Öykü

Yapaydünya Federasyonu – Sıradan Günler

Bu gece hiç uyumamıştım ve baş ağrım beni hiç terk etmemişti. Uyumak bana göre bir şey değildi zaten ama kurallar gereği; tam altı saat uyumak zorundaydım. “Güneşim, zaman geldi. Çabuk ol!” dedi babam, sabahın köründe. Her zaman güneşim derdi bana. Ayağımı bastığım her yeri aydınlattığımı söylerdi ve gülerdi. Şaka mı yapıyor ya da ciddi miydi bilmiyordum ama hoşuma giderdi. Beni seven birinin olması ve bunu göstermesi, şuan için yaşama sebebimdi. “Geliyorum baba,” diye seslendim iki dakika sonra. Kalktım ve yatağımı düzenlemeye başladım. Eğer bunu yapmazsam düzenbozuk suçu işlemiş olurdum ve bu da bir gün aç kalacağım anlamına gelirdi. Yatağımı hızlıca toparladım ve oda kapımın üstünde duran düzenkurar simülasyonuna baktım. Yaptığım ilk iş için; ilk onay işaretini almıştım. Yeşil ışık düzensiz bir şekilde yanıp sönüyordu. İkinci görevime başladım. Gece boyunca çok fazla terlemiştim ve huzursuzdum. Asi bir şekilde geceliklerimi çıkardım ve düzenkurar’ın üstündeki kameraya bakış atarak; katladım. Yatağımın üzerine kırk beş derece açıyla yerleştirdim. İç çamaşırlarımı kamera önünde değiştirmek, benim için büyük bir utanç olsa da; vücuduma zarar verip vermediğimi kontrol etmeleri gerekiyordu. Düzen dünyamız için gerekliydi; yaşamamız için. Her zaman olduğu gibi kızararak külotumu ve sütyenimi çıkardım. Evlerinden kurtulan memelerim, şimdi iyice rahatlamıştı. Kollarımı başımın üzerinde birleştirdim. Titriyordum ve dişlerim birbirine vuruyordu. Kış aylarında, asla evlerimiz ısıtılmazdı ve bu güçlüyarat tekniğinin ilk evresiydi. Birkaç dakika boyunca; kameranın ardındaki sesin, komutları yerine getirdim ve ardından mekanik sesiyle: “3521 – Çayırgülü, vücudunuz temiz. Herhangi bir hastalığınız bulunmuyor. Yeterince uyumadığınız tespit edildi. Okulunuzda cezaya kalacaksınız,” dedi.

Başımın üstünde bağladığım kollarımı çözdüm ve okul üniformamı giymeye başladım. Ülkemizin rengindeydi; mor ve gri. Bana göre; aptalca bir renk birleşimiydi ve bu aptallık üzerimizde taşımak zorunda olduğumuz zevksiz renkleri oluşturuyordu. Diğer aşamayı da tamamlamıştım. Gri onay işareti yanıp sönmeye başladı. Üçüncü ve son görevime gelmişti sıra; önderi selamla! Üniformamla aynı renk olan kasketimi başıma geçirdim ve odamın başköşesinde bulunan gösterişli portrenin önüne geçtim. Ne kadarda çirkin biriydi; gözleri suluydu ve siyaha boyanmış saçlarının, beyaz olduğu açıkça ortadaydı. Ufak tefek biriydi ama şakaklarında ki baskınlık, tüm suretini kaplıyordu. Gülüyordu ve bakışı uzakları gösteriyordu. Yarınımız için her şeyi ayarlamış, düzenlemiş ve bizden sadece selamlama bekliyordu. Ona bunu verecektim. Tam karşısına geçtim ve sağ elimi, sol göğsüme uzattım. Sol kolumu ise başıma alarak: “Öndere selam olsun,” dedim. Canın cehenneme, seni pislik adam. Mor onay ışığı yanmaya başladı. Odamdaki görevlerim bitmişti ve artık salonumuza geçebilirdim.

“Tatlım, kahvaltını yap,” dedi annem, salona vardığımda. Salonumuz fakir olduğumuzun en iyi göstergelerinden biriydi. Bir masamız vardı ve çevresinde oturabileceğimiz birkaç sandalye. Tabii; birkaç yerde iki yıl önce ölen büyükbabamım bize bıraktığı, eski kanepelerde vardı. Parti televizyonu ise duvara montelenmiş bir şekilde; önder portresinin tam altında duruyordu. Yerlerde ise bize parti tarafından hediye edilmiş; mor ve gri renklerden oluşan bir halı vardı. Halı evimize ilk geldiğinde çok şaşırmıştım. Çünkü üzerinde önderin portresi vardı. Önderin üstünden nasıl geçebilirdik ki? Kim buna cesaret edebilirdi? Kardeşim eve yeni bir eşyanın girmesinin heyecanı ile halının üzerine kendisini atmıştı ve o lanet şeyi görmüştük. Pislik adam üzerine doğru basacağımız zaman yok oluyordu. Düzengiyin yasasına göre otuz yaşını geçmiş herkes partinin verdiği tek tip kıyafeti giyerdi. Şimdi annem ve babam; o kıyafetlerin içindeydi. “Günaydın anne,” dedim esnerken ve sonra babama döndüm. “Işığın, geldi baba.”

