Öykü

Yarımada İçin İntihar Vakti

“… Dünya Sağlık Örgütü’ne göre her kırk saniyede bir kişi intihar ediyor. Açıklanan verilere göre, ülkemizde ölümle sonuçlanan intihar oranı yüzde 1,3 arttı. İntihar edenlerin yüzde 72,7’sini erkekler, yüzde 27,3’ünü ise kadınlar oluşturdu. Kaba intihar hızının en yüksek olduğu il Kars, en düşük olduğu il ise Çankırı oldu. Peki, tarihi yarımada bu istatistiğin neresinde? Verilere göre…”

Haberlerde geçiyor; bir kadın… Ölmüş diyorlar… Bile bile, canı isteye isteye ipe dizmiş bir boncuk gibi boynunu. Kim bilir derdi neydi zavallının? Koro halinde “Vah vah!”

Güzel, naif, iyi huylu bir kadın o. Hayır haberlerdeki kadın değil canım. Bir başka kendi canına kast etme adayı. Ceplerine taşlar doldurup nehre atlayan kadına özense de korkuyor sudan. Ölüme korkusuz gitmek istiyor. Evinde ölmeli. Derdi ne ki?

Güzel, naif, iyi huylu kadın hep erken kalkar. İki bardaklık çayını demler, bir de sahanda az pişmiş yumurta. İki zeytin ve dolapta kaldıysa peynir. Çok sevmez yemeyi. Yaşamak için yer bir bakıma. Giyer üstüne rengi atmış, ütüsüz ama temiz giysilerini. Kedisi Cevval’in yemini koyar kabına; atar sırtına çantasını ve düşer yola. Yürür. Geçer gider dükkanların önünden. Esnafa selam verir sessizce. Yine kendi alır selamını. Çekinir incitmekten kaldırımları. Usulca atılır o adımlar.

Saatler erir gibi yavaşça akarken, devam eder yürümeye. Kimse yok mu şu şehirde tanıdık? Hep mi yabancı suratlar? Yürür yavaşça; bir denizdir de bir damla daha alsa taşacakmış gibi, öyle dikkatli. Kaldırır başını bakar gökyüzüne. “Çevir” der “yüzünü yüzüme, sen de gör kendini benim gözümle”. Nasıl bir gülüştür ki dudağının kıvrımına konar da bir dalışta çeker alır onu bir kuş ölüsü. Yerde, kaldırım taşlarının bitiminde, öylece sere serpe, seyrelmiş tüylerin altında katılaşmış bir bedenle. Bir kuştu eskiden, çok değil belki saatler önce. Güzel, naif, iyi huylu kadın, derin bir nefes alır. Göğüs kafesi bir iner bir kalkar. “Bir acı daha” der “ bir acı daha yerleşti kalbime.” Kuşa bir cenaze töreni düzenlemek gelir aklına o an. Mahalle kedilerinden başka kimler gelir ki bir kuşun cenaze törenine? Elinden bir şey gelmez. Kararsız adımlarla devam eder kuşu ardında bırakıp yürümeye.

Sokağın sesi hiç bitmez. Bir yandan overlok makinesi gelir ayağımıza, bir yandan taze sıcaaak simitler! Çocuk sesleri, kuş şakımaları eşliğinde açık pencerelerden dalar içeri bir hırsız gibi. Çaldığı, bir bebeğin uykusu, bir hastanın devası, gece nöbetinden gelmiş bir adamın sabrı… “Bu şehir yaşıyor.” der, “Evet, kuşlar da ölüyor kaldırım kenarında ama şehir aralıksız yaşıyor işte.”

Hayata ara verip daha sonra kaldığı yerden devam edebilseydi ölmek için o günü seçmezdi. Hava güzeldi çünkü. Güneş yakmadan parıldıyor, bahçe duvarlarından kokusunu sarkıtan hanımeli sevinç hanesine bir puan daha ekliyordu. Güneş bunu hep yapıyordu; cebinde yer olana harçlık dağıtıyordu. “Al” diyordu “kalbin sıkıştığında harcarsın, al hadi”.

Aldı. Güneş güldürdü yüzünü. Devam etti yürümeye. Bakkal, kasap ve tuhafiye kaldı geride. Karşı sıradaki berber, dükkanı önüne koyduğu taburesine oturmuş yoldan geçenleri izliyor. Bir taksi geçiyor hızlıca, yolu açsın çocuklar diye basıyor kornaya. Söylenerek çekiliyorlar kenara. Taksi geçer geçmez maç kaldığı yerden devam… Buruk gülümsüyor bu kez. Ağzının ucu misinayla çekilmiş gibi saniyelerce havada kalıyor, “Ben en son ne zaman çocuk oldum?” diyor, “Ben hangi ara büyüdüm böyle?”

Sokaklar birbirine teğellenmiş gibi; biri bitiyor diğeri başlıyor. Betonlar, taşlar, kaldırımlar, taze dökülmüş asfalt… Kıyısından geçmediği ne kaldı? “Şimdi bir kapı açılsa da girsem içerisinden” diyor “çocukluğumun o gül bahçesine. Zaman işte, tam orada dursa.“ Kimin bahçesi olduğunu hatırlamıyor ama o bahçeye giden sarmaşıklar arasındaki merdivenler hâlâ zihninde. Renk renk güller geliyor gözünün önüne. Kokusunu kaybetmemiş gül gibi güller… “Ne mutluymuşum” diyor, ah işte çocuk kalbi…

Yürüyor. Bir kuaförün tam önünden geçiyor. Sadece bir anlığına düşünüyor “Acaba saçlarımı mı kestirsem? Kesilen saçlarla birlikte dökülür mü ızdırabım?” Biliyor cevabı. Hiç dökülmedi.

Uzun zamandır yalnız. Kelimeleri unutmaktan korkuyor; konuşacak kimsesi yok. Kireçlenmiş çene kemiklerini ovuyor eliyle. Konuşamamaktan öleceğim, diyor içinden.

Keşke sesimi duyurabilseydim ona. Lakin yasak. Onun hikayesini anlatma görevi bana verildiğinden beri, görünebilir olmak istiyorum, dur yapma demek istiyorum, ama nafile. Tüm çabalarım boşa çıkıyor, çıkacak da biliyorum ama sonunu bildiğim bu hikayeye müdahale etmem gerek. Anlatıcılar Federasyonu’ndan bir kereye mahsus izin istesem… İhtimal dahilinde bile değil. Bu hikaye bittiğinde emekliliğimi isteyeceğim. Artık “hakim anlatıcı” olmak istemiyorum. Yaşlanıyorum ve üzülmek kalbime hiç de iyi gelmiyor.

Bir müzik sesi geliyor açık pencerelerden. “Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe…” diyor, “Ah, su sesli kadın, dökülüyor yapraklarım!” Birden Cevval geliyor aklına, kedisi. Maması bitmek üzereydi. Giriyor bir markete. Geziyor raflar arasında. Acelesi yok. Makarnalar, pirinçler; şarküteri; deterjanlar, şampuanlar, diş macunları… Hah işte, mamalar. Alıyor bir paket. Ödüyor parasını, çıkıyor. Kapıdan henüz çıkmışken ne olduysa burkuluyor ayağı. Hafif sızısı var ama dolmuşa binmeyecek. Yürüyerek dönecek eve. Yürüyor, biraz da sekerek.

Tencere kaynamış bir evde, kokusu yayılıyor havaya. “Taze fasulye”, diyor. Sevdiği nadir yemeklerden. Kokluyor derince. “Son yemeğim” diyor, “zeytinyağlı taze fasulye olmalı.” Güzel, naif, iyi huylu kadın, indiği sokakları şimdi çıkıyor. Yokuşlar var, olsun. Yorulmak istiyor, külçe gibi yığılmak için, canını çıkartırcasına yorulmak. Nefesi kesik kesik. Dinlenmek yok diyor, küçük bir oğlan çocuğu geçiyor yanından, kara kuru bir şey, gülüyor, gözleri parlıyor, iki zeytin tanesi. “Ben sevmem oğlanları”, diyor “ama seni sevdim”, içinden.

İki adam konuşarak geliyorlar, duyacak kadar yakın. “Hapishaneler dolmuş da taşıyor” diyor biri, “Evet” diyor diğeri. İçinde gerilen teller, teker teker kopuyor. Boğazında bir yumru yutkunamıyor, yumru yumruk oluyor da inmiyor aşağı. Herkes suçlu; yapan da yardım eden de sesini çıkarmayan da. Dünya cehennemin astarı olmuş, göstermiyor bacakları.

Telefonu çalıyor. Evden çıkarken yanına almış mıydı ki? Şaşırıyor, çıkarıyor çantasından bakıyor, arkadaşı arıyor “Gel de bi’ kahve içelim.” Sırası mıydı şimdi kahvenin? “Bak, depresyona gireceksin yapma böyle. İki lafın belini kırarız, hem sana da iyi gelir, açılırsın biraz hı?” Biri yere para düşürmüş, ona takılıyor gözü. Arkadaşı cevap bekliyor “Başka zaman” diyor, “söz, daha sonra içeriz.” Kapıyor telefonu. Alıyor parayı yerden. Az ilerisindeki çöpü fark ediyor, adımlarını hızlandırıyor, geldi işte, tereddütsüz atıyor parayı çöpe, az da değil üstelik. Olsun, yerde yırtılan poşetlerden fırlamış kirli bebek bezleri, çürük meyveler ve yumurta kabukları. Yerdeki yığının üzerine atıyor, emaneti sahibine teslim etmenin rahatlığına ermiş gibi, huzurlu yüzü. İlerliyor, eve yaklaştı sayılır.

Kirli bir dünya burası. O da biliyor. “Ben bu kirli dünyaya niye doğdum?”, diyor. Karıncayı dahi incitemezken bin yerinden inciniyor, eklemlerinden kırılıyor. Nisan yağmuru topluyor; şifa arıyor içindeki kemiksize. Okunmuş sular içiyor; dilek ağacına iyi niyetler asıyor; fincanı kapatıp elini açıyor yine de kemiksiz iflah olmuyor; ifritten el almışçasına kulağına fısıldıyor: “Daha ne bekliyorsun, hadisene!”

Vazgeçti. Hemen gitmeyecek eve. Geciktiğim için sitem edecek kimse yok nasıl olsa, diyor. Bir o beklerdi, “Merak ettim” derdi, artık o da yok. Öldü o. Evet evet, iyi insanlar erken göçerler, farkında. İyiliğin erdeminden hiç konuşmayalım; kötülüğün haklı sebeplerine kulak verelim Biraz da tersinden aksın nehirler; dışa vuramadığımız tüm içe vurumlarımız bir balon gibi patlasın, yere saçılsın hücrelerimize kadar dolan tüm siyah konfetiler. Boom! Silah patlıyor, balon patlıyor; bıçak kesiyor, kağıt kesiyor; su boğuyor, yağlı ilmek de.

Yazık olacak bana, diyor. Yazık olacak ona. Bir şeyler yapmalıyım. Hiç değilse kendini anlatmasına izin vermeliyim, evet yapabilirim bunu. Görevden bir ay uzaklaştırılacağımı da biliyorum; daha önce olmuştu çünkü. Hayır, bana değil. Göreve yeni başlamış bir hakim anlatıcı, hikayenin sonunda baş kahraman kıza tüm bildiklerini anlatıyor; kız da evlilikle bitecek öyküyü nişanlısını zehirleyerek bitiriyordu. Neticede bu, kurulun hiç hoşuna gitmedi ve anlatıcının acemiliğine bakmadan bir ay hikaye anlatmasına izin vermediler. Bir aydan sonra işe geri döndüğündeyse aşk öyküleri departmanından korku öyküleri departmanına transfer edildi. Ne diyordum? Olayların akışına müdahale etmeyeceğim; en güzel kurguyu kader yapar çünkü. Konuşmaya başladı bile. En iyisi birkaç cümle geri alayım.

… Paraşütle atlamadan öleceğim. Kitaplığımda en az yirmi kitap okunmak için beni bekliyor. Sonra… Hep görmek istediğim o şehir, taş evlerle donanmış. Alt komşudan, param çıkışmamıştı da bir keresinde, borç almıştım. Onu ödemeliyim. Gitmeden önce yapmalıyım bunu. Balkondaki çiçeklerin saksılarını değiştirecektim daha. Sonra kirli sepetinde bekleyen renkli çamaşırlar… Camları da silmedim; geçen hafta yağmur yağmıştı da camlar çamur içinde kalmıştı. Ah Cevval! Benim dumanlı kalbim, gri bulutum. Alışır mısın yokluğuma? Alışmalısın, benim için. Hem Leyla bakar sana, seni çok sever bilirsin. Faturaları yatırmış mıydım acaba? Hiç yurt dışına çıkmadım. Hiç beş metreden fazla açılmadım denizde. Hiç söylemedim sevdiğimi, çok sevmiş olsam da. Çok darıldım az affettim; bu huyumdan vazgeçecektim daha.

Ağlamak yok… Biliyorum, yağ suda çözünmez ama yine de yağlı ilmeğe kuralına uygun gitmeliyim: Başı dik, korkusuz ve kendinden emin. Öyle miyim? Hazır mıyım ölüme? Ölüme nasıl hazır olunur ki? Tatile çıkar gibi birkaç üst baş mı tıkmalı valize, bir kitap ve diş fırçamla birlikte? Tek yön bir yola gireceğim; yol üzerinde çalışma var mı, yol ileride daralıyor mu hiçbir fikrim yok. Sadece o yola gireceğim ve bir daha asla dönemeyeceğim. Gidenler dönmüyor; dönseydi o dönerdi. Görürdü ne kadar mutsuz olduğumu. Onu özlüyorum, çok özlüyorum. Arada ikimizin de sevdiği bir şarkıyı duyduğumda, mutfak rafındaki bardağını her gördüğümde, her siyah-beyaz film izleyişimde artan bir özlemle… Severdik ikimiz de geçmişi; içimiz mi geçmişti yaşımız mı yetmişti, ikisi de değildi de başka bakıyorduk biz dünyaya; hem geçmiş hem şimdiyi yaşıyor geleceğe hayaller taşıyorduk. O gelecek ikimize gelmedi. Oysa hayallerimiz iki kişilikti.

Ruhum, yatağını toplamamış dağınık bir çocuk gibi. Kendini toplamamak, kırıklarını sarmamak adına evrenle inat halinde. Üstelik büyük sözü de dinlemiyor. Nasihatları bir kağıda yazıp çuvala koysaydım, çuval taşardı. Koymadım ama ben taştım. Gözlerimden taştım, tırnak diplerimden, saç uçlarımdan, derimden, damarımdan, nefesimden taştım.

Ölümümden kimse sorumlu değildir. Bir başkasının kendi rızasıyla ölümüne şahit olsaydım muhakkak ki engellerdim onu. Yapma derdim, hayat güzel, kuşlar uçuyor, çiçekler açıyor, bak güneş batsa da yeniden doğuyor, ağaçlar yaprak dökse de baharda yine çiçek açıyor. Derdim öyle ve yalan söylemiş olurdum. Çünkü hissettiğim tam olarak zıddıydı bunun. Eskiden değil ama artık geri dönüşememiş bir plastik gibi hissediyorum, bu gezegende dönüşemiyor ve toprağa karışamıyorum. Bana gereken tam da bu halbuki: Toprağa karışmak…

İşte geldim eve. Merdivenler yeni silinmiş, bina temizlik kokuyor. Dikkatlice çıkıyorum buruk ayağımla ıslak merdivenleri. Üçüncü kat, beş numaralı daire. Benim evim, Cevval’le birlikte yaşadığım daire. Anahtar sesini duyan Cevval’in miyavlamaları. Kapıyı açıyorum, iki su yeşili gözüyle bakıyor bana. İçeri girip kapıyorum kapıyı. Hemen, yem kabına aldığım yeni yemden koyuyorum. Peşimden geliyor, birlikte banyoya gidiyoruz. Ben ellerimi yıkarken o beni izliyor. Ah Cevval, bakma bana öyle. Çok düşündüm bunu, biliyorsun. Sen de şahit oldun acılarıma. Bu gezegen üç parça mutluluk veriyorsa misliyle geri alıyor; insanlar artık döşeklerinde ölmüyor Cevval.

Hayır, her zaman birden olmaz. Aklının bir köşesinde o vardır hep, sadece uygun anı kollarsın. Üç gündür provasını yaptığım şey, yatak odamda hazır bekliyor beni. Kapıyı kapattım diye yaramaz tırmalıyor kapıyı. Derin bir nefes alıyorum, boynuma geçiriyorum ipi. Arkamda yazılı bir kağıt bırakmadım, olur da bilgisayarımı açıp yazılarımı okurlarsa satır aralarından çıkarabilirler nedenini. Sanırım hazırım…

Telefon ısrarla çalıyor; Cevval acı acı miyavlıyor; üst komşu süpürgeyi çalıştırıyor, ah değiştirse artık şu eski makineyi! Kapı zili de aynı anda çalıyor olamaz. Ama çalıyor, birisi elini zilden çekmeden basıyor işte. Kim acaba? Ne kadar kaldı, neden bitmiyor şu nefes? Arayan kimse kapatsın artık. Zile basan da gitsin işte, açılmayacak kapı baksana. Cevval kes artık miyavlamayı. Off, bıktım her gün süpürgeni dinlemekten. Hayır, bu kadar zor olmamalı. Ölmeye konsantre olamıyorum, hay aksi! Ama yapmalıyım, artık geri dönemem.

Ölümüm, büyük ihtimalle bana ulaşamayan bir arkadaşımın çilingir çağırmasıyla ya da binayı koku basınca komşuların polise haber vermesiyle ortaya çıkacak. Toprağın beni kabul etmeyeceğinden tut da akıl sağlığımın yerinde olmadığına kadar bir sürü şey söylenecek arkamdan. Hep böyle olmaz mı? Birileri ölür kendi seçimiyle; geride kalanlar da sorgularlar “Neden?” diye “neden yaptı ki bunu gencecik yaşında?” Bilmem ki; pantolonlarım hep çift ütü izli, pilavın suyunu tutturamıyorum, keklerimin ortası hiç pişmez, camları da çok parlatamıyorum belki de bunlar yüzünden. Belki de dünyanın cehenneme gitgide yaklaşmasından, haberlerde ağlayan çocuklar görmekten, yüzsüz zenginlerden, zerresine kadar gariban fakirlerden sıkılmışımdır. Belki de gerçekten aklî melekelerimi yitirdim, belki de koyduğum yerde bulamıyorum onları firuze taşlı gümüş küpelerim gibi.

Kapı çalmaya devam ediyor. Bu bir işaret olabilir mi? Yaşayarak tüketmeliyim ömrümü, bu mu evrensel mesaj? Mümkün mü acı denizinden paçaları ıslatmadan geçmek? O denizde boğulanlar var ve ben hiçbir şey yapamıyorum onlar için. Gömülü yirmilik diş çekimi ve dolama olmuş ayak başparmağının kökünden sökülmesi. Çektiğim iki fiziksel acı, bir balık gibi karaya vuran çocuğun acısı yanında nedir ki? Yüzsüzlüğümüze tükür çocuk, sen buzdan deniz sularında yıkanırken biz ev kirasını, kredi kartı borcumuzu, taksitlerimizi; akşama ne pişireceğimizi, kemikli etin düdüklü tencerede kaç dakikada pişeceğini, lekeleri çıkarmayan deterjanı değiştirmek gerektiğini, düşünüyoruz bunları hem de etraflıca. Ahh, ağlamıyorum be çocuk, sadece gözüme deterjan kaçtı!

Leyla, hâlâ ısrarla telefonu çaldıran sen misin yoksa? Onur’un ölümüne bir türlü alışamadığımı düşünüyor. Alıştım, ne kadar alışılabilirse o kadar. Ben artık gökyüzüne bakmak değil gökyüzünde olmak istiyorum Leyla. Yerim yurdum orası olsun, dostlarım yıldızlar olsun istiyorum. Bu hamuru kanla yoğrulmuş gezegen dev bir fanusla kaplı bence; yazarlar bunu kurguluyor, bilim insanları atmosfer diyor ben acı diyorum. Spatulayla gezegenin çevresine sürülmüş bir acı, pasta kreması gibi homojen, titizlikle. Öyle bir acı ki bebekleri ve çocukları da atlamıyor. Öyle adil öyle eşit… Yorgunum, film izler gibi izliyoruz başkalarının acılarını ve nasıl da delirmeden uyanıyoruz yeni güne? Yere batsın ihtiraslarımız, klorlu sularda boğulalım. Alsın kısa çöp, uzun çöpten hakkını.

Sanırım ipi ayarlayamadım. Oysa iyice araştırmıştım; ipi kısa bırakırsam başıma ne gelecekti uzun bırakırsam kaç dakikada ölecektim. Bir türlü ölememek kelebeklere haksızlıktı. Cevval ağlıyor mu ne? İpi çıkarıp geliyorum yanına, az bekle.

Ah Cevval, kapıyı ne hale getirmişsin. Telefon hâlâ çalıyor, bakıyorum arayan Leyla. Tahminim doğru çıktı ama açmıyorum telefonu. Önce elini zilden çekmeyen kimmiş ona bakmalıyım. Açıyorum kapıyı.

“Hasan Abi?”

“Hah açtınız mı? Şey, aidatları topluyordum da. Bir siz vermediniz.”

“Elini zilden çekmedin Hasan Abi. Aidat için mi vazgeçtim ben?”

“Anlamadım? Ya kusura bakma, ben tam aidatları topluyordum, arkadaşın geldi. Aramış aramış açmamışsın. Korktu kızcağız. Bana da tembihledi, çilingir bulup getireceğim açana kadar zile bas, dedi. Ne yalan söyleyeyim, ben de korktum. Sonuçta tek yaşıyorsunuz, hafazanallah ölseniz kimsenin haberi olmaz.”

“Sağ ol Hasan Abi. Hep böyle miydin?”

“Nasılım ki?”

“Düşünceli ve açık sözlü.”

İltifat ettiğimi düşündüğünden olsa gerek gevrekçe güldü. Beklemesini rica ettim ve para zarfını getirip verdim hemen. Bir şeyler tembihledi ve gitti. Kapadım kapıyı. Salona geçtim peşimde Cevval’le. Atladı kucağıma, okşadım tüylerini. Sanki mutlu muydu ne? Aradım Leyla’yı. Çok kızgındı bana. Allah’tan daha çilingir bulamamıştı. İyi olduğumu söyledim ama ikna olmadı. Beş dakikaya burada olacağını ve kapıyı açmamın kendi hayrıma olacağını söyledi. Kapadı telefonu suratıma. Kızamazdım, sonuna kadar haklıydı çünkü. Kalktım, çay suyu koydum ocağa. Tiryaki denecek kadar çok içer çayı. Ah Leyla, ne diyeceğim şimdi ben sana?

Kalktım. İçim daraldı. Odanın camlarını açtım. Masanın üzerindeki kitabı alıp kitaplığa koydum. Onur çerçevenin içinden bana bakıyor ve gülümsüyordu. “Beni kör kuyularda sensiz bıraktın” şairini soluna; “Elimden tut yoksa düşeceğim” şairini sağına almış gülüyor bana. Güldüğünde dünyanın ömrüne bir gün daha eklediğini bilmeden, kalp atışlarımı dakikada yüz yirmiye çıkardığını bilmeden gülüyor. Gülsün bakalım, kalbimin yarısı.

Dakikalar öncesi dünyayı arkamda bırakıp gidecekken şimdi koltukta oturmuş tüy yumağı Cevval’i seviyorum. Hayret, huysuzluk da yapmıyor. Anladı galiba. Kedilerin gizil güçleri olduğuna inanan insanlara hak veriyorum bazen. Açık camlardan içeri çiçek kokulu bir rüzgar giriyor. Belki de parfüm kokusu taşıyor rüzgar, bilemiyorum. Hava hep böyle koksaydı ne olurdu sanki? Fonda da en güzelinden klâsik müzik çalsa hep. Ruhlarımız incelse, teşekkürü ricayı hiç unutmasak. Ah naif bir dünya olsaydık, öyle naif ki bir insan üzüldüğünde onun acısını içimizde hissedecek kadar naif; onun derdine koşacak kadar yürekli… Madem ölmedim, yazmalıyım bunu. Naif Dünya. Belki adını değiştiririm ama böyle bir dünyayı anlatmalıyım yeni romanımda.

İşte… Zil çalıyor. Leyla’dır muhakkak. Uzun bir sorgu faslı beni bekliyor.

Hasan Abi, kader seni elçi mi gönderdi bilmiyorum, Leyla olmasa sen o zile yine de durmadan basar mıydın onu da bilmiyorum; siz mi yolumdan çevirdiniz beni, Cevval mi Onur mu inan olsun hiçbir fikrim yok. İçime doğan bir şey var sadece; biri, beni benden iyi bilen, acılarımı, sevinçlerimi bilen biri var, onu duydum sürekli. İpi gerdanlık gibi boynuma dizmişken “Yapma, güçlüsün sen. Böyle ölemezsin” diyen biri. Gaipten gelen bir ses. Kulağımın içinde yankılanan bir ses…

(Kurtuldu işte!)

Kendisini anlatmasına izin verdim. Olayların akışına müdahale etmedim aslında. Ama federasyon benimle aynı fikirde olmadı maalesef. Tamam, kabul ediyorum, Leyla’nın içine şüphe tohumları eken, kapıcıyı “aidat aidat” diye dürten bendim. Ama kader ne yaparsan yap asla değişmeyecek bir yol değil mi? Savunmamı güzel yapamadım, aramızda kalsın ben de ne zamandır ara vermek istiyordum. Bir ay uzaklaştırma aldım. İyi de oldu. Şimdi ne mi yapıyorum? Pasifik adalarından birinde, bembeyaz kumlar üzerinde şezlonga uzanmış bir yandan kokteylimi içiyor, bir yandan da…

Yok be cancağızım, Erdek’teyim ne Bora Bora’sı ne Tahiti’si. Denizanaları fırsat verirse suya giriyorum arada da bacaklarımı kuma gömüyorum. Malumunuz, sıcak kum romatizmaya iyi geliyormuş.

Canan’a gelince, romanı “Naif Dünya”yı yazmaya başladı bile. Kıyamam; güzel, naif, iyi huylu bir kadın o.

– SON –

Yarımada İçin İntihar Vakti” için 14 Yorum Var

  1. Böyle bir öyküyü okumamı sağladığınız için minnettarım. Korkarım hiçbir zaman sizin cümleleriniz kadar güzel cümleler kaleme alamayacağım.
    Ne zaman bir hikaye okurken gözlerim yaşarmıştı? Anımsayamıyorum. Elinize sağlık, ya da kaleminize kuvvet derdim ama yeterli değil. Yüreğinize sağlık demek istiyorum, ne kadar yeterli olur emin olmadan.
    ”Severdik ikimiz de geçmişi; içimiz mi geçmişti yaşımız mı yetmişti, ikisi de değildi de başka bakıyorduk biz dünyaya; hem geçmiş hem şimdiyi yaşıyor geleceğe hayaller taşıyorduk.”

    1. Merhaba, ne desem bilemedim şimdi 🙂 Çok büyük cümlelerle dile getirmişsiniz beğeninizi, mahcup oldum. Kendinize de haksızlık etmeyin, eminim daha da güzelini yazarsınız zira sizin de kaleminiz küçümsenecek bir kalem değil. Teşekkür ederim güzel yorumunuz için.

  2. Müthiş, müthiş, müthiş. Coşkuyla alkışlıyorum. Kullandığın dil, geçişlerin, kelime kullanımın… Yüreğine, kalemine sağlık

    1. Ne desem ki şimdi 🙂 Teşekkür ederim, elimden gelen bu 🙂 Şaka bir yana bu seçkiye dahil olduğum için çok mutluyum. Çok şey öğrendim, buradaki her öyküden, her kalemden. Okul gibi oldu, iyi de oldu.
      sevgiler.

  3. Gecenin bu saatinde okudum ve pişman değilim. ? Sizde klasik edebiyatta ki basit olayları etkili anlatma gibi bir yetenek var. ? Yüreğinize sağlık ?

  4. Merhaba,

    Ne diyeceğimi bilmiyorum. Öylece düşünüyorum. Her bir kelime, her bir sözcük hedefini on ikiden vuran ok gibi vurmuş. Cümlelerin akıcılığı ve seçtiğiniz kelimler güzeldi. Sonuna kadar acaba ne olacak diye duraksamadan okudum.

    Elinize, yüreğinize ve beyninize sağlık 🙂

    1. Merhaba, teşekkür ederim güzel yorumunuz için. Akıcı yazmaya çalışıyorum, bunun sağlamasını da yazdığım metni her satırı her kelimeyi tekrar tekrar okuyarak yapıyorum; hani rol çalışır gibi. Kulağımı tırmalayan bir yer olursa orada duruyorum. Gerekli müdahaleyi yaptıktan sonra yola devam ediyorum. Bu da benden tüyo 🙂
      Kelimelere gelince; henüz ilkokul sıralarındayken sözlük okuyup kelime ezberleyen bir çocuktum. Kelimelerin büyüsünden hâlâ kurtulamadım. Bu sebeple -üzerlerine titrediğimden- güzeldir o kelimeler.
      Hepimizin beynine sağlık, Allah zeval vermesin 🙂

  5. Yorumlara katılmamak elde değil gerçekten. Bana Goethe’nin “Dünya hassas kalpli insanlar için bir cehennemdir” sözünü anımsatan bu usta işi öykünüzden dolayı sizi ben de coşkuyla alkışlıyorum. Hem değindiğiniz bu ince hakikatler, hem de kendimce başarılı bulduğum öykücülüğünüz için.

    İtiraf edeyim, öykünüzün çıktısını alıp, bazı bölümleri altını çizerek okudum. Tekrar tebrikler. Bana göre bu seçkinin açık ara en başarılı öyküsünü yazmışsınız.

    1. Çok teşekkür ederim motive edici güzel yorumunuz için. Goethe’ye katılmamak mümkün değil 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *