sarsıldım. Bu arada adam beresini ve atkısını çıkarmış boynuma dolamaya çalışıyordu.
“Hey,” dedi ve ekledi. “Kendine gel. Gitmemiz gerekiyor.”
“G-g-gençlik Ö-ö…”
“Sırası değil, Çayırgülü. Gitmemiz gerekiyor. Şehir neredeyse düştü.”
“Anlamadım,” dedim büyük bir korkuyla. Onlar, ailem…
“Soru sorma. Kaçıyoruz.”
Gençlik Önderi kolumdan hızlıca çekti ve beni kapıya doğru sürükledi. Dışarı çıktığımızda karanlık ve ateş apansız bir dövüşe tutulmuştu. Bombalar neredeyse şehri bitirmişti ve düşman askerleri gözleri kapalı bir şekilde önlerine gelen her şeye kurşun sıkıyordu. Neredeyse tutulmuştum.
Önder tokat attı ve “kendine gel,” diyerek bağırdı. “İpi sıkı tut.”
Fırtına, diye düşündüm. Fırtına benden başka her şeyi götürdü.
Yukarı doğru çekiliyorduk.