Kardeşim şimdi buradan çok uzaktaydı. Daha doğrusu nerede olduğunu hiç birimiz bilmiyorduk ve bildiğimiz tek şey bir yıl önce gençlik birliği tarafından götürülmüş olmasıydı. Döneceği günü merakla bekliyordum ve onu çok özlemiştim. Bir daha esnedim ve hızlıca kahvaltımı yaptım; okula gitmek bizim için bir eğitim amacı taşımıyordu. Bunu biliyordum ama yapmak zorundaydım. Her gün uykumu almadan kalkmak ve lanet askeri kıyafetime bürünmek, çekilmez bir hale gelmişti. On beş yaşındaydım, hâlbuki. Parti sağlıklı bireyler isterdi. Sağlıklı ve itaatkâr. Eğer sıhhatli değilseniz; hiç kimse size bir şey yaptıramazdı ve onlar bunu çok iyi biliyordu. Ölümlerimiz onlara hiçbir şey vermezdi. Zamansız su kesintilerinden dolayı kirden paslanmış çatalımla; son salatalık dilimimi yedim ve zindanıma gitmek için hızlıca kalktım. Eğer okula geç kalacak olursanız; büyük cezalar alırdınız. Okul eğitim verirdi. Okul bizi yetiştirirdi. Bireyi biz yapmak için vazgeçilmez bir unsurdu. Kalktım ve çıkış kapımıza yöneldim. Sırtıma tonlarca ağırlıkta olan çantamı taktım ve elimi kapımızın sol üstünde bulunan iztanır cihazına koydum. Evlerimize girmek ya da çıkmak istediğimiz zaman; parti tarafından evlerimize yerleştirilmiş bu cihaza tanımlama yapması için elimizi basardık. Aksi takdirde soğuk sokakta dans etmek olasıydı veya evinizde sembolik bir hapis yatmanız. “Tanımlama bitmiştir. Çıkın!” diye gakladı, tanımlama cihazı. “Hoşça kalın,” diyebildim kapı otomatik olarak kapanmadan önce.

Sokak her zaman olduğu gibi yine soğuktu. Hayatlarından gram zevk alamayan kuru kalabalık; sağa ve sola yürüyor. Birbirleri ile atışıyorlardı. Yine yalnızdım ve bundan zevk alıyordum. Ailem dışında herkesten nefret ediyordum. Bunu yüreğimde o kadar çok hissediyordum ki. Benimle konuşmak isteyen herhangi birine saldırabilirdim. Biz olmak; benim beceremediğim bir şey. Bu saldırgan tavrım; başıma birçok iş açtı ve eminim ki açmaya devam edecek. Söylememde fayda var: Parti ölme özgürlüğüme karışamaz. Hangimiz gülüyorduk ki? Hangimiz doğmakta olan güneşe; bize yeni bir gün bahşettiği için selam çakıyorduk? Hangimiz uzaklara gitmiş olan; yıldızlar için üzülüyorduk? Gökyüzünün bizim için hiçbir anlamı yok. Günler bizim için doğmuyor ve batmıyor. Hayat bizim için sürmüyor. Her birimiz; diğerimize biz olarak bağlı kaldıkça: sömürülecektik, soyulacaktık ve güneşin rengini unutacaktık… Uyan biz! Ben ol! Sen ol!

Kaldırımlar çöplüklerle doluydu ve yarattığı koku burnumun direğini kıracaktı. Önder bizi düşünür! Kuşkusuz ki burnumuzun daha güçlü olmasını istediği için çöpler toplanmamıştı. Seni piç adam! Umurunda bile değildik ve bizim ne yaptığımız onu hiçbir şekilde ilgilendirmiyordu. İlgilendirse bile ne faydası olurdu ki zaten. Partinin üst düzey üyelerinin hiçbirini tanımıyordum. Sadece ben değil, hiç kimsenin onlardan haberi yoktu. Nerede yaşarlar? Ne yaparlar? Hayatımızı mahvetmek dışında hangi işlerle meşgul olurlardı; bilmiyorduk.

Her yerdeydiler! Nereye bakarsam bakayım; o lanet renkleri görüyordum. Mor ve gri; binaların dış cephelerinde, kaldırımlarda, sokak lambalarında, reklam tabelalarında ve insanlardaydı. Öylesine iç karartıcı bir yapıya sahipti ki; her gördüğümde kusmak istiyordum. Lanet mor ve gri renklerini kirletmek, benim için büyük bir zevk olurdu. Önder, her sokak başında ellerini göğe uzatmış bir şekilde beni karşılıyordu. Gördüğüm her duvarda onun posteri vardı. Partinin spot reklamlar için sokaklara ve caddelere yerleştirdiği büyük panolar; her daim çalışıyordu. Çeşitli mutlu insanlar çıkıyordu; bu reklamlara. Parti ve önder adına övgülerde bulunuyor, ülkemizin ne kadar gelişmiş olduğunu hatırlatıyordu. Reklamların sonunda ise hep aynı şeyi söylüyorlardı: “Önder bizi var kılar.”

Umarsızca yürüdüğüm halde okula yaklaşmıştım. Zaten pek uzak sayılmazdı. Evden çıktıktan; on dakika sonra okulda olurdum ve büyük ihtimalle geç kalırdım. Bunu dikkate almazdım çünkü onların bize ihtiyacı vardı. Var olmak istiyorlarsa; bizi yaşatmak zorundaydılar ve bunu iyi bir şekilde yaparlardı. Acımasız ve korkak tavırlar; partinin bizim için kullanacağı yegâne iki şeydi. Yaşamalarının sebebi bizdik. Çoğu bunu bilmiyordu ama anlayanlar, hissedebilen kişilerde az değildi.

Okulda sesler yükselmişti, bu da demek oluyor ki yine geç kalmıştım. Öğrenciler; okula herkesten önce gelmek zorundaydı. Temizliği ve diğer tüm şeyleri; her zaman bizler yapardık ama kitaplar, parti tarafından verilirdi. Propaganda kokan bu kitaplar; partiyi övmek dışında pek bir işe yaramazdı.

Oradaydı, giriş kapısının üstünde: Yükselen disiplin yüceltir. Yazıya baktım ve etrafı demir dikenlerle çevrilmiş kapıdan geçtim. “Dur orada, seni hayta!” dedi güvenlik görevlisi. Kel kafası, sabahın ilk güneşleri ile parıldıyordu ve bu durum tüm ciddiyeti bozuyordu. Mor ve gri tam anlamıyla sarıya boyanmış başını öne çıkarıyordu. Gülmemek için kendimi zor tuttum ve “3521 – Çayırgülü,” dedim. Her defasında bunu sormak zorundaydı. Gerçi bu sefer sormamıştı ama bu şekilde anlaşabilirdik; sonuçta yapacağımız işleri bizler seçmiyorduk. Kalan son tüylerini bozmamak için başını eğdi ve küçük odasının kapısından geçmek için davrandı. Elini, iztanır cihazına bastırdı ve dediklerimi tekrarladı; daha sonra ise gülümsedi. “Geç, kızım.”

Hiç istifimi bozmadan, yürümeye devam ettim. Nasıl olsa geç kalmıştım ve fazladan derse kalacaktım. Tüm bu fazladan ders saçmalıkları beni bezdiremezdi. Okul üç kısımdan oluşurdu; yeşil, gri ve mor. Bir çocuk altı yaşında gençlik birliği tarafından alınır. İki yıl boyunca parti tarafından oluşturulan bir eğitime tabi tutulurdu ve eve geldiğinde, hiç bekletilmeden okula çağrılırdı. Ve üç aşamadan ilki olan; yeşil olmak öğretimine başlardı. Ruhsuzlar ordusunun, en arkasında bir yere sıkıştım ve hantalca yürüyenleri itekleyerek ilerledim. Diğer bölümler çoktan girmiş olsa da; Mor olmak kısmı halen giriş için uygunluk kontrolündeydi. Tırnaklarımızı iki günde bir etimize kadar kesmek zorundaydık. Her gün soğuk suda banyo yapmak, eziyet olsa da; herkesin önünde dayak yemek kadar kötü olmazdı. En azından onlar öyle düşünüyorlardı. Korkulacak bir şey yoktu aslında. Elini iyice gerip; gökyüzüne ulaşmış kolunu suratınıza yapıştırdığı zaman; sadece birkaç saniye afallardınız ve sonra kendinize gelirdiniz. O eller değişirdi ama şiddeti hep aynı kalırdı. Nasırlaşmış kirli el büyük bir hızla iner ve tüm gün boyunca yüzünüzün bir bölümünün kırmızı kalmasına neden olurdu. Biraz daha ilerledikten sonra sıra bana geldi. “Elini uzat,” dedi lanet öğretmen bozuntularından biri. Neyse ki tırnaklarımı kesmiştim. Başım eğikti ama bunu yapmak için bir sebep olmadığını düşündüm ve yavaşça kaldırdım. Hata etmiştim, lanet öğretmen bozuntularında biri değildi o. 21.Bölge Gençlik Önderi, gözlerime bakıyordu. “Geçebilirsin,” dedi büyük bir ciddiyetle.

Bakışları sertti. Gözleri her zaman keskin bakardı ve kaşları benden birkaç yaş büyük olmasına rağmen çok gürdü. Elini bugüne kadar kimseye indirmemişti. Yani ben görmemiştim. Gençlik Önderi diyorlardı ona ve basit bir parti öğretmeni değildi. Derslerimiz, üç aşamadan sonuncusunda olduğumuz için çok ağırdı. Herhangi birinden düşük not almanız; tüm döneminizi yakabilirdi ve bu da daha da zorlayıcı şartlar altında çalışacağınız anlamına gelirdi. On altı yaşına gelmiş herkes, yeteneğine göre bir işe yerleştirilirdi ve bu iş hayatının sonuna kadar yapmak zorunda olduğu şeye dönüşürdü. İsteksizce sınıfıma doğru yürüdüm ve kimseye bakmadan sırama oturdum. Öğretmenler, sınıfa girmeden on dakika önce hazır olurduk. Parti, öğretmenlere saygıda kusur etmememiz gerektiğine dair sürekli zırvalardı. Posterlerin yüzde ellisi bu konuyu işlerdi. Sloganlar havada uçuşurdu; öğretmenler söz konusu olunca. Yenidünyanın anahtarı, Gençliğin yüceltisi, Morun en koyusu ve daha birçok saçma şey.

Güneş, ışığını nazlanan pencerelere doğrulmuştu ama karanlık hala sınıfı terk etmemişti. Sert ve kasvetli hava inatçıydı ve bize elveda demeye niyetli değildi. Çantamı belimden çıkarıp sırama attım ve fermuarını açıp kitaplardan birini bakmadan çıkardım. İleri Propaganda Tekniği adlı kitabı çıkarmıştım ve şimdilik işime yaramıyordu. Geri soktum ve bu sefer uslu bir kız olup, iyice bakarak Siyasi Diyalektik ve Parti Öğretisi kitabını aldım ve sırama düzgünce koydum. Defter asla kullanmazdık ve önemli olan kelimeler ile güzel bir şekilde oynamaktı. Eğer bunu yapabilirseniz iyi notlar alırdınız. Gençlikyaratan, sınıfa girdiğinde hepimiz ayağa kalktık. Hızlıca girdi ve hepimize suratsız bir bakış atarak sınıfın ortasına yürüdü. “Günaydın vatandaş,” diye haykırdı. En azından çoğul eki kullanabilirdi ama bunu geleli beri hiç yapmamıştı. Onun ve diğer öğretmenlerin benimle bir ilgisi yoktu; seninle, onunla, şununla da bir ilgisi yoktu. Onlar, bizle ilgilenirdi. “Günaydın,” dedik hepimiz ve oturduk. İsmini bilmiyordum ama kodunu biliyordum. 3529, yani 29. Bölge insanını niteliyor demekti bu sayı: 35. Ülkenin 29. Bölge Vatandaşı.

Orta yaşlıydı ama çoktan çökmüş görünüyordu; saçları bölgesel olarak kırlaşmıştı ve gözlerinden birini kullanamadığı kesindi. Bakışları üzerime düştüğünde çoğu zaman bir ürperti kaplardı bedenimi; bacaklarım uyuşur, kollarımda ki kıllar şahlanırdı. Dersini profesyonel bir şekilde anlatırdı ama eski öğretmenim gibi olamazdı. Çok uzaklardan, 29. Bölgeden gelmiş biriydi o. Masasına doğru yaylandı ve koltuğuna çöktü. Bembeyaz yüzü; gri kabanı ile tezat oluşturuyordu. Kitaplarını ve not defterini çıkardı, olurundan daha büyük ağzıyla konuşmaya başladı. Eski öğretmenlerimizin biri bile şimdi yaşamıyordu. Öylesine hızlı olmuştu ki her şey, hiçbir şey anlamamıştım. Üç gün önce dersimize giren öğretmenlerin; şimdi hiçbirisi yoktu. Onlar hiç yaşamamıştı. BOOMM! Haberlerde bunun bir düşman saldırısı olduğunu söylemişlerdi; yanlış hatırlamıyorsam, 36.Ülke yapmıştı bu saldırıyı. Ardı ardına; üç bomba atmışlardı ve okulumuzu içindekilerle birlikte, yeryüzünden silmişlerdi. Okulumuzun yerini; dumanlar, bağrışmalar, ölüm çığlıkları sarmışken: parti görevlileri gelmişti. Ölüleri enkazdan çıkarıp ihtişamlı okulun yerine prefabrik küçük evler yerleştirmiştiler. Şimdi ise bu bozuntuların içindeydik ve ne olacak bilmiyorduk ama işlerin kızıştığına emindim. Komşularımızla ilişkilerimiz, hiç iyi olmamıştı. Güven içinde değildik ve bunun verdiği huzursuzluk beni ders dinlemekten alıkoyuyordu.

“… yani anlaşılması gereken; yaşamsal bağımlılık partimizin, bir sonraki hedefine kilitlenmesi ile ilgili bir şeydir. Görevi huzuru tahsis etmek olan parti, yaşamsal bağımlılık sağlar ve bu sebeple oluşan; kolektif yaşamı elverdiğince geliştirir. Burada dikkat edilmesi gereken kısım, partinin bu durumu tahsis etmekte kullanacağı yöntemlerdir. Bu yöntemler; yüzyıllar içinde oluşan parti diyalektiği ile geliştirilmiştir. Partimizin varoluş sürecinde; bağımlılık ve bunun getirdiği sonuçlar yatar. Biz, kolektif yaşamı ne kadar desteklersek; diyalektik bir o kadar gelişmiş olacaktır. Gelişme, kurallara bağımlı değişkenler; sonucunda oluşmaz: bunu hepiniz biliyorsunuz. Birlikte olacaksak; bunu parti sağlamaz. Kurallar bizi yönetmez; eğer bizi yönetecek olsalardı, kargaşa ortamı düzeltilemezdi. Geçmiş zamanlarda ki; savaşların, anlaşmazlıkların ve yanlış anlaşılmalarının hepsi kurallar ve despot yönetimler yüzünden çıktı. Şu anda içinde bulunduğumuz özgür ortam, kuralların bizi yönlendirmesi, yönetmesi sonucunda oluşmadı. Bizim kuralları yönetmemiz ve ona şekil vermemiz ile oluştu. Ahlak yasalarını kenara bıraktığımız gün; aynı zamanda başka bir seyide geride bıraktık. Bireyi geride bıraktık yoldaşlarım. Bireyselliği yani kısaca hepsini kapsayan bencilliği geride bıraktık. Bencilikten uzaklaştıkça geliştik, geliştikçe yenilendik ve yenilendikçe güçlendik. Bu güç partinindir! Onu var eden bizlerindir! Parti tarihinde diyalektik gelişme; ikinci ve şimdiki en büyük önderimiz zamanında yaşanmıştır. İçinde bulunduğumuz bu ortam; özgürlüklerin genişlediği, ekonomin büyüdüğü ve sosyal yaşamın giderek daha da arttığı, bir ortamdır…”

“Yeter artık!” dedim içimden. Tüm bu saçma cümleleri bende kurabilirdim ve aynı şeyleri dinlemekten sıkılmıştım. Sıkılmak bu aralar sürekli yaptığım bir şeydi ama şimdi daha bir çekici geliyordu; dışarısı. Hava soğuk olabilirdi ama kuşlar yine de özgürce uçabiliyordu. İnsanlar bezgin olabilirdi ama ağaçlar halen; ormanda hayvanlarla yaşamaktaydı. Usulakar, beni var eden özdü. Çayırın şırıltısı ve kuşların tatlı melodileri beni şimdi; daha önce hiç olmadığı kadar kendine çekiyordu.

“… kollarını kaldırdı ve bacaklarını iyice gerip hiç beklemeden tekmelemeye başladı. İşçi ağlıyordu ve bunu yapmaması için ona yalvarıyordu. O ise hiç durmuyordu ve sürekli vuruyordu. Vurdukça daha çok çalıyordu ve çaldıkça daha da zenginleşiyordu. O, işçilerin omzundan her saniye daha da yükseğe tırmanırken; işçi her defasında bataklığın daha da derinine batıyordu. Bu çok uzun zaman sürdü; yoldaşlar! Öyle uzun süreler geçti ki, işçinin kalbi bize kırıldı ve davamıza destek veremedi. Kim suçlayabilirdi onu? Kim neden böyle yapıyorsun diyebilirdi? Günlerini çalışmakla geçiren ve karşılığında bir ekmek parası bile kazanamayan kutsal işçi; hangi davaya inanabilirdi? Her gün alacakaranlıktan diğer alacakaranlığa kadar çalışan işçi, belini nasıl doğrultabilirdi? Bunun cevabını bizler verdik! Yarına daha umutlu bakması için silahlarımızı ve başarıya olan inancımızı onlar için kullandık. Artık, patronlar ve onların yaltakçıları müdürler; işçinin emeğini kullanamayacaktı. Şişmiş ve kokuşmuş olan lanet karınları öyle bir pisti ki; bulundukları yerlere ayak bile basamazdınız. Bizlerde daha sonra onların…” diye bitirecekti ama biran için sustu ve gözlerini bana devirdi. “Sen tamamla,” dedi sinsice gülerek.

Anladığım kadarıyla 29. Bölgede de aynı şeyler anlatılıyordu. Zaten hiç değiştirilmezdi. Kitapların basım yılı ülkemizin yaşı ile eşit sayılırdı ve artık neredeyse parçalanacak hale gelmişlerdi. Konuştuğu sözler kitabımın; 124. Sayfasında yer alıyordu ve son cümleleri çok iyi biliyordum. Saygımı göstermek için kalktım ve kasketimi çıkararak sol elime aldım. “Daha sonra onların karınlarını deştik ve içlerindeki bağırsaklardan yepyeni bir ülke kurduk,” dedim ve oturdum. Okulumuz 29.Bölge öğretmenleri ile dolmuştu ve 19.Bölgeden birkaç yardımsever görevli bulunuyordu. Sanki aynı ülkenin vatandaşı değilmişiz gibi hareket ediyorlardı. Hepsinin bakışı öyle aşağılama doluydu ki; onlarla konuşmaktan korkabilirdiniz. Bölgemiz diğer yerlere göre nasıldı bilmiyordum ama gerçek bir yardımsever böyle yapmazdı.

“Parti vahşete, vahşetle karşılık verdi ve ülkeyi onların bağırsakları ile kurdu. Bu soyut bir anlam, gençler. Aynı zamanda, soyut olduğu kadar gerçek bir anlamında habercisidir. Yükseliş aşamasında, takınılan tavır ve yapılan yenilikler; işçi kapasitesi dâhilinde yapılmıştır. Yani işçinin niteliği ve ülke payına sağlayacağı katkı hiçbir zaman ikinci plana atılmamış; her dönemde büyük bir önem arz etmiştir. Mevcut konumunu iyi kullanan işçi, parti sayesinde daha da güçlenmiş. Yapılan devrimlerin içinde büyük bir yer bulmuştur. Bu bağlamda; parti diyalektiği, tarihsel süreci inceleme konusuna çok büyük bir önem verir. Çünkü geçmişe açılan herhangi bir kapı, işçinin konumunun ne olduğunu ve daha sonra ne olacağını açıkça belirtir. İnsanların, partiyi anlaması için yapılan tüm şeyler işçinin gücünü kullanarak yapılmıştır. Yani işçi nerede yücelmiş ise partide orada yükselmiştir. Tüm bunları derken; bir şey ifade etmek istiyorum, hepiniz bölgeler kapsamında büyük bir birliğin olduğunu biliyorsunuz. Bu birliğin kurulması için diyalektik aşama çok önemlidir. On yıllar evvel, bölgeler yoksulluk içindeydi. Bu yoksulluk öyle hat safhasına ulaşmıştı ki; hırsızlık ve katillik normal bir iş sayılır hale gelmişti ama devrim bizi kurtardı. Parti tüm bu olguları yaratan bir çarktı. Çark döndü ve geliştik. Çark döndü ve büyüdük. Çark döndü ve halk mutluluğa erişti. Çark döndü ve çocuklar…” diye devam ederken kapı vuruldu.

Sessiz ve emin bir vuruştu bu. Vuruşundan on saniye sonra sınıfa girdi ve onu gördüm. Aynı apartmanda otuyorduk; annesiyle birlikte, alt katımızda yaşıyorlardı. Babası, devrim şehidiydi. Bu yüzden parti tarafından para alıyorlardı ve evleri altın suyuna batırılmış tenekelerle doluydu. Ama yine de kötü bir yaşamları vardı. Annesi hastaydı ve çalışamıyordu. Partiden gelen para ise ancak küçük kardeşinin ihtiyacını karşılayacak kadardı. Onu tanıdığımdan beri orada burada çalışırdı. Tatillerde ve okul sonraları; para kazanmak için sürekli çalışırdı. Her zaman gururlu bir yürüyüşü olmuştu; formasının sol yanında, kalbinin tam üstündeki morbaşkan rozeti sağlıyordu bunu. Kapıdan usulca geçti ve hepimize selam verdi. Daha sonra 29. Bölge’den gelen öğretmene dönerek: “3521 – Çayırgülü, isimli öğrenci Gençlik önderi tarafından çağırılıyor,” dedi.

Hiç heyecanlanmamıştım. Çünkü böyle bir şeyin olacağını kafamı kaldırıp onu gördüğüm andan itibaren biliyordum. Usulca kalktım ve çıkış kapısına yöneldim. Çıktığımda güneş iyice başımıza dikilmişti ve o dumanların halen tütmekte olduğu yanmış korunun içinde ellerini arkaya bağlamış bir şekilde bekliyordu. “Sinirli mi?” dedim dalga geçerek. Komşu çocuğu güldü ve “her zamankinden farksız,” dedi.

Benim boylarımdaydı ve beli hafifçe öne eğikti. Bu eğiklik onu daha da yakışıklı yapıyordu. Sol gözünün altında derin olmayan bir yara izine de sahipti. Hızlı adımlarla yanına yaklaşırken eliyle yanmış bir yaprak kopardı ve bana dönerek “Çayırgülü,” dedi. “Merhaba, nasılsın?” Cevap vermemi beklemeden komşu çocuğuna döndü ve “gidebilirsin, dostum” dedi.

Daha önce onunla hiç konuşmamıştım ama defalarca görmüştüm. Çoğu zaman burada olmazdı ama bu noktada yani saldırının merkezinde bulunmak en birincil görevi olmalıydı. Adımlarımı yavaşlattım ve beş saniye sonra durdum. Hemen sonra, “Nezaketiniz için teşekkür ederim,” dedim. Doğruyu söylemek gerekirse ondan çekiniyordum çünkü partiye bağlı biriydi. Her hafta başında okulumuzun tüm üyelerine ateşli konuşmalar yapardı. Sesini öyle bir ustalıkla kullanırdı ki beş dakika içinde tüm öğrenciler coşardı. Bir uyuşturucuyu andırıyordu kelimeleri. Tüm vücudu topyekûn bir şekilde çalışıyordu, bağırırken. Ama hiçbir çığlık ve ses onu engelleyemiyordu. Etkileyici konuşmasında ki o ağır tonu her zaman korurdu.

“Gel biraz yürüyelim,” dedi ve bir müddet yüzüme baktıktan sonra ekledi, “korkma en az benim kadar morsun.” Elini yara izine sürterken gülmüştü. Desene en az benim kadar vatan hainisin diye geçirdim içimden. “Bu büyük bir onur,” dedim yürümeye başladıktan sonra. Korunun derinliklerine doğru gidiyorduk.

“Çayırgülü, ismimi biliyor musun?” dedi bir dal kafasına dürterken. Ne kadar yanmış olsa da korunun havası sıkıntımı alıp götürmüştü.

“Hayır, efendim” dedim ve sorarcasına gözlerine baktım. “Bilmiyorum.”

“Bende bilmiyorum, Çayırgülü. Üzücü bir durum olduğunu sanma, son derece komik. Bende bilmiyorum,” dedi ve ellerini cebine sokarak bir ağaca yaslandı. Saçları yana taralıydı ve kulakları hava soğuk olduğu için kırmızıya çalan bir beyazlığa sahipti. “Söylemek isterdim ama bende bilmiyorum.”

“Siz bizim yani gençlerin önderisiniz,” dedim bir şeyler kanıtlamak istercesine. “İsminiz ismimiz, benliğiniz benliğimiz ve varlığınız varlığımızdır.”

“Bu dokunaklı sözleri duymayalı uzun zaman oldu,” dedi ve özenle taranmış saçlarını sevdi. “Aslında, bu dokunaklı sözleri gerçek bir asiden duymayalı…” Yeterince soğuktu ama sırtımın terlediğini hissediyordum. Kül kokusu haddinden daha fazla bir şekilde burnuma girmeye başlamıştı ve Yaltakçılar sağ olsun aklımdaki tüm bilgiler uçup gitmişti.

Ne diyeceğimi ve ne yapacağımı bilmiyordum. Sustum ve ellerimi birleştirerek onu izledim. O da beni izledi. Gözlerimiz ateşli bir kavgaya tutuşmuştu ve ben bunu önleyemiyordum. Eğer içinde bulunduğum Yaltakçılar grubu hakkında bir bilgisi varsa, hapsi boylamam hiç zor olmazdı. Kullandığım kelimeleri ne kadar çok özenle seçsem de bir işe yaramazdı. Yalanlasam ve herhangi bir şey hakkında bilgim olmadığını söylesem, aptallık etmiş olurdum. Çünkü böyle bir söylem, sizin gerçekten suçlu olduğunuzu gösterirdi. “Bir insan,” dedi yaklaşık beş dakika sonra. “Bir insan, neden en azından altı saat uyumak istemez.”

İçimden derin bir oh çektim ve gülümseyerek, “uykum son zamanlarda beni terk etti,” dedim. Beni terk eden şey sadece uykum olsa yine iyiydi. Ruhumun sürekli olarak daraldığını ve çıkmak zorunda olduğum apansız yokuşların hiç bitmeyeceğini sanıyordum bir zamanlar. Orada, lanet olası gençlik birliğinde… Tüm bunlar bitmişti ama bitmek bilmeyen bir şeyde vardı. Kâbuslar. Hatırlatıcı kâbuslar, bedenimi harap ediyordu. Ağlayıp çırpınıyordum yatağımın içinde. Yüreğim gözlerim açıldığında yerinden çıkacak gibi oluyordu ve ben yaşama sebebim olan kollara koşuyordum. Babam güçlü kolları ile beni sarmalarken, yaşlar gözlerimden akıyor ve omzunu kirletiyordu. “Geçti. Hepsi bitti,” diyordu bana. Annem ise beni uyutmak tekrar uyutmak için ninniler söylüyordu. Uyumak bana sadece acı veriyordu. Geriye kalan her şey gibi…

“Böyle devam edersen, Yoğunlaşma kampı hakkında soruşturma başlatır,” dedi ve gözlerini kısarak yüzüme iyice yakınlaştı. Elini omzuma atarak hafifçe sıktı ve üniformamın yakasını acıtmadan çekti. Bunu ilk baştan neden yaptığını anlamadığım için korkmuştum ama sonradan çakmıştım. Partinin bir bakıma malıydık. Kanunlar bunu açıkça belirtmese de, omuzlarımızda bulunan iztakip cihazları bunun kanıtıydı. Her hareketimiz bu cihazlar sayesinde partinin takip organlarına giderdi ve eğer yanlış bir şey yapmışsak ceza alırdık. “Seni uyarmak için çağırmıştım,” dedi ellerini omzumdan çekerken. “Gidebilirsin.”

“Efendim…” dedim sessizce.

“Gidebilirsin,” dedi o da umursamaz bir tavırla.

“Korkuyorum,” dedim bende kendimden emin bir şekilde.

“Neden?” diye sordu. Bacakları ile kumları havalandırıyordu. Demek istediğim şeyi elbette anlamıştı ama sorduğu soruyu benim için sorduğunu bilmiyordu. Neden demek benim hakkımdı. Pek çoğunu sevmeyebilirdim ama ölen öğretmenler bir zamanlar bu koruda çay içiyorlardı.

“İzledim.”

“Hepimiz izledik o yayını.”

“Kan ve acı birlik olmuş üzerlerine tünemişti.” Sunucu büyük bir acıyla vermişti haberi ve ülkenin dört bir yanı ayağa kalkmıştı. İnsanlar saldırganlara lanet okuyorlardı ve savaş çığlıkları atıyorlardı. Ölüm ölümü getirecekti ve insanlar bunu görmek istemiyordu. Barış artık çok uzaktaydı.

“Bir şans yok mu?” diye sordum gitmeye yeltenirken. Bombalar tam olarak patlamaya başladığında korunun külleri bile kalmayacaktı. Apartmanlarda yıkılacaktı ve devrim şehitlerinin listesi iyice kabaracaktı.

“Belki,” dedi gözlerini uzaklara dikerek. “Belki, teslim olurlar.”

Belki.

* * *

Duygularım hazin şekilde akan bir seldi. Akıyor ve beynimin kıvrımlarında yolunu bulmaya çalışıyordu ama ne yaparsa yapsın asla doğru yola çıkmıyordu. Ben ne yapabilirdim? Çoktan ölmüş biriydim ve bunu kalbimde en acı bir şekilde hissediyordum. Yaptığım ve yapacağım tüm şeyler yarınlar için bana ne getirecekti? Hayatım basit bir kombinasyondan oluşuyordu ve ben bunu yapmaktan bıkmıştım. Kan görmekten sıkılmıştım. Uzaklara bakan gözlerle karşılaşmaktan bıkmıştım. İçinde bulunduğum durumu asla değiştiremeyeceğim düşüncesi beni deli ediyordu. Gerçekler beni yormuştu. Neden hayal kurmama izin vermiyorlardı. Herkes beni kâbuslarıma bırakmıştı. Rüyalarım beni hırpalıyor ve hiç kimse elini uzatmıyordu. Hiç kimse!

“Bir şey mi var, Çayırgülü?” dedi babam. Okuldan erken bırakmışlardı ve bende evimin yolunu tutmuştum. Güldüm ve “Hayır baba,” dedim. Akşam yemeğini, televizyonumuzdaki haberler eşliğinde yiyorduk ve kadının cıyaklaması kulaklarımı rahatsız etmeye başlamıştı. Sesini kısmak gibi bir lüksümüz yoktu. Eğer herhangi bir yerine zarar verirsek, babamın maaşını keserlerdi ve bu tamamı anlamına gelirdi. Televizyon bir zevk aracı değildi; çevremizde neler olup bitiyor bunları öğrenmek zorundaydık ve okuldaki sınavlar genellikle bunun üzerine kurulu olurdu. “Aslında var ama nasıl söylesem bilmiyorum,” dedim son lokmalarımı yerken. Eğer bilseydim baştan söylerdim. Lafı ağzımda dolandırmayı hiç sevmezdim.

“Söyle, tatlım. Dinliyoruz,” dedi annem ve babama döndü “öyle değil mi Prox?” Babam büyük bir aşkla anneme baktı ve kafasını salladı. Anlatacağım şey gerçekten neydi? Ben küçük bir kızdım. Büyük işler bana göre değildi ve bu hep öyle kalacaktı. Küçük bir kız olarak kalmak istiyordum çünkü büyüdüğümüzde hiçbir şekilde var olmuş sayılmıyorduk. “Ne yapacağız?” dedim ve devam ettim. “Gözlerimden akan yaşların haddi hesabı yok, baba. Kardeşim yok uzakta ve ben artık buna dayanamıyorum, anne. Yalnızlığım o kadar çok arttı ki artık dayanacak gücü kendimde bulamıyorum. Kollarım tutması gereken şeyleri reddediyor ve bacaklarım kaldırımlara yığılıyorlar. Hayır, düşen ben değilim. Tutmayı bırakan ben değilim. Gerçekten böyle şeyler olsun istemiyorum. Hiç istemedim.” Artık hıçkırmaya başlamıştım ve ailem pür dikkat beni dinliyordu. Bir şeyler yapmaya yeltenmedikleri hayretle izledim ve gözlerim kızarık bir şekilde masayı terk ettim. Odamım kapısını hızlıca kapatırken halen bir şey yapmamışlardı. Galiba sorunlarımı böyle çözeceğime inanıyorlardı. Yatağıma kıvrıldım ve yorganımın altına saklandım. Kamera böylece beni göremeyecekti ve bende istediğim kadar böğürebilecektim. “Dışarı çıkın!” dedi bir ses. İlk başta ne olduğunu anlamayarak yorganımın altında afalladım ama o mekanik sesi tanımamak büyük bir aptallıktı. Gözlerimde ki yaşları sildim ve yorganımı iyice çektim. Daha sert bir şekilde tekrar etti: “Hemen, dışarı çıkın!” Çıkmamak başıma büyük bir dert açabilirdi ve bu şuanda istediğim son şeydi. Birkaç saniye durdum ve hızlı bir şekilde sıcak karanlığımdan çıktım. Gözyaşlarımı durduramıyordum.

“3521 – Çayırgülü, salonunuza dönün ve ailenizden özür dileyin.”

Onları zor durumda bırakmak istemezdim. “Tamam,” dedim ve koridora çıktım. Upuzun bir koridorumuz yoktu. Salona hemen girdim ve ilk olarak babamın gözlerine baktım. Maviye çalan yeşilliğinde okuduğum şeyler “lütfen yanlış bir şey yapma,” gibisinden bir şeydi. Anneme baktım. Ağlamaklı bir hali vardı ve ben çoktan pişman olmuştum. “İkinizden de özür dilerim. Beni affedebilecek misiniz?” dedim ve başım önümde bekledim. İlk konuşan annemdi.

“Tabii güzelim,” dedi ve gülen gözlerle tebessüm etti. Babamın cevabını biliyordum ve aynı zamanda cevabını bildirirken ki üzüntüsünü de. Ona kalsa elbet beni affederdi ama kanunlar babalardan bunu beklemezdi. Bir baba sert olmalıydı.

“Hayır.”

“Kendimi nasıl bağışlatabilirim?” dedim formalite icabı ve başımı kaldırdım. Kaşlarımı babamın anlayacağı şekilde oynattım. O da anladığını belirtmek için gözlerini kırptı.

“Odana git ve okul vaktine kadar çıkma!”

Bir dakika bile olmamıştı ki odamdaydım. İstediğim şey zaten buydu ve babam anlamıştı. Canına yandığımın kanunları aile ilişkilerimize bile karışırdı. Büyüklerimize karşı yapacağımız hareketler ve söylemlerimiz yasalar tarafından belirtilen şekilde olmalıydı. Eğer değilse ceza alırdınız ve bu cezayı birimbaş verirdi. Yani toplumun en küçük yapısı olan hücre’nin lideri olan babalarımız.

“7458 numaralı yasanın 18. Fırkasının 2. Bendi gereğince, birimbaş tarafından verilen odahapsi cezanız saat 11.00’da başlayıp 7 saat sürecek ve 06.00’da sonlanacaktır,” dedi kameranın ötesindeki bilinmeyen. Ardından odamın kapısı kapandı ve esaretim başladı.

Hiçbir cezam bu kadar çekici olmamıştı. Gün boyunca yaptığım şeyler diğer günlerden farklı olmadığı için bir muhakeme yapmak zorunda kalmazdık ama anılarımız bizi asla terk etmezdi. Diğerlerini bilmiyordum ama bu durum benim için böyleydi. Düşünmek parti tarafından bizlere verilmiş büyük bir lütuftu. Aslında tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordum. Düşünce bize ne kazandırırdı ve elimizden ne alırdı? Galiba her ikisini de yapmıyordu. Yaptığı tek şey, acı vermekti. Parti işte bu yüzden düşüncelerimize karışmıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam; o tek göz bugün ders sonunda bir şey söylemişti. “Parti, sizin için düşünür. Bu acıyı sizin için çeker.” Eğer acı verecekse bu eylemi neden yapacaktım ki? Zaten yaptığımda yoktu. Sadece geçmiş ile yarın arasında kalmış biri olarak; küçük buhranlarım oluyordu o kadar.

Bir süre sonra gözlerim kapandı ve hiçliğe doğru ilk adımlarımı attım. “Gel yavrum, korkma,” dedi büyük kapının ardındaki ses. Kuşlar uçuyordu ve güneşli havada şakıyorlardı. Güzel olan şeylerin hepsi yeşildi. Kötü olanlar ise siyahtı ve şimdi onlardan hiç kimse buralarda görünmüyordu. “Hadi gel, hızlı!” dedi ve elini havaya kaldırdı. Anlayamadığım bir şekilde eli bulutları yakaladı ve beyaz bulutlar, siyaha bürünürken tekrar aşağıya indi. Daha sonra ise “seni bekleyemem kaltak,” diyerek kolunu boğazıma uzattı ve en azından otuz metre uzayan kolları ile beni çekti. Gözlerimi açmaya çalıştım ama bunu başaramadım ve uykumun daha da derinine battım. Bu sefer “hadi elli daha evet elli daha,” diyordu bir erkek sesi. Güneş başımdaydı ve oburca yemek yiyen adam bana mekik çekmemi emrediyordu. Otuza gelince takatim kesildi ve adam kızarak üstüme kustu. Uyanmaya çalışırken, “Seni ucube pislik,” dediğini duyabiliyordum. Gözlerimi açacak gibi oldum.

Açtım. Yatağımdan hızlıca kalktım ve kapımı açarak upuzun ve sessiz koridorun sonuna doğru koşmaya başladım. Koştukça annem ile babamın yatak odası uzaklaşıyor gibiydi ve ne kadar çabalasam da oraya ulaşamıyordum. En sonunda ayaklarım bir devin ki gibi oldu ve duvarların gülen gözleriyle odaya ulaştım ve daha da hızlanarak; çok küçükken yaptığım gibi ikisinin arasına girdim. “Senin burada ne işin var?” dedi yabancı bir kadın sesi. Babama sıkıca sarılmıştım ve bırakmaya niyetim yoktu. Bir daha o yabancı ses konuştu, “git buradan seni geri zekâlı kız.” Başımı hızlı ama kendimden emin bir şekilde yüz seksen derece çevirdim ve gözlerinden kurtlar çıkan bir kadını gördüm. Morarmış elini gözlerine soktu ve kurtlardan birini bana uzattı. “Ye hadi! Aç olduğunu biliyorum,” dedi ve kahkaha attı. HAHAHAHAHAHAHAAAHA! Büyük bir korku yaşayarak babama döndüm ve gözlerimde akan yaşlar süzülmeye başladı. Kanlar akıyordu gözpınarlarımdan ve ben silmeye çalıştıkça artıyordu. Bir süre daha babama sarılı kaldım ve ceset kadın her defasında bana daha da sokularak, çeşitli yerlerinden çıkardığı kurtları ağzıma sokmaya çalıştı. Ağlamaya devam ederken, o adamın sesini duydum ve kollarımı babamın gövdesinden çekerek yüzüne baktım. O üzerime kusan lanet olası adamdı ve başında beri hiç babama sarılmamıştım. “Beni seviyor musun?” dedi ellerini vücudumda gezdirirken. Kaçmaya çalışıyorum ama başaramıyordum ve adam soyunmuş bir halde üzerimdeydi. Ceset kadına bir tekme attı ve beni yatağa iyice yaydı. Kollarımı her iki yana gererek üzerimde tepinmeye başladı. “Sizin gibiler neden sürekli gelmez ki?” dedi üzerime kusarken. Sarsılıyordu ve sarsıldıkça daha çok tepiniyordu. Kalçalarımı sımsıkı tuttu ve bir parça kopardı. Kopardığı parçayı yerken, yatağı kanlar sarmıştı. Dudaklarıma yapıştı, kurtla ve etle karışmış iğrenç bir öpücük verdikten sonra “görüyor musun?” dedi. Bir eliyle göğsümü avuçlarken, diğeriyle bakmaya yeltenmediğim bir yeri gösterdi. Ondan kurtulmaya çalışıyordum. Çalışıyordum ama olmuyordu. Üzerimden itmeye çalıştıkça daha çok abanıyordu. Sonunda eliyle gösterdiği yere baktım. Gerçek ailemi gördüm. Saydam duvarın içinde bir bu yana bir o yana koşup duvardan kurtulmak için uğraşıyordular. Kulaklarım o yana iyice doğrulttum ve “KAÇ BURADAN ÇAYIRGÜLÜ!” dediklerini duydum. Öyle fazla bağırıyorlardı ki duymamak mümkün değildi. “KAÇ! KAAAAÇ BURADAAAAN! GİT, HADİ BEKLEME!

Son bir kez daha üzerimdeki kusmuklu adamı ittirmeye çalıştım ve sonunda pes etmek zorunda kaldım. Her iki eli boğazımda beni zevk alarak öldürürken gülüyordu ve ailemin çığlıklarını duyuyordum… Sonunda gözlerim ruhumdan uzaklaştı ve etrafına boş boş bakmaya başladı. Savrulan ruhum ise siyah bir girdabın içinde binlerce kilometre hızla geri düşüyordu.

“HAYIR!” diye çığlık atarak uyandım ve kendimi yerde buldum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *